İçeriğe geç

İkinci Dünya Savaşı ve Türk Dünyası Kitap Alıntıları – İlyas Kamalov

İlyas Kamalov kitaplarından İkinci Dünya Savaşı ve Türk Dünyası kitap alıntıları sizlerle…

İkinci Dünya Savaşı ve Türk Dünyası Kitap Alıntıları

Savaş yıllarında en yüksek askerî ödül olan “Sovyetler Birliği Kahramanı” unvanı ve madalyasına 11.519 asker layık
görüldü. Bunların 161’i Tatar’dı. Tatarlar bu sıralamada
Ruslar, Ukrainler ve Belaruslardan sonra dördüncü sırada
yer alıyorlardı
II. Dünya Savaşı (1939-1945), insanlık tarihinin en büyük savaşlarından biridir. 62 ülkenin dâhil olduğu savaş, üç kıta ve dört okyanusun sularında gerçekleşti. 40 ülkenin toprağında çatışmaların yaşandığı savaşta 27.000.000’u cephede yaklaşık 65.000.000 insan hayatını kaybetti. Askerî harcamalar 4.000.000.000.000 Dolar’ı aştı, binlerce şehir ve köy yerle bir edildi. Nükleer silahın kullanılması, savaştaki kayıp ve zararı daha da fazla arttırdı. Savaş sonucunda uluslararası arenada önemli gelişmeler yaşandı, güç dengeleri büyük ölçüde değişti. Dünya siyasetinde Batı Avrupa’nın etkisi azalırken SSCB ile ABD ön plana çıktı. Savaş sonrasında Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmında Sosyalist rejimler kurulurken Batı Avrupa’nın Orta Doğu ve Afrika’daki kolonileri bağımsızlık elde ettiler. Soğuk Savaş’ın başlaması, BM, NATO ve Varşova Paktı’nın kuruluşu savaşın dolaylı etkileriydi. Savaşın önemli özelliklerinden biri de doğrudan ya da dolaylı sonuçlarının etkisinin hâlâ devam etmesidir. Rusya-Batı rekabeti, Balkanlar ve Orta Doğu’daki gelişmeler, bunun en önemli yansımasıdır. II. Dünya Savaşı, kapsadığı coğrafya, verilen kayıplar ve devam eden etkisi dolayısıyla her zaman ilgi çeken bir konu oldu. Dünyanın dört bir tarafında konuyla ilgili çok yönlü ilmî araştırmalar yapıldı, edebî eserler kaleme alındı, kahramanlık öyküleri yazıldı, sinema ve belgesel filmler çekildi. Dolayısıyla her ülkenin kendi açısından da olsa II. Dünya Savaşı’nı yeterince araştırmış olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye de bu bağlamda bir istisna teşkil etmemektedir. Özellikle son yıllarda Türkiye’de gerek Türkiye’nin savaş yıllarındaki iç ve dış politikası gerekse sergilemeye çalıştığı tarafsızlık tutumu birçok araştırmaya konu oldu. Bu bağlamda belki de tek istisnayı II. Dünya Savaşı ve Türk Dünyası konusu teşkil etmektedir. Hâlbuki çeşitli Türk halkları doğrudan savaşa katıldı, milyonlarca kayıp verdi ve cephe gerisinde ağır işlerde çalıştılar. Sovyetler Birliği içerisindeki Kazan ve Kırım Tatarları, Başkurtlar, Çuvaşlar, Sibirya Türkleri, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler, Azerbaycan Türkleri, Ahıska Türkleri, Karaçay-Balkarlar, Gagavuzlar vb. Sovyet Ordusu içerisinde Nazi Almanyası’na karşı ön safta savaştılar ve ortalama olarak bu savaşta askere giden her üç askerden biri hayatını kaybetti. Askere gidemeyecek durumda olanlarla kadın ve çocuklar ise son derece zor şartlarda cephe gerisinde çalıştılar ve savaşın kazanılmasında cephelerde savaşan askerler kadar katkıda bulundular. Aynı şeyi savaşa doğrudan katılan Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’daki Türklerle Doğu Avrupa’daki diğer Türk halkları için de söylemek mümkündür. SSCB içindeki Türklerden farklı olarak Doğu Avrupa’daki Türklerden kaç kişinin savaştığını, hayatını kaybettiğini vs. gösteren elimizde belgeler olmasa da buradaki Türklerin de savaşın içinde olduğu ve yaşadıkları ülkelerin ordusunda savaştıkları bilinmektedir. Savaş sonrasında ise Doğu Avrupa’daki Türklerin yaşadığı ülkelerin birçoğunda Sosyalist rejimler kurulunca bölgede yaşayan Türk nüfus, dinî ve etnik baskıyla karşı karşıya kaldı. SSCB ve Doğu Avrupa’daki Türkler ülkelerinin birlikleri içerisinde ön safta savaşmalarına ve binlerce kahramanlığa imza atmalarına rağmen Türklerin savaşın kazanılmasındaki katkıları objektif olarak değerlendirilmedi. Türk askerlerinin kahramanlıkları sıkça görmezlikten gelindi, birçok konu hiç dile getirilmedi. Bunun yanı sıra savaş sonrasında Türk halklarının küçük bir kısmının Nazi Almanyası’nı mevcut durumlarından kurtuluş olarak görerek onlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle Moskova Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri ve başka Türk halklarını suçlu suçsuz ayırt etmeksizin topyekün sürgüne gönderdi. Diğer bir ifadeyle Vatan Savaşı’nı (Ruslar, II. Dünya Savaşı’na Büyük Vatan Savaşı demektedirler) verdikten ve galip geldikten sonra bu halklar, vatanlarından mahrum bırakıldılar. II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarının yıllar boyunca devam eden etkilerinden biri de sürgün edilen ailelerin ve onların torunlarının hâlâ vatanlarına dönememiş olmasıdır. Bu dramatik insan manzaraları, nesilleri etkileyen ve onların tarihî belleklerinde ciddi acıların oluşmasına yol açan çok derin izler bıraktı.Orta Doğu ve Uzak Doğu’daki Türkler ve onların yaşadıkları ülkeler doğrudan savaşın içerisinde yer almasalar da onlar da savaş ve savaşın neticelerinden önemli ölçüde etkilendiler. Batı ülkelerinin Orta Doğu’daki kolonileri bağımsızlık elde etti, Çin’de rejim değişikliği gerçekleşti. Bütün bu değişiklikler bölgede yaşayan Türk nüfusunu da doğrudan etkiledi. Savaş döneminde tek bağımsız Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti izlemeye çalıştığı tarafsız siyasete rağmen bulunduğu coğrafya ve bölgedeki konumu dolayısıyla tamamen savaşın dışında kalamadı. Ancak yine de her iki cephenin Türkiye’yi savaşa dâhil etme çabasına rağmen Türkiye, savaşı minimum kayıplarla atlatmayı başardı, savaş sonrasında uluslararası arenada gerçekleşen yeniden yapılandırılma sürecinde ise Batı Bloku’nun içerisinde yer aldı. Görüldüğü gibi II. Dünya Savaşı, Türk dünyasını siyasî, ekonomik, sosyo-kültürel ve demografik vs. yönden doğrudan etkilemiş, Türk halkları bütün boyutlarla savaşın içerisinde yer almışlardır. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere II. Dünya Savaşı konusu yeterince araştırılmış bir konu olmasına rağmen Türk halklarının savaşa katılımı, kayıpları, cephe gerisindeki çabaları, savaş sonrasında karşılaştıkları sorunlar yeterince ve bir bütün olarak incelenmediği gibi Türklerin savaş sırasındaki kahramanlıkları ile savaştan galip gelinmesindeki katkıları da görmezlikten gelinmektedir. Bu çalışmanın amacı, konuyla ilgili bu boşluğu kısmî de olsa doldurmak, Türklerin savaştaki kahramanlıkları ile katkılarını ortaya koymak, savaşın neticeleri ile günümüze yansımalarını Türk dünyası açısından değerlendirmektir. II. Dünya Savaşı geçmişten günümüze bir projeksiyon yapıldığında savaşın kavramsal boyutlarını da anlamamızı sağlayacaktır. Savaşların ve buna benzer gayrimedenî olguların, barışın olağanca yüceltildiği günümüzde dahi önlenememiş olması ciddiye alınması gereken bir problemdir ve bunun bir yandan insan tabiatı ve diğer yandan modernite ve postmodernite ile yakın bir bağlantısı vardır. Daha yaşanabilir bir dünya için, tüm dünya milletlerinin gerçek uygarlık anlayışı temelinde samimi işbirliği şarttır. Ancak bütün insanlık tarihi boyunca olduğu gibi, “modern” toplumların hâkim olduğu günümüzde de savaş maalesef kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkacaktır. Bu anlamda savaşların çok yönlü ele alınması, değerlendirilmesi savaş olgusunun geçmişte ve bugün taşıdığı ve gelecekte taşıyacağı önemle ilgili soruları daha anlamlı kılacaktır.Bu çalışmanın ortaya çıkmasında bilgi, birikim ve emeklerini esirgemeyen makalelerin yazarlarına, toplumsal tarih belleği oluşturmak adına projeyi hayata geçirmeye imkân tanıyan Türk Dünyası Belediyeler Birliği’nin Başkanı Sayın İbrahim Karaosmanoğlu ile projenin her aşamasında her türlü desteği sağlayan Birlik Genel Sekreteri Sayın Fahri Solak beyefendilere en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu
Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu
II. Dünya Savaşı (1939-1945), insanlık tarihinin en büyük savaşlarından biridir. 62 ülkenin dâhil olduğu savaş, üç kıta ve dört okyanusun sularında gerçekleşti. 40 ülkenin toprağında çatışmaların yaşandığı savaşta 27.000.000’u cephede yaklaşık 65.000.000 insan hayatını kaybetti. Askerî harcamalar 4.000.000.000.000 Dolar’ı aştı, binlerce şehir ve köy yerle bir edildi. Nükleer silahın kullanılması, savaştaki kayıp ve zararı daha da fazla arttırdı. Savaş sonucunda uluslararası arenada önemli gelişmeler yaşandı, güç dengeleri büyük ölçüde değişti. Dünya siyasetinde Batı Avrupa’nın etkisi azalırken SSCB ile ABD ön plana çıktı. Savaş sonrasında Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmında Sosyalist rejimler kurulurken Batı Avrupa’nın Orta Doğu ve Afrika’daki kolonileri bağımsızlık elde ettiler. Soğuk Savaş’ın başlaması, BM, NATO ve Varşova Paktı’nın kuruluşu savaşın dolaylı etkileriydi. Savaşın önemli özelliklerinden biri de doğrudan ya da dolaylı sonuçlarının etkisinin hâlâ devam etmesidir. Rusya-Batı rekabeti, Balkanlar ve Orta Doğu’daki gelişmeler, bunun en önemli yansımasıdır. II. Dünya Savaşı, kapsadığı coğrafya, verilen kayıplar ve devam eden etkisi dolayısıyla her zaman ilgi çeken bir konu oldu. Dünyanın dört bir tarafında konuyla ilgili çok yönlü ilmî araştırmalar yapıldı, edebî eserler kaleme alındı, kahramanlık öyküleri yazıldı, sinema ve belgesel filmler çekildi. Dolayısıyla her ülkenin kendi açısından da olsa II. Dünya Savaşı’nı yeterince araştırmış olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye de bu bağlamda bir istisna teşkil etmemektedir. Özellikle son yıllarda Türkiye’de gerek Türkiye’nin savaş yıllarındaki iç ve dış politikası gerekse sergilemeye çalıştığı tarafsızlık tutumu birçok araştırmaya konu oldu. Bu bağlamda belki de tek istisnayı II. Dünya Savaşı ve Türk Dünyası konusu teşkil etmektedir. Hâlbuki çeşitli Türk halkları doğrudan savaşa katıldı, milyonlarca kayıp verdi ve cephe gerisinde ağır işlerde çalıştılar. Sovyetler Birliği içerisindeki Kazan ve Kırım Tatarları, Başkurtlar, Çuvaşlar, Sibirya Türkleri, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler, Azerbaycan Türkleri, Ahıska Türkleri, Karaçay-Balkarlar, Gagavuzlar vb. Sovyet Ordusu içerisinde Nazi Almanyası’na karşı ön safta savaştılar ve ortalama olarak bu savaşta askere giden her üç askerden biri hayatını kaybetti. Askere gidemeyecek durumda olanlarla kadın ve çocuklar ise son derece zor şartlarda cephe gerisinde çalıştılar ve savaşın kazanılmasında cephelerde savaşan askerler kadar katkıda bulundular. Aynı şeyi savaşa doğrudan katılan Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’daki Türklerle Doğu Avrupa’daki diğer Türk halkları için de söylemek mümkündür. SSCB içindeki Türklerden farklı olarak Doğu Avrupa’daki Türklerden kaç kişinin savaştığını, hayatını kaybettiğini vs. gösteren elimizde belgeler olmasa da buradaki Türklerin de savaşın içinde olduğu ve yaşadıkları ülkelerin ordusunda savaştıkları bilinmektedir. Savaş sonrasında ise Doğu Avrupa’daki Türklerin yaşadığı ülkelerin birçoğunda Sosyalist rejimler kurulunca bölgede yaşayan Türk nüfus, dinî ve etnik baskıyla karşı karşıya kaldı. SSCB ve Doğu Avrupa’daki Türkler ülkelerinin birlikleri içerisinde ön safta savaşmalarına ve binlerce kahramanlığa imza atmalarına rağmen Türklerin savaşın kazanılmasındaki katkıları objektif olarak değerlendirilmedi. Türk askerlerinin kahramanlıkları sıkça görmezlikten gelindi, birçok konu hiç dile getirilmedi. Bunun yanı sıra savaş sonrasında Türk halklarının küçük bir kısmının Nazi Almanyası’nı mevcut durumlarından kurtuluş olarak görerek onlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle Moskova Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri ve başka Türk halklarını suçlu suçsuz ayırt etmeksizin topyekün sürgüne gönderdi. Diğer bir ifadeyle Vatan Savaşı’nı (Ruslar, II. Dünya Savaşı’na Büyük Vatan Savaşı demektedirler) verdikten ve galip geldikten sonra bu halklar, vatanlarından mahrum bırakıldılar. II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarının yıllar boyunca devam eden etkilerinden biri de sürgün edilen ailelerin ve onların torunlarının hâlâ vatanlarına dönememiş olmasıdır. Bu dramatik insan manzaraları, nesilleri etkileyen ve onların tarihî belleklerinde ciddi acıların oluşmasına yol açan çok derin izler bıraktı.Orta Doğu ve Uzak Doğu’daki Türkler ve onların yaşadıkları ülkeler doğrudan savaşın içerisinde yer almasalar da onlar da savaş ve savaşın neticelerinden önemli ölçüde etkilendiler. Batı ülkelerinin Orta Doğu’daki kolonileri bağımsızlık elde etti, Çin’de rejim değişikliği gerçekleşti. Bütün bu değişiklikler bölgede yaşayan Türk nüfusunu da doğrudan etkiledi. Savaş döneminde tek bağımsız Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti izlemeye çalıştığı tarafsız siyasete rağmen bulunduğu coğrafya ve bölgedeki konumu dolayısıyla tamamen savaşın dışında kalamadı. Ancak yine de her iki cephenin Türkiye’yi savaşa dâhil etme çabasına rağmen Türkiye, savaşı minimum kayıplarla atlatmayı başardı, savaş sonrasında uluslararası arenada gerçekleşen yeniden yapılandırılma sürecinde ise Batı Bloku’nun içerisinde yer aldı. Görüldüğü gibi II. Dünya Savaşı, Türk dünyasını siyasî, ekonomik, sosyo-kültürel ve demografik vs. yönden doğrudan etkilemiş, Türk halkları bütün boyutlarla savaşın içerisinde yer almışlardır. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere II. Dünya Savaşı konusu yeterince araştırılmış bir konu olmasına rağmen Türk halklarının savaşa katılımı, kayıpları, cephe gerisindeki çabaları, savaş sonrasında karşılaştıkları sorunlar yeterince ve bir bütün olarak incelenmediği gibi Türklerin savaş sırasındaki kahramanlıkları ile savaştan galip gelinmesindeki katkıları da görmezlikten gelinmektedir. Bu çalışmanın amacı, konuyla ilgili bu boşluğu kısmî de olsa doldurmak, Türklerin savaştaki kahramanlıkları ile katkılarını ortaya koymak, savaşın neticeleri ile günümüze yansımalarını Türk dünyası açısından değerlendirmektir. II. Dünya Savaşı geçmişten günümüze bir projeksiyon yapıldığında savaşın kavramsal boyutlarını da anlamamızı sağlayacaktır. Savaşların ve buna benzer gayrimedenî olguların, barışın olağanca yüceltildiği günümüzde dahi önlenememiş olması ciddiye alınması gereken bir problemdir ve bunun bir yandan insan tabiatı ve diğer yandan modernite ve postmodernite ile yakın bir bağlantısı vardır. Daha yaşanabilir bir dünya için, tüm dünya milletlerinin gerçek uygarlık anlayışı temelinde samimi işbirliği şarttır. Ancak bütün insanlık tarihi boyunca olduğu gibi, “modern” toplumların hâkim olduğu günümüzde de savaş maalesef kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkacaktır. Bu anlamda savaşların çok yönlü ele alınması, değerlendirilmesi savaş olgusunun geçmişte ve bugün taşıdığı ve gelecekte taşıyacağı önemle ilgili soruları daha anlamlı kılacaktır.Bu çalışmanın ortaya çıkmasında bilgi, birikim ve emeklerini esirgemeyen makalelerin yazarlarına, toplumsal tarih belleği oluşturmak adına projeyi hayata geçirmeye imkân tanıyan Türk Dünyası Belediyeler Birliği’nin Başkanı Sayın İbrahim Karaosmanoğlu ile projenin her aşamasında her türlü desteği sağlayan Birlik Genel Sekreteri Sayın Fahri Solak beyefendilere en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu
Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu
II. Dünya Savaşı yıllarında Başkurdistan’dan cepheye
710.000 kişi gönderildi ve bunların 300.000’e yakını hayatını kaybetti. Ölenlerin 88.500’e yakını muharebe esnasında, 20.000’i aldığı yara sebebiyle ölürken, 2.265 kişi de
esarette öldü, 127.000’den fazlası ise kayıp.
Tataristan’da olduğu gibi Başkurdistan’da da beş piyade ve
dört atlı tümen, tanksavar ve makineli tüfek alayları ve
diğer askerî birlikler oluşturuldu. 1941 yılında açılan Ufa
Piyade Meslek Yüksek Okulu orduya kadroların yetiştirilmesinde önemli rol oynadı.
Savaş yıllarında Başkurdistan’ın sanayi ve tarım alanları
önemli ölçüde büyüdü, yeniden yapılandırıldı, düşmana karşı mücadele ile zaferin kazanılmasında önemli rol üstlendi.
Başkurdistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne savaş yıllarında yüzlerce fabrika ile Sovyetlerin önde gelen
iki Silahlı Kuvvetler Akademisi-Genelkurmay Yüksek
Akademisi Ufa’ya, Lenin Askerî-Politik Akademisi ise Belebey’e – taşındı. Hava Sanayisi Halk Komiserliği 1941
yılında burada birkaç fabrikayı yeniden kurdu. 1942 yılının sonbahar aylarına kadar SSCB’nin merkezî ve batı
bölgelerinden Başkurdistan’a 172 fabrika nakledildi. Taşınan pek çok fabrika birleştirildi. Örneğin Zaporojest,
Gomelsk, İzümsk ve Stanislavsk tren onarım fabrikaları Ufa Lokomotif Fabrikası bünyesine dâhil edildi.
Savaş yıllarında taşınan Rubejansk Kimya Fabrikası
bünyesinde Başkurdistan’da kimya sanayisi oluşturuldu.
Ufa’da hidroklorik asit, soda, klor, klorobenzen üretilmeye başlandı. Ayrıca doğal kauçuk üreten fabrika kuruldu.
Doğalgaz, turba ve linyit gibi yerli enerji kaynaklarının
araştırılması ve kullanımı arttı. 1942 yılının ikinci yarısında doğalgazın kullanımı savaş öncesi dönemle kıyasla
% 46 büyüdü. II. Dünya Savaşı yıllarında Başkurdistan’da
yeni petrol yatakları bulundu ve savaş yıllarında toplamda
8.400.000 ton petrol üretildi.
Savaş yıllarında yeni sanayi işletmeleri ortaya çıktı. Ülkede Kızıl Ordu ve deniz donanmasının ihtiyacı için ayakkabı, üniforma ve giyim üreten pek çok fabrika faaliyete
başladı. Cumhuriyet, savaş yıllarında cepheye 3.000.000
ton civarında tahıl ve 100.000 ton et gönderdi.
İlginç bir bilgi olarak şunun da belirtilmesi önemlidir.
II. Dünya Savaşı yıllarında Komünist Enternasyonel’in
Yönetim Komitesi Ufa’da bulunuyordu. 1943 yılından
itibaren Ufa’da 18 Avrupa dilinde radyo programları sunulmaya başlandı. 200.000’den fazla Başkurdistanlı er ve subay çeşitli madalya ve ödüllere layık görüldü. Bunların 278’i “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasını aldı. 250 civarında uçuş gerçekleştiren pilot Musa Gareev iki defa “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasına layık görüldü. 1944 yılında Minnigali
Gubaydullin, Aleksandr Matrosov’un kahramanlığını tekrarladı. Zubay Utyagulov kendisi gibi Başkurdistanlı ancak
Mari kökenli Timiray Kubakaev ile birlikte 15-16 Ocak
1943 tarihinde Rostov ilindeki Krasnovka Köyü için yapılan savaşta kahramanca mücadele ederek hayatını kaybetti
ve “Krasnovka’nın 30 Kahramanı” arasına girdi.
Savaşın başladığı dönemde Tataristan, Başkurdistan ve
SSCB’nin diğer bölgelerinde mevcut olan vatansever yaklaşım Çuvaşistan’da da hâkimdi. Savaş yıllarında Çuvaşistan’dan orduya 208.000 kişi çağrıldı, bunların 106.000’i
evlerine geri dönmedi. Buradaki kayıplar sayılan diğer
ülkelerden farklı değildi. Orduya alınan her iki askerden
biri cephede ölmüş veya kaybolmuştu.
Savaş yıllarında Çuvaşistan’da yedi piyade, iki atlı tümen,
bomba imha ve teknik destek tugayı, NKVD tugayı, demiryolu tugayı ve diğer birlikler oluşturuldu. Ordudaki
eksikleri tamamlamak için Çuvaşistan’da iletişim ve piyade, topçuluk ve hava eğitimi veren iki yedek alay kuruldu.
Kızıl Ordu’da yaralanan er ve subayları tedavi etmek için
17 seyyar hastane kuruldu ve bu hastaneler 57.145 yaralı
ve 15.013 hasta askeri tedavi etti.
Tataristan ve Başkurdistan’dan farklı olarak Çuvaşistan,
askerî harekât tehdidi ile de karşı karşıya kaldı. 4 Ekim
1941 tarihinde Almanlar Çeboksarı ve çevresine 22 bomba ve propaganda bröşürü bıraktılar. Bu bombalama sonucunda iki kişi hayatını kaybetti, 18 kişi yaralandı ve altı
ev kullanılamaz hâle geldi.
Bu durum SSCB yönetiminin savunma faaliyetlerine ağırlık vermesine neden oldu. Kasım 1941- Ocak 1942 tarihleri
arasında soğuk kış şartlarında (- 40°C) Sura Nehri kıyısında
savunma hattı yapmak için 35.000’den 110.000’e kadar köylü her gün elleriyle, toplamda 5.000.000 m3
toprak kazdı.
1941-1942 yıllarında Çuvaşistan’a 70.000 kişi yerleştirildi. Tahliye planı gereği, Çuvaşistan’a 27 fabrika ve işletme nakledildi. 11 büyük müessese, yapılarını koruyarak
Çuvaşistan Sanayi Birliği’nin temelini oluşturdu. Böylece
beş tekstil fabrikası, çorap, ayakkabı ve dokuma fabrikaları kuruldu.
Yerli işletmeler Kızıl Ordu için elzem olan giyim, iç çamaşır, çeşitli askerî ekipmanlar, mühimmat için ambalajlar,
kızak, kayak ve vagon ürettiler. 1941 yılının Eylül ayında seri olarak cephane üretilmeye başlandı. 1941 yılının
Aralık ayında uçak ve planörlerin seri üretimine geçildi.
Bunların dışında Çuvaşistan’da top mermileri, zırhlı araç
ve zırhlı trenler de üretiliyordu.
Çuvaşistanlılar savaş yıllarında kendilerini kahraman askerler olarak tanıttılar. Birkaç örnek verelim. 1941 yılının
Kasım ayında B. M. Vasilyev 100’den fazla uçuş gerçekleştirip, dokuz Alman uçağını düşürdüğü için “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasına layık görüldü. 1941
yılında A. M. Osipov, Nikolay Gastello’nun kahramanlığını tekrar ederek, yanmaya başlayan uçağını düşman
gemisine yönetti. Makineli tüfek birliğinin komutanı İ.
K. Polyakov 1943 yılında Dinyeper’in alınmasında olağanüstü cesaret gösterdi ve “Sovyetler Birliği Kahramanı”
madalyasına layık görüldü. Çuvaşistan’dan toplamda 65
kişi “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyası aldı.
Elbette, bir makale çerçevesinde bu konunun bütün detaylarını açıklamak mümkün değildir. Savaş yıllarında bahsi geçen bölgelerde tarım alanlarındaki gelişmelere,
kadınların düşmanlar ile mücadeledeki katkılarına, bilim
ve kültürün savaş yıllarındaki rolüne vs. neredeyse değinilmedi. 1941-1945 yılları arasında en az 30.000.000
vatandaşını kaybeden SSCB, II. Dünya Savaşı tarihi konusuna özel önem vermektedir ve bu savaş, onlar için ideolojik, politik ve eğitici öneme sahiptir.
Ben konunun belli başlı olaylarını anlatmaya çalıştım ve
bazı örnekler verdim. Bunlar Tataristan, Başkurdistan ve
Çuvaşistan’ın savaş yıllarındaki sınavları başarıyla geçtiklerini göstermektedir. Bu bölgenin halkı hem cephede,
hem cephe gerisinde birçok şeyi feda ederek hizmet ettiler
ve onlar kendi güçlerine, savaştan zaferle ayrılacaklarına
inanıp geleceklerinin parlak olacağını umut ettiler
Başkurdistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne savaş yıllarında yüzlerce fabrika ile Sovyetlerin önde gelen
iki Silahlı Kuvvetler Akademisi-Genelkurmay Yüksek
Akademisi Ufa’ya, Lenin Askerî-Politik Akademisi ise Belebey’e – taşındı. Hava Sanayisi Halk Komiserliği 1941
yılında burada birkaç fabrikayı yeniden kurdu. 1942 yılının sonbahar aylarına kadar SSCB’nin merkezî ve batı
bölgelerinden Başkurdistan’a 172 fabrika nakledildi. Taşınan pek çok fabrika birleştirildi. Örneğin Zaporojest,
Gomelsk, İzümsk ve Stanislavsk tren onarım fabrikaları Ufa Lokomotif Fabrikası bünyesine dâhil edildi.
Savaş yıllarında taşınan Rubejansk Kimya Fabrikası
bünyesinde Başkurdistan’da kimya sanayisi oluşturuldu.
Ufa’da hidroklorik asit, soda, klor, klorobenzen üretilmeye başlandı. Ayrıca doğal kauçuk üreten fabrika kuruldu.
Doğalgaz, turba ve linyit gibi yerli enerji kaynaklarının
araştırılması ve kullanımı arttı. 1942 yılının ikinci yarısında doğalgazın kullanımı savaş öncesi dönemle kıyasla
% 46 büyüdü. II. Dünya Savaşı yıllarında Başkurdistan’da
yeni petrol yatakları bulundu ve savaş yıllarında toplamda
8.400.000 ton petrol üretildi.
Savaş yıllarında yeni sanayi işletmeleri ortaya çıktı. Ülkede Kızıl Ordu ve deniz donanmasının ihtiyacı için ayakkabı, üniforma ve giyim üreten pek çok fabrika faaliyete
başladı. Cumhuriyet, savaş yıllarında cepheye 3.000.000
ton civarında tahıl ve 100.000 ton et gönderdi.
İlginç bir bilgi olarak şunun da belirtilmesi önemlidir.II. Dünya Savaşı yıllarında Komünist Enternasyonel’in
Yönetim Komitesi Ufa’da bulunuyordu. 1943 yılından
itibaren Ufa’da 18 Avrupa dilinde radyo programları sunulmaya başlandı.
200.000’den fazla Başkurdistanlı er ve subay çeşitli madalya
ve ödüllere layık görüldü. Bunların 278’i “Sovyetler Birliği
Kahramanı” madalyasını aldı. 250 civarında uçuş gerçekleştiren pilot Musa Gareev iki defa “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasına layık görüldü. 1944 yılında Minnigali
Gubaydullin, Aleksandr Matrosov’un kahramanlığını tekrarladı. Zubay Utyagulov kendisi gibi Başkurdistanlı ancak
Mari kökenli Timiray Kubakaev ile birlikte 15-16 Ocak
1943 tarihinde Rostov ilindeki Krasnovka Köyü için yapılan savaşta kahramanca mücadele ederek hayatını kaybetti
ve “Krasnovka’nın 30 Kahramanı” arasına girdi.
Savaşın başladığı dönemde Tataristan, Başkurdistan ve
SSCB’nin diğer bölgelerinde mevcut olan vatansever yaklaşım Çuvaşistan’da da hâkimdi. Savaş yıllarında Çuvaşistan’dan orduya 208.000 kişi çağrıldı, bunların 106.000’i
evlerine geri dönmedi. Buradaki kayıplar sayılan diğer
ülkelerden farklı değildi. Orduya alınan her iki askerden
biri cephede ölmüş veya kaybolmuştu.
Savaş yıllarında Çuvaşistan’da yedi piyade, iki atlı tümen,
bomba imha ve teknik destek tugayı, NKVD tugayı, demiryolu tugayı ve diğer birlikler oluşturuldu. Ordudaki
eksikleri tamamlamak için Çuvaşistan’da iletişim ve piyade, topçuluk ve hava eğitimi veren iki yedek alay kuruldu.
Kızıl Ordu’da yaralanan er ve subayları tedavi etmek için
17 seyyar hastane kuruldu ve bu hastaneler 57.145 yaralı
ve 15.013 hasta askeri tedavi etti.
Tataristan ve Başkurdistan’dan farklı olarak Çuvaşistan,
askerî harekât tehdidi ile de karşı karşıya kaldı. 4 Ekim
1941 tarihinde Almanlar Çeboksarı ve çevresine 22 bomba ve propaganda bröşürü bıraktılar. Bu bombalama sonucunda iki kişi hayatını kaybetti, 18 kişi yaralandı ve altı
ev kullanılamaz hâle geldi.
Bu durum SSCB yönetiminin savunma faaliyetlerine ağırlık vermesine neden oldu. Kasım 1941- Ocak 1942 tarihleri
arasında soğuk kış şartlarında (- 40°C) Sura Nehri kıyısında
savunma hattı yapmak için 35.000’den 110.000’e kadar köylü her gün elleriyle, toplamda 5.000.000 m3
toprak kazdı.
1941-1942 yıllarında Çuvaşistan’a 70.000 kişi yerleştirildi. Tahliye planı gereği, Çuvaşistan’a 27 fabrika ve işletme nakledildi. 11 büyük müessese, yapılarını koruyarak
Çuvaşistan Sanayi Birliği’nin temelini oluşturdu. Böylece
beş tekstil fabrikası, çorap, ayakkabı ve dokuma fabrikaları kuruldu.Yerli işletmeler Kızıl Ordu için elzem olan giyim, iç çamaşır, çeşitli askerî ekipmanlar, mühimmat için ambalajlar,
kızak, kayak ve vagon ürettiler. 1941 yılının Eylül ayında seri olarak cephane üretilmeye başlandı. 1941 yılının
Aralık ayında uçak ve planörlerin seri üretimine geçildi.
Bunların dışında Çuvaşistan’da top mermileri, zırhlı araç
ve zırhlı trenler de üretiliyordu.
Çuvaşistanlılar savaş yıllarında kendilerini kahraman askerler olarak tanıttılar. Birkaç örnek verelim. 1941 yılının
Kasım ayında B. M. Vasilyev 100’den fazla uçuş gerçekleştirip, dokuz Alman uçağını düşürdüğü için “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasına layık görüldü. 1941
yılında A. M. Osipov, Nikolay Gastello’nun kahramanlığını tekrar ederek, yanmaya başlayan uçağını düşman
gemisine yönetti. Makineli tüfek birliğinin komutanı İ.
K. Polyakov 1943 yılında Dinyeper’in alınmasında olağanüstü cesaret gösterdi ve “Sovyetler Birliği Kahramanı”
madalyasına layık görüldü. Çuvaşistan’dan toplamda 65
kişi “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyası aldı.
Elbette, bir makale çerçevesinde bu konunun bütün detaylarını açıklamak mümkün değildir. Savaş yıllarında bahsi geçen bölgelerde tarım alanlarındaki gelişmelere,
kadınların düşmanlar ile mücadeledeki katkılarına, bilim
ve kültürün savaş yıllarındaki rolüne vs. neredeyse değinilmedi. 1941-1945 yılları arasında en az 30.000.000
vatandaşını kaybeden SSCB, II. Dünya Savaşı tarihi konusuna özel önem vermektedir ve bu savaş, onlar için ideolojik, politik ve eğitici öneme sahiptir.
Ben konunun belli başlı olaylarını anlatmaya çalıştım ve
bazı örnekler verdim. Bunlar Tataristan, Başkurdistan ve
Çuvaşistan’ın savaş yıllarındaki sınavları başarıyla geçtiklerini göstermektedir. Bu bölgenin halkı hem cephede,
hem cephe gerisinde birçok şeyi feda ederek hizmet ettiler
ve onlar kendi güçlerine, savaştan zaferle ayrılacaklarına
inanıp geleceklerinin parlak olacağını umut ettiler
İdil-Ural Lejyonu
Makalenin ikinci bölümünde Sovyet tarih yazıcılığında ayrıntıları belirtilmeyen ve anlatıldığı zamanlarda da
olumsuz ve eksik bir şekilde ele alınan SSCB’li Türk halklarının II. Dünya Savaşı yıllarında Almanya ile yaptığı
işbirliğinden bahsedilecektir. Burada savaşın çeşitli yönlerinin olduğu unutulmamalıdır. Savaş, taraf ülke halkı
için büyük bir imtihandır ve savaş yıllarında onun zayıf ve
güçlü yönleri ortaya çıkabilir. Esaret ve düşman ile işbirliği
her savaşın içinde olan şeylerdir. Tarihçinin görevi, azami
düzeyde tarafsız kalarak, II. Dünya Savaşı’nın bu ağır ve
hassas konusunu kaynaklara dayanarak ortaya koymaktır.
Savaş yıllarında Alman askerî ve siyasî yönetimi, Wehrmacht bünyesinde SSCB’nin çeşitli halklarının temsilcilerinden oluşan Türklerin de dâhil olduğu askerî birlikler kurmaya karar verdi. SSCB’de etnik çatışmaları körükleme
amacı güden ve Nazi Almanyası’nın büyük yalanlarından
biri olan bu girişim aslında Türk halklarından olan esirleri cephede yüzsüzce kullanmaktan başka birşey değildi.
Oluşturulan Doğu lejyonları arasında İdil ile Ural bölgelerinin temsilcilerinden oluşturulan İdil-Ural Lejyonu da
vardı.4
Alman ordusunda Sovyetler Birliği’nin çeşitli halklarının
temsilcilerinin ortaya çıkması rastgele gerçekleşen bir vaka
değildi. Bu aslında 1941 yılının sonları ile 1942 yılının ilk
yarısında ortaya çıkan siyasî ve askerî durumun sonucuydu.
Doğu lejyonlarının oluşturulmasında savaşın hızlı şekilde
sonuçlanmamış olması etkili oldu. 1941 yılının sonbaharında “Blitzkrieg”in (Yıldırım Savaşı) başarısız olduğu kesinleşti ve Almanya’nın uzun soluklu savaşa hazırlanması
gerektiği ortaya çıktı. Uzun sürecek savaşların akıbeti de
büyük ölçüde teknik, maddî ve insanî rezervlerin durumuna göre belli olacaktı.
Doğu lejyonlarının kurulmasında önemli olan diğer etkenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Almanya’ya esir düşen Sovyet askerlerinin çok sayıda
olması;
2. Almanya’nın işgal ettiği SSCB bölgelerinde yaşayan
halklar ve ön cephedeki Kızıl Ordu mensupları arasında
aktif propaganda yürütmesi;
3. Bazı yabancı ülkelerin en azından Türk ve Müslüman
esirlere daha insanî davranılmasını talep etmeleri. Türkiye’deki bazı siyasetçiler bu konuda çok gayret sarfettiler. Diğer lejyonlar ile birlikte İdil-Ural Lejyonu da kuruldu. Lejyona ağırlıklı olarak Ukrayna topraklarındaki özel
kamplarda esir bulunan Sovyet esirleri dâhil edildi. Onlar
özel bir seçim süzgeçinden geçirildikten sonra lejyonlara
gönderiliyordu.
Doğu Lejyonlarını Oluşturma Karargâhı 18 Şubat 1942
tarihinde Rembertow’da yerleşti, aynı yılın yaz aylarında
Doğu Lejyonları Karargâhı adıyla Radom’a taşındı, 23
Ocak 1943 tarihinde adı Doğu Lejyonları Komutanlığı
olarak değiştirildi.5
İdil-Ural veya İdil-Tatar Lejyonu en
son oluşturulan lejyon oldu.
Aslında esir düşen İdil-Urallı askerler daha 1941-1942 yıllarının sonbahar-kış aylarında diğerlerinden ayrılarak özel
toplama kamplarına gönderildiler. 1 Ağustos 1942 tarihinde Hitler’in ofisinden karargâh başkanı Wilhelm Keitel’in
imzasıyla mevcut lejyonlara ek olarak Kazan Tatarları, Başkurtlar, Tatarca konuşan Çuvaşlar, Mariler, Udmurtlar ve Mordvalardan yeni lejyonun oluşturulması kararı çıktı.6
Kararda, bahsi geçen halkların özel kamplara ayrılması,
esirlerin bu duruma alışmalarının sağlanması gerektiği
belirtildi. Ayrıca İdil-Tatar Lejyonu’nun statüsünün diğer
leyjonlar ile aynı olduğu ve bu leyjonun cephe hattında,
özellikle de partizanların etkin olduğu bölgelerde kullanılmasının kararlaştırıldığı hususlarının altı çizildi.
Keitel’in kararı yukarıdan verilmiş bir emirdi. Wehrmacht’ın lejyon ile ilgili asıl kararı 15 Ağustos 1942 tarihinde imzalandı. Bu kararda daha kesin ve net talimatlar yer
alıyordu:
1. Lejyon, İdil bölgesinde yaşayan Tatar, Başkurt ve Tatarca konuşan halklardan oluşturulacak;
2. Türkistan Lejyonu’na kayıtlı Tatarlar, İdil-Tatar Lejyonu’na kaydırılacak;
3. Esir alınan Tatarlar acilen diğerlerinden ayrılarak Sieldce Kampı’na (Varşova-Brest demiryolu üzerinde) gönderilecek. Onlar Askerî Valilik Komutanlığı (Militärbefehls haber im General-Gouvernement) emrine teslim edilecek;
4. Oluşturulan lejyon öncelikle partizanlara karşı mücadelede kullanılacak.7
Fiiliyatta İdil-Tatar Lejyonu’nun oluşturulma süreci, 21
Ağustos 1942 tarihinde başladı: Lejyon için günümüz Polonya topraklarındaki Radom yakınlarında bulunan Jedlni Kampı seçildi, oraya ihtiyaç duyulan giysi ve silah gönderildi. Buraya sorumlu Alman görevlileri de intikal etti.
İdil-Tatar Lejyonu’na 6 Eylül 1942 tarihinde bayrak teslim edildi ve bu yüzden lejyonerler, lejyonun tam anlamıyla kuruluş tarihi olarak bu tarihi gösterdiler.8
8 Eylül
1942 tarihinde İdil-Tatar Lejyonu, Askerî Valilik Bölge
Komutanlığı ile Doğu Lejyonları Komutanlığı Karargâhı’nın emrine verildi.
Esir düşen Tatarlar genellikle Sieldce Kampı’nda tutuluyor, oradan da lejyona hazırlamak üzere Jedlni’ye gönderiliyorlardı. Daha sonra ön kamp görevini Deblin’de bulunan kamp (307. Kamp) üstlendi. İdil-Tatar Lejyonu’nun
komutanlığına, yaşlı ve tecrübeli asker olan Binbaşı Oskar
von Zeckendorf (1875-?) getirildi.
Plan gereği, İdil-Tatar Lejyonu’nun ilk taburu olan 825.
Tabur 1 Aralık 1942 tarihinde oluşturulmalıydı, ama tabur, bu tarihten de önce, 25 Kasım’da oluşturuldu. 826.
Taburun ise 15 Aralık 1942’de, 827. Taburun 1 Ocak
1943 tarihinde oluşturulması gerekiyordu. Fakat bu oluşumlar 15 Ocak ve 10 Şubat 1943 tarihlerinde gerçekleştirildi.9
Bu üç taburun hepsi hakkında ilk defa 3 Kasım 1942 tarihli belgede “kurulmakta olan taburlar” şeklinde bahsedilmektedir.10
Polonya Jedlni’de oluşturulan ve Doğu Lejyonları Komutanlığı emrinde olan Tatar taburlarından başka da Alman
ordusu bünyesinde Tatar taburları vardı. Büyük ihtimalle,
diğer Alman ordularında da buna paralel olarak veya daha
sonra (örneğin, 1944 yılında)başka Tatar birlikleri kuruldu. Bunların bazıları askerî, diğerleri inşaat ve tedarik birimlerinden oluşuyordu.
825. Tabur
Bu tabur, oluşturulan Tatar taburları arasında en çok bilinenidir. Alman ordusu kurulan her birim ile ilgili Stammtafel adı verilen bir dosya (soyağacı şeklinde tercüme
edilebilir) tutuyordu. 825. Taburun dosyasında şu bilgiler mevcuttur: “İdil-Tatar 825. Piyade Taburu aşağıdaki
birimlerden oluşmaktadır: karargâh, merkez bölüğü ve
dört bölük. Posta kodu: 42683AE. Askerî Valilik Bölge
Komutanlığı’nın emrindedir. Askerî birimdir. Yedek bölüğü Radom’da (Jedlni Kampı) bulunmaktadır. Alman
personelleri için 304. Grenadier Yedek Taburu, Plauen”.11
Tabur komutanı olarak Binbaşı Zeck atandı. Taburda ne
kadar Tatar lejyonunun olduğu bize ulaşan belgelerde belirtilmiyor, ama bu tür diğer birliklerdeki asker sayısından
yola çıkarak bu taburda 900 civarında askerin bulunduğunu söyleyebiliriz.
825. Tabur, 1943 yılının Şubat ayının sonunda Almanlara
karşı silahlı çatışmaya girmesi ile bilinmektedir. Bu konu
gazetelerde geniş yer buldu.12 Olay şu şekile gerçekleşti: Tabur 14 Şubat 1943 tarihinde törenle cepheye gönderildi. Belarus partizanlarına ait bir kaynakta söz konusu
tören ile ilgili şunlar yazılmaktadır: “Tabur Jedlni’den partizanlar ile savaşmaya gönderilmeden önce, Berlin’den bir
konuşma yapmak için soyadını bilmediğimiz bir profesör
geldi. Profesör konuşmasını yabancı dilde yaptı ve lejyonerleri Bolşevikleri yok etmeye çağırdı. Hitler tarafından “Tatar
Devleti’nin” kurulacağını ve gelecekte güzel hayatları olacağını söyledi.”13 18 Şubat tarihinde tabur Vitebsk’e ulaştı
ve buradan Suraj Yolu üzerinden Belınoviç Köyü tarafına
gönderildi. Daha sonra bölüğün ana karargâhı Batı Dvina’nın sağ kıyısındaki Gralevo Köyü’ne yerleşti. 21 Şubat
tarihinde lejyonerlerin temsilcileri partizanlar ile temas
kurdular. M. Garaev’in bildirdiğine göre, olay şöyle gerçekleşti: “Lejyonerlerden dördü görüşme için partizanların
yanına gittiler ve kendilerinin lejyon içerisinde kurulan yer
altı örgütün talimatı ve görevi üzerine geldiklerini bildirdiler. Partizanlar lejyonerlere kendi şartlarını ileri sürdüler.
Öncelikle lejyonerler kendilerine katılmadan önce, sadece Alman subaylarını değil, Senkovo, Gralevo ve Suvarı köylerinde bulunan Alman askerî garnizonlarını da yok edeceklerdi.
Ayrıca lejyonerler üç gruba ayrılarak partizanlara katılacak
ve silahları ile bütün mühimmatlarını teslim edeceklerdi.
Partizanların son şartı kendi güvenliklerini sağlamak için
ileri sürdükleri açıktı.”14
Görüşmeler sonucunda lejyonerlerin 22 Şubat günü saat
23.00’te taburda isyan çıkararak, silahları ile partizanların
tarafına geçmesi kararlaştırıldı. Görünen o ki, Almanların
bu anlaşmadan haberi oldu. İsyanın gerçekleşmesine bir
saat kala ayaklanmanın liderleri Jukov, Taciev ve Rahimov
tutuklandılar. Olaylar böyle gelişirken Birlik Komutanı
Hüseyin Muhamedov liderliği üstlenerek farklı köylerde yer alan taburun bütün birimlerine ayaklanma emri
gönderdi ve tabur ayaklandı. Kaynaklara göre, sadece II.
Bölüğün iki timine bu haber ulaşmamıştı.
Tugay Komutanı Birülin, Partizan Hareketi Karargâhı’na
aynı gece yazdığı raporunda, 45 mm’lik üç top, altı maki neli tüfek, dört tabur harcı, 22 el makine tüfeği, 430 otomatik silah, 76 tabanca, 26 at ve pek çok askerî malzeme
ile birlikte 506 lejyonerin kendilerine katıldığını bildirdi.
Bu lejyonerler Zaharov ve Birülin’in komuta ettiği partizan taburları arasında bölüştürüldü.15
Vitebsk Komünist Parti İl Başkanlığı Sorumlu Organizatörü K. Şemyalis’in aynı İl Başkanlığı Genel Sekreteri
İ. Stulov’a gönderdiği 30 Mart 1943 tarihli habere göre,
ayaklanma esnasında Alman karargâhı yok edildi, 60-70
civarında Alman personeli öldürüldü ve partizanlar tarafına 930 lejyoner 45 mm’lik üç top, 100 civarında makineli
tüfek, bir ağır makineli tüfek, 550 tüfek, oklar, atlar gibi
malzemeler ile katıldı. Buradaki verilerin bir önceki belgeden hayli farklı olduğu görülmektedir.
Alman kaynaklarda bu olayın nasıl aktarıldığı da ilginçtir.
22 Şubat – 8 Mart 1943 tarihleri arasında Vitebsk ilçesinde partizanlara karşı yürütülen operasyonun kod adı
Yıldırım (Kugelblitz) idi. Operasyonları Tümgeneral Yakobi ile Tümgeneral Fon Vartenberg komuta ediyordu.
O zamanlar Doğu taburlarının bulunduğu bütün Alman
ordularında Doğulu birliklere komutan görevlendiriliyordu. Tümgeneral Fon Vartenberg de bölgedeki lejyonerlerin komutanı idi. Partizanlara karşı 201. Tümen’in
dört alayı, 631. Rus-Kazak Birliği ve 825. Tatar Taburu
mücadele edecekti. Daha yolun başında Tatar taburunun
partizanlar tarafına geçmesi, Alman komutanları için
olumsuz bir gelişme oldu. Neticede Almanların Batı Dvina kıyısındaki sağ kanatının hücumları bir müddet tamamen durdu. Tümgeneral Yakobi 12 Mart 1943 tarihinde
günlüğüne, “Saldırıların hemen öncesinde İdil-Tatar Taburu’nun düşman tarafına geçmesi, 601. Alay’ın saldırılarını
zorlaştırdı ve sağ kanattaki gücümüz zayıadı” şeklinde
not düşmüştü. Başka bir yerde ise Tatar lejyonerlerinin
sebep olduğu zararı küçük göstermeye çalışmıştı: “Alayın
Buevo tarafına hızlı saldırısı ve onların Bikkel’in grubu ile
birleşmesi sonucunda İdil-Tatar taburu safdışı edildi ve oluşan boşluk giderildi.”16 Lejyonerlerin isyanından neredeyse
hemen sonra bu konu ayrıntısına kadar incelemeye tâbi
tutuldu. İnceleme raporunda da konuyla ilgili şöyle malumat yer aldı: “Tabur yarım yıl hazırlık yaptıktan sonra savaşa gönderildi. Taburda 900 kişi vardı ve bunların 60
tanesi Almandı. Tabur çok iyi silahlandırılmıştı: üç tanksavar, makineli tüfekler, ağır ve hafif bombaatarlar. Tabur
Komutanı Binbaşı Zeck, görüşmede zaman azlığı sebebiyle
lejyonerlerin ideolojik eğitiminin zayıf kaldığına dikkat çekti. Birlikler cephede güçlü düşman ile karşı karşıya gelince
Sovyet propagandasına kolay yem oldular. Bilindiği kadarıyla bazı Tatar aydınları geceleyin Alman personellerine saldırı
ile başlayan ayaklanmanın liderliğini üstlendiler.” 14 Mart
tarihinde polis birimi 557 lejyonerin partizanlara katıldığını tespit etti. “Onlar Turba Fabrikası’nda Birulin’e teslim
oldular. Daha sonra kuzey yönüne gidip Kozloviç Gölü civarına vardılar. Onlara şüpheyle yaklaştıkları için 20-30’ar
gruplara ayırdılar.”17 Tatar lejyonerleri hakkında bahsedilen günlüğün bir başka yerinde daha bilgi verilmektedir.
Günlükte verilen bilgiye göre, “Kugelblits” operasyonu
esnasında 252 partizan öldürülmüş olup bunlardan ikisi Alman üniforması giyen Tatarlardı. Esir alınan dokuz
partizandan biri de Tatar lejyoneri idi. Polisin bildirdiğine
göre, öldürülenlerin kesin sayısı bilinmiyordu.
Böylece İdil-Tatar Lejyonu’nun ilk savaş macerası Alman
tarafı için başarısızlıkla sonuçlandı. Bahsedilen belgelerde, dolaylı da olsa bunun sebepleri açık görülmektedir.
Öncelikle “bazı Tatar aydınlarının” lejyonerler arasındaki
faaliyetleri etkili oldu. Bunlar taburun partizanlar tarafına
geçmesini sağladılar.
Partizanlar tarafına geçen eski lejyonerlerin hemen Almanlara karşı mücadelelere katıldığı görülmektedir. Özellikle 28 Şubat 1943 tarihindeki çatışmalar ablukayı yarmak maksadıyla çok yoğun oldu.
825. Tabur’un ayaklanması Alman yönetiminde şok etkisi
yarattı. Bu olay, Doğu lejyonlarının bundan sonraki süreçteki kaderinin belirlenmesinde önemli rol oynadı.
Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet (1883-1958): İstanbul’da doğdu. Harp Okulu’nu (1904), Harp Akademisi’ni (1907) bitirdi. Kurmay Yüzbaşı olarak Balkan (1912) ve I. Dünya savaşlarına (1914-18) katıldı. Akademi’de hocalık yaptı. 1920-21’de Bern Ataşesi oldu. Yarbay rütbesiyle Anadolu’ya geçerek Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda I. Tümen Komutanı olarak görev yaptı (1921). Albaylığa yükseltilerek II. Ordu Kurmay Başkanlığı’na atandı (1922). 1922-24 yılları arasında Tümen Komutanı, 1924-26 yılları arasında Genelkurmay Harekât Dairesi Reisi, 1926-30’da Mirlivalığa (General) yükseltilerek 7. Tümen Komutanı, 1930-32’de İzmir Müstahkem Mevki Komutanı oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra, II. Dünya Savaşı günlerinde gazetelerde, Alman ordularının yenilmezliğine ilişkin yazılar yazdı. Hüseyin Erkilet 1958 yılında Ankara’da vefat etti. Başlıca yapıtları arasında; Yıldırım, Büyük Harpte Tank Muharebeleri, Seferi Karargâhlarda Kurmay Görevleri vardır.
Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet (1883-1958): İstanbul’da doğdu. Harp Okulu’nu (1904), Harp Akademisi’ni (1907) bitirdi. Kurmay Yüzbaşı olarak Balkan (1912) ve I. Dünya savaşlarına (1914-18) katıldı. Akademi’de hocalık yaptı. 1920-21’de Bern Ataşesi oldu. Yarbay rütbesiyle Anadolu’ya geçerek Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda I. Tümen Komutanı olarak görev yaptı (1921). Albaylığa yükseltilerek II. Ordu Kurmay Başkanlığı’na atandı (1922). 1922-24 yılları arasında Tümen Komutanı, 1924-26 yılları arasında Genelkurmay Harekât Dairesi Reisi, 1926-30’da Mirlivalığa (General) yükseltilerek 7. Tümen Komutanı, 1930-32’de İzmir Müstahkem Mevki Komutanı oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra, II. Dünya Savaşı günlerinde gazetelerde, Alman ordularının yenilmezliğine ilişkin yazılar yazdı. Hüseyin Erkilet 1958 yılında Ankara’da vefat etti. Başlıca yapıtları arasında; Yıldırım, Büyük Harpte Tank Muharebeleri, Seferi Karargâhlarda Kurmay Görevleri vardır.
Nuri Killigil Paşa’nın Almanya Dışişleri Bakanlığı’nı Ziyareti
1939 Ekim ayı sonlarında von Hentig, Türk politikacı Nuri Killigil Paşa ile istişarede bulunmak üzere Berlin’e çağrıldı. Nuri Paşa, Osmanlı Devleti Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kardeşi idi. Kendisi mülteci olmamakla beraber ağabeyinin siyasî mirasının yöneticisi olarak Pantürkizm’in tanınmış temsilcilerinden biriydi. Bu sebeple bazı Türk-Tatar mülteci teşkilâtları tarafından bir nevi sözcü olarak kabul ediliyordu. Berlin’e gidişi de muhtemelen bu teşkilâtların bilgisi dâhilinde ve tasvibi ile oldu. Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı Ernst Woermann, Büyükelçi von Hentig ve Nuri Paşa’nın katıldığı toplantıdan Nuri Paşa’nın istekleri gerçek dışı bulunduğu için kesin sonuç alınamadı. Nuri Paşa önce müzakerede bulunduğu şahısların önüne Türk Hükümeti’nin toprak isteklerinin belirtildiği bir harita koydu. Ama bu istekleri Türk Hükümeti’nin temsilcisi olarak değil, bir özel şahıs olarak dile getiriyordu. Zaten seyahati de tamamen özeldi. Düşüncesine göre, Türkiye’ye katılması gereken toprakların yanı sıra Orta Asya’da yeni kurulacak bir sıra bağımsız Türk Devleti’nin de planlanması gerekiyordu. Almanya Dışişleri Bakanlığı, Nuri Paşa’dan daha sonra yarar sağlanabileceği kanısına sahip olmakla beraber Pantürkizm fikirlerini gerçekçi bulmadığı için onun yardım ve işbirliği önerilerini reddetti. Bu sıralarda Almanya Büyükelçisi olarak, Ankara’da Franz von Papen bulunuyordu. Von Papen Pantürkizm’in ateşli bir taraftarı ve teşvikçisi idi. Savaşın ilk aylarında birçok kez meşhur mültecilerin özellikleri hakkında Almanya Dışişleri Bakanlığı’na bilgiler yolladı ve kendilerinden faydalanılması için tavsiyelerde bulundu. Von Papen’in hedefi, Türkiye’de çok faal olan mülteci grupları ve meşhur Pantürkistler vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Almanya safında savaşa katılmasını sağlamaktı. General Erden ve General Erkilet’in Kırım ve Sovyetler Birliği’nin güneyinde, özellikle Türklerle meskûn bölgelerde yaptıkları gezi ve Nuri Killigil Paşa’nın istişarelerde bulunmak üzere Berlin’e gidişi, Büyükelçi von Papen’in davetiyle gerçekleşti.
Nuri Killigil (1889-1949): 1889’da İstanbul’da doğdu. Harp Okulu’nu, Harp Akademisi’ni (1911) bitirdi. 1912’de Trablusgarp Savaşı’na katıldı. Ağabeyi Enver Paşa’nın etkisi ile rütbesi yüzbaşılıktan yarbaylığa yükseltildi. I. Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaştı. Savaşın sonuna doğru kıdem ve hizmeti yetmediğinden “itibari” olarak Ferik (Korgeneral) rütbesi verilip Enver Paşa’nın Kafkasya’da oluşturduğu “İslâm Ordusu” Komutanlığına getirildi. Kurtuluş Savaşından sonra İstanbul’da Sütlüce’de döküm fabrikası kurdu ve II. Dünya Savaşı sırasında ordu için mühimmat üretti. Fabrikadaki bir patlamada 1949 yılında öldü
Avukat Müstecip Ülküsal ve Dr. Edige Kırımal’ın Berlin’e Gönderilmesi
Alman-Sovyet Savaşı’ndan önce Almanya’da, Kırım Türk-Tatarlarını temsil edecek mülteciler olmadığı gibi karşı istihbarat yönünden herhangi bir işbirliği de mevcut değildi. Kırım Millî Merkez Başkanı Cafer Seydahmet, Londra’da sürgünde bulunan Polonya Hükümeti ile sıkı münasebette bulundu ve Nazi rejimine karşı açıkça cephe aldı. Kırım Millî Merkez mensupları Kırım lehinde bir siyasî gelişme sağlayabilmek için Cafer Seydahmet’i ikna ederek, Berlin’de bir Kırım Türk Millî Merkezi oluşturmayı düşündüler. Bu niyet ve kararlarını General Erkilet’e bildirdiler. General Erkilet cephe gezisinde, Büyükelçi von Hentig’e bu konuyu duyurdu ve desteğini sağladı. Müteakiben bir Kırım heyetinin Berlin’e gönderilmesi için Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Almanya Büyükelçisi Franz von Papen’e müracaat edildi. Bu heyeti teşkil eden iki kişiden biri Dobruca’dan yeni gelen Avukat Müstecip Ülküsal, diğeri Dr. Edige Kırımal idi. Müstecip Ülküsal, bir taraftan adliyedeki işine devam ediyor, bir taraftan da Almanya’ya gitme hazırlığı yapıyordu. Ekim ayında, adliye kuraları çekildi, Müstecip Ülküsal’a Keşan Savcı Yardımcılığı çıktı ve oraya gitmek üzere harcırahını (yolluğunu) da aldı. Bu sıralarda, Berlin’e gitmesi kesinleşince adliyeden istifa etti. 26 Ekim’de Cafer Bey’den aldığı telgraf üzerine trenle İstanbul’a hareket etti. Emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda görevli Werner Otto von Hentig’e ve Türkiye Büyükelçisi Hüsrev Gerede’ye takdim edilmek üzere kendilerine birer mektup verdi. Bir ay sonra Almanya Başkonsolosluğu’ndan vize alındı. 27 Kasım 1941
Perşembe günü (Avukat Müstecip Ülküsal ile Dr. Edige Kırımal) İstanbul’dan trenle yola çıktılar ve 2 Aralık 1941’de Berlin’e vardılar.
Avukat Müstecip Ülküsal’ın Berlin’deki Faaliyetleri
Müstecip Ülküsal 3 Aralık 1941 tarihinde Dr. Edige ile Alman Dışişleri Bakanlığı’na giderek burada çalışan Kazanlı Prof. Âlimcan İdrisî Bey’i buldular. Kendisine tavsiye mektuplarını verdiler ve Cafer Seydahmet Bey ile arasındaki eski dargınlığın unutulmasını, anlaşma ve işbirliği zamanının geldiğini, kendisinin Türk alemi için yaptığı hizmetlerin takdir edildiğini ve Berlin’deki çalışmaları için yardımcı olmasını rica ettiler. Prof. Âlimcan, esir Türklerin bu savaşta kurtulacaklarını ümit ettiğini ve bunun için elbirliği ile çalışmak gerektiğini, kendisinin yardımını esirgemeyeceğini ifade etti ve Dr. Edige ile Avukat Müstecip’i, Werner von Hentig’e götürdü. Müstecip Ülküsal, Fransızca olarak Hentig’e “Memleketimizi ve milletimizi komünizmden ve Rus zulmünden kurtaran Alman ordularına şükran borcumuz vardır. Kırım’a gidip, halkımız ile çalışabildiğimiz zaman bu borcumuzu ödemeye çalışacağız. Muzaffer Alman orduları sayesinde hürriyetine kavuşmuş bulunan Kırım Türklerinin Almanya’ya karşı tam sadakatle bağlı olacağından şüphe edilmemelidir. Kırım Türklerine tanınacak hak ve hürriyet, Rus esiri diğer Türkler için ümit kaynağı teşkil edecek, Alman-Türk işbirliğinin temeli olacaktır” dedi. Bu sözleri dikkatle dinleyen Hentig “Alman milleti ve ordularının sizin şükranınıza, yalnız Kırım’ı kurtarmakla değil, oradaki milletinize hürriyet ve saadet vermekle hak kazanacaklarını ve bunu vermeye çalışacaklarını”söyledi. Werner von Hentig, akşam Paris’e gideceğini, birkaç gün kalıp döneceğini, onları Harbiye Nezareti’nde Türk esirleri ile meşgul olan Dimmer ile tanıştıracağını söyledi. Âlimcan İdrisî, kendilerine çok yakınlık gösterdi. Rusya’nın gelecek idaresi hakkında Almanya’da iki düşünce ve cereyan olduğunu açıkladı:
1) Bütün Rusya’yı bugünkü sınırları içinde bir bütün hâlinde Almanya’nın bir sömürgesi olarak idare etmek;
2) Rusya’yı sınırları içinde ve fakat kendi yurtlarında yaşayan milletlere bölerek ve bunlara mahallî özerklik vererek ayrı ayrı idare etmek. “Bu düşüncelerden birincisi, Rosenberg’in işgal altındaki Doğu Mıntıkaları Bakanlığı’nın, ikincisi ise Dışişleri Bakanlığı’nındır (Auswârtiges Amt). Ama meselede son söz ve karar Hitler’indir. Bu hususta son sözü ne zaman söyleyecektir. Bunu kimse bilemez” dedi. Ertesi günü Müstecip Ülküsal, Alman subayı Dimmer’i görmek üzere Harbiye Nezareti’ne gitti. Dimmer, kendilerini bakanlığın önemli bir şubesinde görevli iki Alman subayı ile tanıttı ve Kızıl Ordu’dan alınan esirlerin işleriyle bu subayların ilgilendiğini söyledi. Bu subaylar Türkleri, Rus, Ukraynalı, Ermeni, Gürcü ve diğer esirlerden ayırdıklarını, hepsine aynı gıdayı verdiklerini, Türk esirlerinin sayılarını bilmediklerini ve ziyaret için izin alınması gerektiğini söylediler. 6 Aralık 1941’de Rosenberg’in Doğu Bakanlığı Kafkas Dairesi Başkanı Prof. Dr. Gerhard von Mende’yi ziyaret ettiler. Bu ziyarette Mende “Tatarlara karşı çok kötü cereyan olduğunu, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından Almanya’nın büyük menfaat sağlayacağını, Rusya’dan zaptedilen toprakların birtakım bölgelere ayrıldığını, Kırım’ın tamamının henüz işgal edilmemesi nedeniyle herhangi bir bölgeye bağlanmadığını, ama Ukrayna bölgesine bağlanma ihtimalinin kuvvetli olduğunu, kendilerinin kontrolündeki esir kamplarında 150 kadar Kırımlı esir Türk’ün tespit edildiğini, bu esirlerin memleketlerine gönderilmeleri veya serbest bırakılmaları için Harbiye Nezareti’ne başvurduklarını, fakat henüz sonuç alamadıklarını” bildirdi. Avukat Müstecip, beş yıldan beri Berlin Üniversitesi’nde okuyan Kazan Türklerinden Ahmet Temir ile yaptığı temasta, esirlerle ilgili olarak şu bilgileri aldı: “Bakanlıkta esirlerle meşgul olmak üzere yedişer-sekizer kişilik komisyonlar teşkil edilmiştir. Bunların her birinde Rusya’da yaşayan milletlerin bir veya iki temsilcisi bulunmaktadır. Reisleri Alman’dır. Komisyonlar, esir kamplarına giderek milletdaşlarını buluyorlar, onlarla konuşarak memleketlerine dair bilgi alıyorlar. Türkler diğer milletlerden ayrı kamplara konulmaktadır; Türkistan, İdil-Ural, Azerbaycan kampları vardır. Kırımlılar az olduklarından, Kazanlıların kamplarına verilmektedirler. Tüm esirlerin %13’ünü teşkil eden okuma yazma bilen esirler diğerlerinden ayrılarak imtiyazlı bir kampa konulmaktadır Bunların kampı Berlin yakınlarındadır. Bunlar, özel şekilde yetiştirilip ileride memleketlerinde kurulacak muhtar idarelerde kullanılacaklardır. Memur ve polis olarak hazırlanmaktadırlar. Almanlar tanınmış eski partici ve siyasetçilerle işbirliği yapmak istememekte, tarafsız ve genç unsurları tercih etmektedirler. Rusya’daki memleketlerin ve Türk illerinin gelecekteki idare ve hükümet şekillerine dair hiçbir şey söylememektedirler
6 Aralık 1941’de Rosenberg’in Doğu Bakanlığı Kafkas Dairesi Başkanı Prof. Dr. Gerhard von Mende’yi ziyaret ettiler. Bu ziyarette Mende “Tatarlara karşı çok kötü cereyan olduğunu, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından Almanya’nın büyük menfaat sağlayacağını, Rusya’dan zaptedilen toprakların birtakım bölgelere ayrıldığını, Kırım’ın tamamının henüz işgal edilmemesi nedeniyle herhangi bir bölgeye bağlanmadığını, ama Ukrayna bölgesine bağlanma ihtimalinin kuvvetli olduğunu, kendilerinin kontrolündeki esir kamplarında 150 kadar Kırımlı esir Türk’ün tespit edildiğini, bu esirlerin memleketlerine gönderilmeleri veya serbest bırakılmaları için Harbiye Nezareti’ne başvurduklarını, fakat henüz sonuç alamadıklarını” bildirdi. Avukat Müstecip, beş yıldan beri Berlin Üniversitesi’nde okuyan Kazan Türklerinden Ahmet Temir ile yaptığı temasta, esirlerle ilgili olarak şu bilgileri aldı: “Bakanlıkta esirlerle meşgul olmak üzere yedişer-sekizer kişilik komisyonlar teşkil edilmiştir. Bunların her birinde Rusya’da yaşayan milletlerin bir veya iki temsilcisi bulunmaktadır. Reisleri Alman’dır. Komisyonlar, esir kamplarına giderek milletdaşlarını buluyorlar, onlarla konuşarak memleketlerine dair bilgi alıyorlar. Türkler diğer milletlerden ayrı kamplara konulmaktadır; Türkistan, İdil-Ural, Azerbaycan kampları vardır. Kırımlılar az olduklarından, Kazanlıların kamplarına verilmektedirler. Tüm esirlerin %13’ünü teşkil eden okuma yazma bilen esirler diğerlerinden ayrılarak imtiyazlı bir kampa konulmaktadır Bunların kampı Berlin yakınlarındadır. Bunlar, özel şekilde yetiştirilip ileride memleketlerinde kurulacak muhtar idarelerde kullanılacaklardır. Memur ve polis olarak hazırlanmaktadırlar. Almanlar tanınmış eski partici ve siyasetçilerle işbirliği yapmak istememekte, tarafsız ve genç unsurları tercih etmektedirler. Rusya’daki memleketlerin ve Türk illerinin gelecekteki idare ve hükümet şekillerine dair hiçbir şey söylememektedirler
Aynı şahıs bilâhare şu bilgileri de getirdi: “Ostro kampında 53. Hanover kampında üç, diğer kamplarda bulunan bütün esir sayısı 150’dir. Yalnız Ostro’dakiler ayrı bir liste hâlinde düzenlenmiş, diğer esirler Kazanlı esirlerle birlikte listeye geçirilmiştir. Ostro’da ayrı bir kampa alınan 53 Kırımlı esir, propaganda ve idare adamı yetiştirilmek üzere eğitilmektedirler. Bunlardan başka 20 kadar Kırımlı sivil işçi de esir sıfatıyla ayrı bir listeye geçirilmiştir. Bunların Kırım’a gönderilerek serbest bırakılacağı söylenmektedir.” Avukat Müstecip ve Dr. Edige bütün bu bilgilere rağmen Doğu Bakanlığı’ndan izin alamadılar, Kırımlı esir ve işçilerle temasa geçemediler. Müstecip Ülküsal, 10 Aralık 1941’de Kudüs Başmüftüsü Hacı Hüseyin El Eminî ile görüştü. Bu görüşmede Müstecip Ülküsal, Kırımlı olduğunu, Kırım Millî Teşkilâtı tarafından Almanya’ya gönderildiğini, Kırım’a gitmek ve orada Almanlar ile Kırım Tatarları arasında işbirliği sağlamak istediğini, Rus Komünist zulmünden kurtulup, hürriyete kavuşmak üzere olan Kırım halkının, Almanya ve ordularına müteşekkir ve minnettar olduğunu söyledi, Kırım’da hür ve özerk idarenin kurulması için Müslüman kardeşlerine yardımda bulunmalarını rica etti. Başmüftü bu sözlerden çok duygulandı ve her türlü yardımı yapacağını kesinlikle vadetti. Bunun üzerine Avukat Müstecip, 20 yıldan beri Kırım’da tatbik edilen Komünist rejimi altında Müslümanlığın çok zayıfladığını, din adamlarının sürülmesi ve öldürülmesi sonucunda Kırım’da hemen hemen hiç imamların kalmadığını, dinî kitapların bulunmadığını ve bu boşlukları doldurmak için Romanya’da yaşayan Kırımlılar arasından ilk adımda 30 hoca ve öğretmen ile yeteri kadar kitabın gönderilmesi hususunda izin alınmasının, Almanlar tarafından Kırım Türklerine tanınacak idare tarzının, diğer esir Türk ülkelerindeki Türklerin ümitlerinin ve cesaretlerinin artmasına veya azalmasına mihenk teşkil edeceğini, bu sebeple Almanların Kırım Türklerine karşı takınacakları tutumun çok büyük önem taşıdığını yüksek Alman makamlarının bilgi ve takdirine iletilmesini rica etti. 12Aralık 1941’de Ukrayna Bölgesi Başkomiseri Erich Koch ile görüşme talebinde bulunan Avukat Müstecip, Koch’dan “Ben Ukrayna Genel Valiliği’ni henüz fiilen elime almadım. Bundan dolayı benim Kırım hususunda, onun temsilcileriyle konuşacak bir meselem yoktur. Zaten Kırım’da
mülkî idare de henüz kurulmuş değildir. İleride ihtiyacım olursa ben kendilerini ararım” cevabını aldı. Almanya’da bulundukları sürece Avukat Müstecip ve Dr. Edige’nin en çok görüştükleri ve yardım gördükleri kişiler Büyükelçi von Hentig ve von Mende oldu. 17 Aralık 1941 günü von Hentig, Avukat Müstecip Ülküsal’a kendilerini en erken Şubat 1942’de Kırım’a aldırabileceğini, Romanya ve Polonya’dan Kırım’a gidecek hoca, öğretmen ve idarecileri şimdiden tespit etmelerini, toplu olarak göçün mümkün olmadığını, Kırım’da kurulacak Türk-Tatar Millî Hükümeti’nin ve idaresinin hâlen Doğu Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı arasında tartışma konusu olduğunu, Kırım’ın Ukrayna’dan ayrı ve müstakil olması için henüz karar verilmediğini, Romanya ve Polonya’ya gidebilmeleri için ilgili yerlere mektup yazdığını bildirdi. 6 Ocak 1942 günü Prof. Dr. Gerhard von Mende, Alman askerlerinin Kırım’a girişlerini Kırım Tatarlarının sevinçle karşıladığını, Alman askerleriyle beraber çalışmaya başladıklarını, bu yüzden Alman askerlerinin Tatarlara karşı güvenlerinin arttığını, Polonya’daki Tatarlarla görüşülmesinin iyi olacağını, ancak Kırım’a göçmeleri için kesinlikle birşey söylenmemesini, Romanya seyahati için bilâhare bilgi vereceğini bildirdi. 28 Ocak günü, bir Alman refakatinde Dr. Edige Polonya’ya (Ostland) gitmek üzere Şarlottenburg istasyonundan hareket etti.12 Şubat 1942 Cuma sabahı, Avukat Müstecip Alman Başkonsolosluğu’na giderek, müsteşarın mektubunu verdi. Yarım saatlik bir konuşmayı müteakip Başkonsolos, Köstence Valisi’ne takdim edilmek üzere bir mektup yazıp verdi. Avukat Müstecip, valiye Kırım Türklerinin temsilcisi sıfatıyla Berlin’de bulunduğunu, Kırım Türklerinin Almanlarla birlikte Bolşeviklerle savaştığını, bunların arasında Romen askerlerinin de bulunduğunu ve bu üç milletin düşmana karşı yan yana çarpıştığını söyleyerek, Dobruca’daki Kırım Türklerinden Kırım’a çalışmak üzere gitmek isteyecek öğretmenlere, din adamlarına müsaade edilmesini, oradaki ahaliye gönderilecek gıda yardımının naklinin sağlanmasını, Berlin’den Dobruca’ya sırf bu maksatla geldiğini bildirdi. Avukat Müstecip, Ataşemiliter Yarbay Braun’u ziyaretinde Romenlerin elinde Kızıl Ordu’dan alınmış 300 kadar Tatar esirinin bulunduğunu, bunun 150’sinin Türkistanlı, 100’ünün Kafkasyalı ve 50’sinin de Kırımlı olduğunu, bunların büyük bir kısmının köylerde tarla işlerinde çalıştırıldığını öğrendi
Ayaz İshaki ve Mehmed Emin Resulzade’nin Ziyaretleri
17 Temmuz 1939’da Ayaz İshaki, 6 Ağustos’ta da Mehmed Emin Resulzade Polonya’dan Romanya’nın Köstence şehrine geldiler. 13 Ağustos günü, gelen misafirlere Köstence’nin Zeçe May (10 Mai) lokantasında, DTHB Merkez Yönetimi adına 50 kişilik bir ziyafet verildi. Ayaz İshaki, bu ziyafetteki konuşmasında, “Kardeşlerim, dünyanın yeniden çok dalgalandığı ve tekrar karışmaya başladığı bir sıradayız. Bunun sonunda Sovyet Rusya’nın yeniden parçalandığına ve birtakım yeni devletlerin kurulduğuna şahit olacağız. Kurulacak bu yeni devletler, Promete’ye dâhil milletlere ve bizim Türk illerine ait olacaktır.
Rusya’nın ilk parçalanma tarihi olan 1917’deki hazırlıksızlığımız şimdi yoktur. Bugün artık bütün devlet merkezlerinde, her Türk ilinin istiklâl davasının mahiyet ve ehemmiyeti
anlaşılmış ve hepsi için ayrı ayrı dosyalar açılmıştır. Fakat
kardeşlerim, mukaddes haklarımızın tanıtılması ve haklı
davalarımızın kazanılması için siz Kırımlılar kendi aranızda, İdil-Urallılar, Azerbaycanlılar, Türkistanlılar, Şimali
Kafkasyalılar kendi aralarında, sonra hepimiz öz aramızda
tam surette anlaşmalı ve birleşmeliyiz.”demiştir.
Mehmed Emin Resulzade ise “Son günlerde bütün dünya
yeniden çalkalanmaya ve sarsılmaya, millet ve memleketlerin mukadderat ve hakları bahis mevzuu olmaya başlamıştır. Bu meyanda Rus mahkûmu milletlerin ve bilhassa biz
Türklerin de mühim yer işgal edeceğimize şüphemiz yoktur.
Rusya’nın parçalanacağı, mahkûm Türk illerinin kurtulacağı muhakkak ve yakındır. Bu mesut ve şerefli gün için birleşelim ve hazırlanalım” demiştir.
II. Dünya Savaşı’nın arifesinde söylenen bu sözler, Rus
esiri milletlerin kurtulacağı hakkında beslenen ümitlerin
ne kadar canlı ve yaygın olduğunu göstermektedir.
1924 yılında V. İ. Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin başına geçen İ. Stalin, 1953 yılına kadar 29 yıllık iktidarı boyunca Sovyet ideolojisini şekillendirdi. Bu dönemde Sovyetler Birliği; bürokratik işleyişini ve parti yapısını oluşturdu, sanayileşti,
II. Dünya Savaşı’na girdi ve galip çıktı. Sürgünler, kıyımlar, infazlar, kamplar, açlık dönemi yaşandı. Milyonlarca insan öldü. Bütün bu gelişmelere rağmen Sovyetler Birliği, yine bu dönemde bir dünya gücü olarak iki kutuplu dünya düzeninde yerini aldı. Sovyetlerin II. Dünya Savaşı’nda cephede ön saflara sürdüğü bölüklerin büyük bir kısmı Türklerden oluşuyordu. Savaşın başında tüm Rusya Türkleri gibi Kırım Türkleri/Tatarları için de esaretlerinin sona ermesi için bir ümit belirdi. Alman ordusunu Kırım’a girişte kurtarıcı olarak selamlayan Kırım Türkleri aslında durumun hiç de öyle olmadığını, Almanların o coğrafyaya sömürge imparatorluğunu kurdukları zaman anladılar. Alman ordusu Kırım’da yaklaşık iki buçuk yıl kaldı ve bu süre zarfında Kırım Türkleri Ruslar gibi Almanlara da güvenilemeyeceğini gördüler. Kısa bir süre sonra ise Kırım Türkleri Ruslar tarafından Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle suçlandılar ve sürgün edildiler. Bu dönemde Rusya Türklerinin Cafer Seydahmet Kırımer, Müstecip Ülküsal, Ayaz İshaki, Mehmet Emin Resulzade ve Edige Kırımal gibi önemli temsilcilerinin Almanya, Romanya, Türkiye, Polonya ve Kırım’daki siyasî oluşumları ve yazışmalarından oluşan çalışmamın temel problematiği savaş öncesi ve sonrası dönemde Kırım Türklerinin siyasî faaliyetleri ve bağımsızlık mücadeleleridir. Bu araştırmada, Müstecip Ülküsal’ın II. Dünya Savaşı’nda 1941-1942 Berlin Hâtıraları ve Kırım’ın Kurtuluş Dâvası ve Edige Kırımal’ın Der Nationale Kampf der Krimtürken(Kırım Türklerinin Millî Mücâdelesi), Patrik von zur Mühlen’in Gamalıhaç İle Kızılyıldız Arasında (II. Dünya Savaşında Doğu Halklarının Milliyetçiliği) adlı eserleri, Emel Mecmuası ile Yana Milli Yol dergisi, orijinal mektuplar ve Müstecip Ülküsal Hayatı ve Faaliyetleri konulu tez çalışmamdan yararlanarak nitel yöntemle tarama, veri toplama ve veri analizi ile araştırma sonuçlarımı oluşturdum. II. Dünya Savaşı, 1939’dan 1945’e kadar süren Birleşik Krallık, ABD, Çin, Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletlerin katıldığı küresel bir askerî çatışmadır. 100.000.000’dan fazla askerî personelin dâhil olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük ve en kanlı savaştır. Resmî kayıtlara göre II. Dünya Savaşı’nda 27.000.000 SSCB vatandaşı öldü (Bu rakamı 40.000.000’a kadar çıkaranlar da vardır). Bütün Sovyetler’de; 1935-1936 yılları arasında 190.246 kişi tutuklandı, bunlardan 2.347’si kurşuna dizildi. 1937-1938 yılları arasında 1.372.392 kişi tutuklandı, bunlardan 681.692’si kurşuna dizildi. 1939-40 yılları arasında ise 121.033 kişi tutuklandı; 4.644 kişi kurşuna dizildi.

II. Dünya Savaşı sırasında Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle ilk önce Kırım Türkleri, akabinde Kafkasya halklarından Çeçenler, İnguşlar, aynı bölgede yaşayan Türk asıllı Karaçaylar, Balkarlar, Kalmuklar ve Gürcistan’ın güneybatısında yaşayan Meshet (Ahıska) Türkleri de topyekûn sürgüne uğrayarak anavatanlarından koparıldılar. Kırım Türklerinin yaklaşık yarısı bu yolculuk esnasında ve sürgünü takip eden yıl içinde açlık ve sefalet yüzünden hayatlarını kaybetti. Görüldüğü gibi Rus yayılmacılığının bir yöntemi olarak kabul edilen ve Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanların varlığı sorununa kesin çözüm getirecek tek çıkar yol olarak görülen “sürgüne gönderme politikası” ilk olarak Kırım’da uygulandı ve sonraki yıllarda da sürgün politikası Ruslar tarafından Kafkas halkları için etkin olarak kullanıldı. 1930 ile 1953 yıllarında topyekûn sürgüne uğrayarak Sibirya, Orta Asya, Uzak Doğu ve Uralların boş arazilerine gönderilen bu insanların sayısı yaklaşık 6.000.000’du ve 1.500.000 de insanlık dışı yolculuklar sırasında hayatını kaybetti.

Almanya’da bulundukları sürece Avukat Müstecip ve Dr. Edige’nin en çok görüştükleri ve yardım gördükleri kişiler Büyükelçi von Hentig ve von Mende oldu.

17 Aralık 1941 günü von Hentig, Avukat Müstecip Ülküsal’a kendilerini en erken Şubat 1942’de Kırım’a aldırabileceğini, Romanya ve Polonya’dan Kırım’a gidecek hoca, öğretmen ve idarecileri şimdiden tespit etmelerini, toplu olarak göçün mümkün olmadığını, Kırım’da kurulacak Türk-Tatar Millî Hükümeti’nin ve idaresinin hâlen Doğu Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı arasında tartışma konusu olduğunu, Kırım’ın Ukrayna’dan ayrı ve müstakil olması için henüz karar verilmediğini, Romanya ve Polonya’ya gidebilmeleri için ilgili yerlere mektup yazdığını bildirdi.

Batı Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleştirilen Doğu tugayları sadece Atlantik Duvarı’nın korunmasında değil, Doğu’da olduğu gibi partizanlara karşı yapılan mücadelede de kullanılıyordu. Örneğin, 1944 yılının Haziran ayının başlarında Chantal’da Fransız partizanlarına karşı yapılan mücadeleye İdil Tatar Lejyonu’ndan üç bölük katıldı. Ağustos ayının başlarında Issoire ve Rochefort’ta Fransız partizanlarına karşı yapılan eylemlere de İdil Tatar Lejyonu bölükleri iştirak etti.
826. Tabur
826. Tabur’un 15 Aralık 1942 tarihine planlanan oluşumu gerçekleşmedi ve tabur Jedlni’de 15 Ocak 1943 tarihinde kuruldu. 1943 yılının Mart ayında 825. Tabur
isyan ettikten sonra 826. Tabur gözlerden uzak Hollanda’nın Breda şehrine gönderildi. Tabur burada güvenlik
ve diğer işlerde görevlendirildi. 826. Tabur’un askerî operasyonlara dâhil edilmesine cesaret edilemedi.
1 Eylül 1943 tarihinde tabur büyük ihtimalle Fransa’da idi
(Daha net bilgiye sahip değiliz), 2 Ekim 1943 tarihinde
tabur yeniden Hollanda’ya gönderildi ve 1945 yılının başlarına kadar orada kaldı. R. A. Mustafin 826. Tabur’da isyan girişiminin olduğunu, fakat bunun Alman istihbaratı tarafından tespit edilerek önlendiğini bildirmektedir. Bu olaydan sonra taburdaki
26 örgüt üyesi idam edildi, 200 lejyoner de ceza kamplarına gönderildi. Bu konu ile ilgili belgelere rastlayamadık.

827. Tabur
Tabur 10 Şubat 1943 tarihinde Jedlni’de oluşturuldu. 22
Haziran 1943 tarihinde 827. Tabur, Batı Ukrayna’daki
Drogobıç şehrine ulaştı ve partizanlara karşı mücadele
etmesi için 365. Saha Komutanlığı emrine verildi. Bilindiği gibi bu dönemde Almanlar, Batı Ukrayna’da partizanlara karşı çetin mücadele veriyordu ve bazı millî taburlar destek için buraya gönderildi. 827. Tatar Taburu da
bunlardan biri idi.
1943 yılının Ekim ayının başlarında 827. Tabur batıya
kaydırıldı. 13 Ekim 1943 tarihinde tabur Fransa’nın
Lannion şehrine ulaştı ve 7. Ordu’ya dâhil edildi.
Batı Ukrayna’da partizanlara karşı verilen mücadelede
827. Tabur da Alman komutanlarını hayal kırıklığına
uğrattı. Hatta taburun bu bölgeye gelmesi partizanların
güçlenmesine neden oldu, çünkü lejyonerlerin çoğu kaçarak partizanlara katıldı. Tabur Fransa’ya nakledildikten
sonra bile Almanlar için “güvenilmez” birlik olarak kaldı.
Çünkü lejyonerlerin çoğu burada da Fransız partizanlarına dâhil oldu.

828. Tabur
Bu tabur Jedlni’de 1 Nisan 1943 tarihinde oluşturulmaya
başlandı ve aynı yılın 1 Haziran tarihinde kuruluşu tamamlandı.
28 Eylül 1943 tarihinde “güvenilemez” bulunan 827. Tabur’un yerine Batı Ukrayna’ya gönderildi.
Almanların yeni gelen lejyonerlere olan umudu boşa çıktı. Kaynaklar pek çok lejyonerin taburdan kaçarak bölgede bulunan
partizanlara katıldığını ortaya koymaktadır.

829. Tabur
24 Ağustos 1943 tarihinde Jedlni’de önceki sisteme göre
oluşturuldu. Posta kodu 44547. İlk taburlardaki başarısızlıklar yüzünden 829. Tabur uzun zaman Jedlni’de bulundu. Fakat sonraları Batı Ukrayna’ya yerleştirildi.
829. Tabur’un ömrü uzun olmadı. Askerî Bölge Valiliği’nin 29 Ağustos 1944 tarihli kararı ile tabur “güvenilmez” gerekçesi ile dağıtıldı.

830. Tabur
830. Tabur’un ne zaman kurulduğuna dair net bir bilgi
yoktur. 1 Eylül 1943 tarihli belgede bu taburdan bahsedilmektedir.Fakat o tarihte bu taburun oluşturulmuş olması şüphelidir. Çünkü 26 Ekim tarihli bir başka belgede
taburun daha oluşum aşamasında olduğu yazılmaktadır.
Almanlar taburu partizanlara karşı kullanmaya cesaret
edemedi: Tabur, Batı Ukrayna ve Polonya’daki yerleşim
yerlerinin güvenliğini sağladı.
1944 yılının Haziran ayında Radom’da bulunan Alman
birliği, 830. Tabur’dan “Komünist eşkıyalar” ile bağlantı
arayışında olan bir ere ulaştı. Bu er, lejyonerlerden 20’sini
organize ederek 17 Haziran’ı 18 Haziran’a bağlayan gece
Alman personelleri öldürerek silah deposunu teşhis edip
ve çaldığı arabaya silahları yükleyerek partizanlara kaçmayı planladı. Fakat 12 ve 15 Haziran tarihlerinde isyanı
organize eden 20 kişi tutuklandı ve hapse atıldı. Bunların
17’si delil yetersizliğinden daha sonra Askerî Mahkeme
tarafından serbest bırakıldı. Gizli polis temsilcilerinin
görüşlerine göre, hukukî olarak bu karar doğruydu, ama
onun öngörülemeyen sonuçları olabileceği için durumun
Doğu Birimleri komutanı ile ayrıntılı bir şekilde ele alınması tavsiye edildi.
Savaşın son evresinde 830. Tabur, 2. Ordu bünyesinde
inşaat ve istihkâm taburu olarak mevcudiyetini korudu.
1945 yılının başlarında Vistül’e, daha sonra Pomeranya’ya
çekildi.

831. Tabur
1943 yılının sonbaharında Jedlni’de oluşturuldu. Ekim
ayının ikinci yarısına ait bir belgede muhafız birliği (veya
güvenliği sağlayacak birlik) olarak (Sicherungsbataillon)
görülmektedir. Belgeden anlaşıldığı kadarıyla bu tabur Jedlni’deki İdil-Tatar Lejyonu’nun güvenliğini sağlıyordu.
831. Tabur ile ilgili kaynaklarda başka bilgi bulunmamaktadır. İdil-Tatar Lejyonu’nda 832., 833. ve 834. taburların
oluşturulması 1943 yılının sonbahar ayları için planlandı.
1 Eylül 1943 tarihli belgede bu birliklerin oluşturulmakta
olduğu belirtilmekte, ama onlarla ilgili bilgi verilmemektedir. Büyük ihtimalle bu birlikler oluşturulamadı. G. Tessin konu ile ilgili “onların oluşturulması daha karara bağlanmadı. Çünkü verilen posta kodları 1943 yılının Aralık
ayında yeniden silindi” demektedir. Bu Tatar taburlarının
oluşturulduğuna dair herhangi bir belgeye rastlanmamıştır.
29 Eylül 1943 tarihinde Hitler bütün Doğulu gönüllülerin Doğu’dan Batı’ya nakli konusunda talimat verdi ve
bu talimat, Alman Genelkurmay Başkanlığı’nın 2 Ekim
1943 tarihli Polonya’daki Doğu lejyonlarının Fransa’nın Nansy şehrinde bulunan Batı Ordusu Komutanlığı emrine verilmesi kararına (No. 10570/43) yansıdı. Nakil
işlerinin aşağıdaki sırayla gerçekleştirilmesi planlandı:
1. Gürcü Lejyonu;
2. Kuzey Kafkasya Lejyonu;
3. DoğuLejyonları Komutanlığı;
4. Lejyonlardaki Subay Okulu;
5.İdil-Tatar Lejyonu ve Tercümanlar Okulu;
6. Ermeni Lejyonu;
7. Türkistan Lejyonu;
8. Azerbaycan Lejyonu.
Dolayısıyla Doğu lejyonlarının tamamının nakledilmesi söz
konusu değildi, bazı lejyon birimleri oldukları yerlerinde
bırakıldı. Fransa’ya Doğu lejyonlarının bütün komuta kademesi, önemli kampları ve bazı taburları nakledildi.
Bu tür kapsamlı çalışmayı gerçekleştirmek için Albay
Müller komutanlığında Özel Tasviye Merkezi kuruldu.
Karardaki tahliye sırasına ana hatlarıyla uyuldu. Örneğin, İdil-Tatar Lejyonu Komutanlığı Jedlni’nden 19 Ekim
1943 tarihinde ayrıldı. Doğu Lejyonları Komutanlığı ve
Merkezi 24 Ekim’de yola çıktı. Nakliye işi özel askerî
trenler ile acilen gerçekleştirildi. 225. Saha Komutanlığı
21 Ekim’de “Doğu lejyonlarının nakil işinin büyük sorun oluşturduğunu ve çok sayıda lejyonerin Varşova’da toplandığını bildiriyordu.” 1943 yılının Kasım ayının ilk
yarısında nakil işi çözüldü. 1 Mart 1944 tarihi itibarıyla
Batı Ordusu bünyesinde resmî olarak 61.439 yabancı ve
Doğulu gönüllü bulunmaktaydı.
Doğu Lejyonları Komutanlığı 1943 yılının Ekim ayında
Fransa’nın Nansy şehrindeyken, Kasım ayının sonlarında
komutanlık güneye Millau şehrine nakledildi. 15 Mart
1944 tarihindeki Almanlar açısından hoş olmayan askerî
durumdan ötürü Doğu Lejyonları Komutanlığı yeniden
Nansy’e taşındı (Burada söz konusu olan sadece Doğu
Lejyonu Komutanlığı’dır, Alman ordusundaki bütün gönüllüler değildir). 1944 yılının başlarında Fransa’da Doğu halklarından oluşan birliklerin yeniden yapılandırılması işi ciddi şekilde
ele alınmaya başlandı ve büyük ihtimalle bunun amacı,
onlar üzerindeki kontrolü arttırmak ve onların savaşa olan
hazırlıklarını en üst düzeye çıkartmaktı. 1944 yılının
Şubat ayında Leon’da Albay Holste komutanlığında Ana
Gönüllü Tümeni (Freiwilligen Stamm Division) adıyla
yeni yapılanma oluşturuldu. Aynı yılın Mart ayının sonunda Holste’nin yerine Tümgeneral Henning getirildi.
Tümene bağlı alaylar erlerin milletlerine göre oluşturuldu. Karargâhı Le Puy şehrinde bulunan İdil-Tatar Lejyonu, 2. Alay’a bağlıydı ve bu lejyonun isminde değişikliğe
gidilmedi.
Batı Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleştirilen Doğu tugayları sadece Atlantik Duvarı’nın korunmasında değil,
Doğu’da olduğu gibi partizanlara karşı yapılan mücadelede de kullanılıyordu. Örneğin, 1944 yılının Haziran
ayının başlarında Chantal’da Fransız partizanlarına karşı yapılan mücadeleye İdil Tatar Lejyonu’ndan üç bölük
katıldı. Ağustos ayının başlarında Issoire ve Rochefort’ta
Fransız partizanlarına karşı yapılan eylemlere de İdil Tatar
Lejyonu bölükleri iştirak etti.
Doğu lejyonları Fransa’da genel olarak Ukrayna’daki
özelliklerini koruyorlardı. İdil-Tatar Lejyonu burada da
“güvenilmez” kategorisinde değerlendirildi. 13 Temmuz
1944 tarihinde Clermont-Ferrand’da bulunan 588. Saha
Komutanlığı raporunda “Tatar Lejyonu’nun istihbarat
grubu daha önce kaçan Ermeni lejyonerlerini yakalamak
dışında hiçbir başarı gösteremedi” denilmektedir.44 Aynı
komutanlık, 1944 yılının 29 Temmuz’unu 30’una bağlayan gece bir Rus subayı ve İdil-Tatar Lejyonu’na bağlı 78
askerin partizanlara kaçtığını, geride kalanların ise hemen
kışlaya götürüldüğünü bildiriyordu. Özellikle savaşın
son safhasında Doğu lejyonerlerinin partizanlara dâhil
olma vakalarının çok olduğu bilinmektedir.

Batı cephesindeki Doğulu gönüllülerden oluşturulan tugayların çoğu küçük birimlere ayrılarak, çeşitli illerdeki
büyük Alman birimleri arasına dağıtıldı. Pek çok lejyoner
birbirlerinden ayrı kalınca çok tedirginlik yaşadı. Kısacası, Doğu lejyonlarının Batı Avrupa’da da kullanılması
Almanlar için istenilen sonuçları ortaya çıkarmadı. Pek
çok lejyoner, ilerlemekte olan Sovyet ordusuna esir düşmekten korkuyor ve müttefiklere esir düşmeyi yeğliyordu.
Fakat müttefiklere esir düşenlerin de kaderi farklı olmadı:
SSCB’nin müttefikleri ile imzaladığı anlaşma gereği, İngiliz ve Alman ordularının eline geçen Sovyet vatandaşları
daha sonra SSCB’ye iade edildi. Vatanlarına dönen bu kişilerin çoğunu sert cezalar bekliyordu.
Böylece, Almanların 1942-1943 yıllarında Tatar, Başkurt
ve Çuvaşların da dâhil olduğu SSCB’deki Türk halklarının
temsilcilerinden istifade etme planı başarısız oldu. Nazilerin bu planının başarısızlığında onlara karşı Doğu lejyonerleri arasında çalışan yeraltı örgütlerin de önemli rolü
oldu. Bu tür örgütlerin en meşhuru Gaynan Kurmaşev
ve Musa Celil’in liderliğini üstlendiği örgüttü. Bu örgüt
büyük ihtimalle 1942 yılının sonlarında faaliyete başladı.
Almanlara esir düşen Tatar subayları örgütün faal üyeleri
oldu. Örgüt üyelerinin amacı, İdil-Ural Lejyonu’nu içeriden dağıtmak ve isyan çıkartmaktı. Onlar amaçlarını
gerçekleştirmek için 1942 yılının sonbaharında Almanya
Doğu Bakanlığı tarafından lejyonerler için çıkarılmaya
başlanan İdil-Ural Gazete Matbaası’nı kullandılar.
Gaynal Kurmaşev yeraltı örgütleri kurdu ve onları koordine etti. Almanya ve Polonya’da serbest dolaşım hakkına
sahip olan Musa Celil lejyonerler arasında propaganda
çalışmalarını üstlendi. Vineta Propaganda Radyosu’nda
çalışan Ahmet Simaev ise listeleri hazırlıyor ve direniş
grupları hakkında bilgi topluyordu.
Maalesef, Kurmaşev ve Celil’in Nazi karşıtı çalışmaları Alman istihbaratı tarafından sekteye uğratıldı: 11 Ağustos gecesinde bu gruba üye olan 40 kişi tutuklandı. Yapılan
incelemeler yeraltı örgütün çalışmalarını ayrıntılı şekilde
ortaya çıkarttı. 12 Şubat 1944 tarihinde Dresden’de Askerî
Mahkeme 12 kişiye idam cezası verdi. Bunlar Musa Celil, Gaynan Kurmaşev, Abdulla Aliş, Ahmet Simaev, Ahat
Atnaşev, Abdulla Battalov, Fuat Bulatov, Salim Buharov,
Fuat Safulmülükov, Zinnat Hasanov ve Garif Şabaev idi.
İdam kararına gerekçe olarak şüphelilerin “düşmanla işbirliği” ve “askerî güce zarar verme” faaliyetleri gösterildi.
Bu gerekçe, İdil-Ural Lejyonu’nda mevcut olan Direniş
Grubu’nun çalışmalarının Nazi Almanyası’na büyük zarar
verdiğini göstermektedir.
25 Ağustos 1944 tarihinde bahsi geçen gruba üye kimseler Berlin’de bulunan Plötzensee Hapishanesi’nde idam
edildiler. Günümüzde Berlin’de bulunan Faşizm’e Direniş
Müzesi’nde Tatar yeraltı örgütü üyeleri için hatıra plaketi,
Plötzensee Hapishanesi’nde ise bu kahramanlar hakkında
bilgiler içeren standlar konuldu.
Savaş tarihi bize insan fıtratının çeşitli yönlerini yansıtan örnekleri göstermektedir: Toplu kahramanlıklar, zafer için fedakârlık, yorulmak bilmeden çalışmak vs. Bununla birlikte
korkaklık ve ihanet durumları da oluyordu şüphesiz. Savaş
tarihinin en trajik sayfalarından biri esaret ve esirlerin kaderleridir. Bu makalede II. Dünya Savaşı döneminde İdil-Ural
halklarının tarihinin yalnızca bazı örnekleri verilebildi. Günümüz Rusya tarihçileri bu zor ve trajik konuda öncelikle
savaşın bir trajedi olduğunu, günümüz nesillerinin savaşı
her zaman endişeyle anması gerektiğini akıllarında tutarak
araştırmalarına devam etmektedirler. Tarihî tecrübenin de
insanları barış ve birliğe götürmesi gerekmektedir.

II. DÜNYA SAVAŞINDA KIRIM TÜRKLERİNİN SİYASÎ FAALİYETLERİ
Doç. Dr. Giray Saynur Derman
1924 yılında V. İ. Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler
Birliği’nin başına geçen İ. Stalin, 1953 yılına kadar 29 yıllık iktidarı boyunca Sovyet ideolojisini şekillendirdi. Bu
dönemde Sovyetler Birliği; bürokratik işleyişini ve parti
yapısını oluşturdu, sanayileşti, II. Dünya Savaşı’na girdi ve
galip çıktı. Sürgünler, kıyımlar, infazlar, kamplar, açlık dönemi yaşandı. Milyonlarca insan öldü. Bütün bu gelişmelere rağmen Sovyetler Birliği, yine bu dönemde bir dünya
gücü olarak iki kutuplu dünya düzeninde yerini aldı.
Sovyetlerin II. Dünya Savaşı’nda cephede ön saara sürdüğü bölüklerin büyük bir kısmı Türklerden oluşuyordu. Savaşın başında tüm Rusya Türkleri gibi Kırım Türkleri/Tatarları için de esaretlerinin sona ermesi için bir ümit belirdi.
Alman ordusunu Kırım’a girişte kurtarıcı olarak selamlayan
Kırım Türkleri aslında durumun hiç de öyle olmadığını,
Almanların o coğrafyaya sömürge imparatorluğunu kurdukları zaman anladılar. Alman ordusu Kırım’da yaklaşık
iki buçuk yıl kaldı ve bu süre zarfında Kırım Türkleri Ruslar gibi Almanlara da güvenilemeyeceğini gördüler. Kısa bir
süre sonra ise Kırım Türkleri Ruslar tarafından Almanlarla
işbirliği yaptıkları gerekçesiyle suçlandılar ve sürgün edildiler. Bu dönemde Rusya Türklerinin Cafer Seydahmet Kırımer, Müstecip Ülküsal, Ayaz İshaki, Mehmet Emin Resulzade ve Edige Kırımal gibi önemli temsilcilerinin Almanya,
Romanya, Türkiye, Polonya ve Kırım’daki siyasî oluşumları
ve yazışmalarından oluşan çalışmamın temel problematiği
savaş öncesi ve sonrası dönemde Kırım Türklerinin siyasî
faaliyetleri ve bağımsızlık mücadeleleridir.
Bu araştırmada, Müstecip Ülküsal’ın II. Dünya Savaşı’nda
1941-1942 Berlin Hâtıraları ve Kırım’ın Kurtuluş Dâvası
ve Edige Kırımal’ın Der Nationale Kampf der Krimtürken
(Kırım Türklerinin Millî Mücâdelesi), Patrik von zur Mühlen’in Gamalıhaç İle Kızılyıldız Arasında (II. Dünya Savaşında Doğu Halklarının Milliyetçiliği) adlı eserleri, Emel
Mecmuası ile Yana Milli Yul dergisi, orijinal mektuplar ve
Müstecip Ülküsal Hayatı ve Faaliyetleri konulu tez çalışmamdan yararlanarak nitel yöntemle tarama, veri toplama ve veri analizi ile araştırma sonuçlarımı oluşturdum.
II. Dünya Savaşı, 1939’dan 1945’e kadar süren Birleşik
Krallık, ABD, Çin, Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletlerin katıldığı küresel bir askerî çatışmadır. 100.000.000’dan
fazla askerî personelin dâhil olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük ve en kanlı savaştır. Resmî kayıtlara göre II.
Dünya Savaşı’nda 27.000.000 SSCB vatandaşı öldü (Bu
rakamı 40.000.000’a kadar çıkaranlar da vardır). Bütün
Sovyetler’de; 1935-1936 yılları arasında 190.246 kişi tutuklandı, bunlardan 2.347’si kurşuna dizildi. 1937-1938 yılları arasında 1.372.392 kişi tutuklandı, bunlardan
681.692’si kurşuna dizildi. 1939-40 yılları arasında ise
121.033 kişi tutuklandı; 4.644 kişi kurşuna dizildi.1
II. Dünya Savaşı sırasında Almanlarla işbirliği yaptıkları
gerekçesiyle ilk önce Kırım Türkleri, akabinde Kafkasya
halklarından Çeçenler, İnguşlar, aynı bölgede yaşayan
Türk asıllı Karaçaylar, Balkarlar, Kalmuklar ve Gürcistan’ın güneybatısında yaşayan Meshet (Ahıska) Türkleri
de topyekün sürgüne uğrayarak anavatanlarından koparıldılar. Kırım Türklerinin yaklaşık yarısı bu yolculuk esnasında ve sürgünü takip eden yıl içinde açlık ve sefalet
yüzünden hayatlarını kaybetti.
Görüldüğü gibi Rus yayılmacılığının bir yöntemi olarak kabul edilen ve Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanların
varlığı sorununa kesin çözüm getirecek tek çıkar yol olarak
görülen “sürgüne gönderme politikası” ilk olarak Kırım’da
uygulandı ve sonraki yıllarda da sürgün politikası Ruslar tarafından Kafkas halkları için etkin olarak kullanıldı.2
1930 ile 1953 yıllarında topyekün sürgüne uğrayarak Sibirya, Orta Asya, Uzak Doğu ve Uralların boş arazilerine gönderilen bu insanların sayısı yaklaşık 6.000.000’du ve 1.500.000
de insanlık dışı yolculuklar sırasında hayatını kaybetti

I. Dünya Savaşı’ndan Sonraki Dönemde Kırım (1917-1934)
1917’de Kırım Türklerinin millî-kültür özerkliği ilan edilerek, Kırım Türklerinin Kurultayı’nın kararı ile “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” ilan edildi. Ancak bu devlet
uzun ömürlü olamadı.
Rusya’da yaşanan 1917 Bolşevik İhtilali neticesinde Çarlık Rusya’nın yıkılmasıyla, Kırım Türklerinin de millî kurtuluş hareketleri başladı ve giderek hızlandı.
Bolşevik İhtilali, Kırım Yarımadası’nın yerli halkı olan
Kırım Tatarları için yeni bir devrin başlangıcı oldu.
Bu doğrultuda 13 Aralık 1917’de Numan Çelebi Cihan
Başkanlığı’nda Kırım Millî Hükümeti’nin kurulmasından
kısa bir süre sonra, Kırım Yarımadası Bolşeviklerin
hâkimiyeti altına girdi ve Numan Çelebi Cihan Bolşevikler tarafından şehit edildi; akabinde de Kırım, Nisan
1918’de Almanlar tarafından işgal edildi.
25 Haziran 1918’de General Süleyman Sülkeviç başkanlığında Kırım Millî Hükümeti kuruldu. 1918 yılından 1920
yılına kadar olan bu dönemde Kırım, önce General Denikin kumandasındaki Beyaz Ruslar, daha sonra Bolşevikler,
ardından General Vrangel komutasındaki Beyaz Ruslar tarafından işgal edildikten sonra Kasım 1920’de üçüncü ve
son kez Bolşevikler tarafından işgal edildi ve işgal sırasında
60.000-70.000 kadar Kırım vatandaşı kurşuna dizildi. Kırım halkı, galeyana gelerek silahlı mukavemete başladı.
Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Vladimir İlyiç
Ulyanov Lenin’in bir yandan Kırım halkının mukavemetini kırmak, bir yandan da Rusya’daki bütün Müslümanların sempatisini kazanmak adına yaptığı planın bir gereği
olarak 18 Ekim 1921’de kuruldu. Kırım Türklerinin millî
özerkliğini tanıyan bu cumhuriyet Rusya’ya bağlandı.
Devletleştirmeyi amaçlayan Bolşevizm rejimi gereği, özel
mülkiyet kaldırıldı ve nüfusun büyük bir kısmını teşkil
eden köylülerin yetiştirdiği ürüne devlet tarafından el konulması öngörüldü. Bu maksatla çiftçilerin devlete verecekleri ürün miktarı için kotalar tespit edildi. Kotalara uygun ürünü teslim edemeyenler ise ağır cezalara çarptırıldı.
Ayrıca borcunu ödeyemeyenlerin tohumluk mahsullerine
de el kondu. Şüphesiz alınan bu tedbirler, üretimin rekoltesini oldukça düşürdü. 1921-1922 yıllarında Rusya’da
49.000.000 kişi yoklukla mücadele etti ve 5.000.000 kişi
açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Bunların arasında Kırım
Türkleri de vardı.7
Kırım’da yaşanan açlık felâketi 100.000
kişinin canına mal oldu ki, bunların % 60’ından fazlası Kırım Tatarıydı. Bu ağır şartların yaşandığı dönemde
başında Veli İbrahim’in bulunduğu Kırım Özerk Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti Hükûmeti, Kırım Türklerinin millî
partisi olan “Millî Fırka”nın eski mensupları ile sıkı irtibat ve yardımlaşmada bulunuyorlardı. Ayrıca bu kimseler
hükûmette çeşitli görevler de üstlenmişlerdi. Söz konusu
kadrolarla Kırım’ın millî kültürü ve ekonomi sahalarında
belirli bir başarıya erişildi. Ancak bunun hemen ardından
baskı dönemi başladı. Veli İbrahim’in Mayıs 1928’de idam
edilmesini takiben, Kırım Tatar halkının siyasî şahsiyetlerinin ve aydınlarının topyekûn imhasına girişildi.
Lenin’den sonra iktidara gelen Gürcü asıllı İosif Stalin
istibdat dönemini başlattı. Bu uygulamaya “yıldırma ve
Sovyetleştirme politikası” da denilmektedir. Bu politika
Kırım’da, tarımın kolektifleştirilmesini, Kırım Türklerinin kültür, dil, yazı ve hayat tarzının her yönüyle Ruslaştırılmasını ifade ediyordu. Yani Lenin’in başlattığı Tatarlaştırma siyaseti, Sovyetleştirme siyasetine dönüştü. Lenin’in
toprakları devletleştirme denemesi de yarım kaldı.
Bir kısım köylü, hâlâ kendi tarlasını sürüyor, kendilerine
bırakılan ürünleri pazarlarda satıyordu. Kendisi için sarsılmaz bir diktatörlük yaratan Stalin, Lenin’in yarım bıraktığı icraatı tamamladı.
Ukrayna’da 1931-1932 yılları arasında 6.000.000 insan
açlıktan öldü. Bu rakama 35.000 civarında Kırım Türkü
de dâhildi. 1921-1922 yıllarındaki açlıktan farklı olarak 1932-1933 yıllarındaki açlık, rejim tarafından inkâr
edildi ve yurt dışında, bu trajediye dikkat çekmek isteyen
birkaç ses de propagandayla bastırıldı. II. Dünya Savaşı
öncesindeki “temizlik harekâtında” kurşuna dizilen veya
GULAG’lara (mahkûm çalışma kamplarına) kapatılan
Kırım Türklerinin sayısı yaklaşık 10.000’dir. Bunlara ilâveten 50.000 kadar Kırım Türkü de “kulaklarla” (yani hâli
vakti iyi köylülerle) birlikte savaş kampanyası çerçevesinde Kırım’dan sürüldü.
Her yere kulakları kötüleyen propaganda resimleri asıldı. Sürgün edilenler arasında Sibirya’daki çeşitli bölgeler
ve çalışma kamplarına gönderilen 35.000-40.000 Kırım Türkü de bulunuyordu. Böylelikle, 1930’lu yıllarda
Sovyet hâkimiyeti evvelkilerden de şiddetli metotlarla Kırım’ı yerli halkından “temizleme” tatbikâtını sürdürdü. II. Dünya Savaşı ise bu kriminal siyasetin nihâî olarak neticelendirilmesi için yalnızca bir vesile oldu.
Gerçekte rejim, ideolojisine aykırı gördüğü herkesi “kulak” diye adlandırıp yok ediyordu. Kulakların sürgün edilmelerinin sona erdiği 1933 yılında 1.317 kişi topraklarından zorla çıkarılarak ülkenin başka bölgelerine gönderildi.13 Milyonlarca insan, bu kamplarda korkunç şartlarda çalıştırıldı ve çoğu kısa sürede öldü. Aynı şekilde Kırım’da da Sovyet makamlarının bu insanlık dışı tutumları, Kırım Türkleri ile Stalin rejimi arasında derin bir uçurumun meydana gelmesine sebep oldu. Sovyet yöneticilerinin stratejik yönden önemi haiz Kırım’ı, “Tatarlardan arındırma politikası” aslında yeni bir
politika olmayıp kökeni Çarlık Rusya’sına dayanmaktaydı. Kırım Hanlığı’nın yıkılıp, 1783 yılında Çarlık Rusya’sına bağlanmasından itibaren sistematik bir şekilde göçe zorlanan ve bunun tâbi bir sonucu olarak XX. yüzyılın başlarında kendi topraklarında azınlık durumuna
düşen Kırım Tatarları için Sovyet döneminde de aynı politikanın sürdürüldüğünü söyleyebiliriz.
Özetlenecek olursa 1921-1923 yıllarında vuku bulan açlık felaketi, 1930’lu yıllarda başlatılan köylüyü zorla sovhoz
ve kolhozlarda (devlet çiftlikleri) çalıştırma, kolektivizm ve
tasfiye politikaları (idam ve sürgün-zorunlu göç politikası),
1932-1933 yıllarında tekrar yaşanan kıtlık ve açlık dönemi
ile sayıları iyice azalan Kırım Türklerini yok etme süreci II.
Dünya Savaşı’nın başlangıcıyla birlikte yeni bir ivme kazandı.
Kırım’da hüküm süren ilk Komünist hâkimiyeti devrinde,
1921-1922 ve 1931-1934 yılları arasındaki açlık devirleri, ideolojik mahiyetteki çeşitli idamlar, sürgünler ve rejimin
eziyetlerine dayanamayıp her şeyi göze alarak kaçma neticesinde Kırım’da takriben 100.000 kişilik Tatar nüfusu
azalmış oldu ve bu rakam da 1917 yılındaki Tatar nüfusunun yarısına tekabül etmekteydi.

II. Dünya Savaşı’nın Yaklaşması ve Kırım Türklerinin Siyasî Faaliyetleri

Hitler’in Avusturya’yı işgali, Çekoslovakya’daki Sudet bölgesini Almanların ilhak etmesi ve Danzig meselesinde Polonya ile anlaşmazlığa düşmesi, Nazi Almanyası’nın büyük bir savaşa hazırlandığını gösteriyor ve Avrupa’nın huzurunu kaçırıyordu. Berlin-Roma-Tokyo Mihveri, Batılı demokrat devletlere meydan okumaya başlamıştı. Bunların baskıları arttıkça, küçük ülkelerin de tedirginlikleri artıyordu. İngiltere ve Fransa’nın garantilerine güvenemiyorlar, bir taraftan Mihverle iyi geçinmeye çalışırken diğer taraftan durumun gerektirdiği askerî tedbirleri alıyorlardı. Bütün Avrupa’da meydana gelen bu huzursuzluk neticesinde Romanya’da da iç gerginlik arttı ve kısa bir süre sonra seferberlik ilân edildi. Üç Türk avukat Habibullah, Mithat ve Hamdi beyler yedek subay olarak, Emel Mecmuası’nın basıldığı Dobrogea Juna matbaasında çalışanlar da er olarak askere alındı. Her alanda duraklama ve aksama başladı. 1939 Nisan ayı içinde siyasî ve askerî hareketlilik biraz yavaşlayınca askere alınanların bir kısmı terhis edildi.Ağustos ayı içinde cereyan etmekte olan siyasî gelişmeler, Avrupa’nın tehlikeli bir devreye girdiğini, Almanya’da savaş hazırlıklarının tamamlandığını gösteriyordu. Bu durumu gizlemek için Almanya, Sovyetler Birliği ile dostluk paktları imzaladı. Ayaz İshaki ve Mehmed Emin Resulzade’nin Ziyaretleri 17 Temmuz 1939’da Ayaz İshaki, 6 Ağustos’ta da Mehmed Emin Resulzade Polonya’dan Romanya’nın Köstence şehrine geldiler. 13 Ağustos günü, gelen misafirlere Köstence’nin Zeçe May (10 Mai) lokantasında, DTHB Merkez Yönetimi adına 50 kişilik bir ziyafet verildi. Ayaz İshaki, bu ziyafetteki konuşmasında, “Kardeşlerim, dünyanın yeniden çok dalgalandığı ve tekrar karışmaya başladığı bir sıradayız. Bunun sonunda Sovyet Rusya’nın yeniden parçalandığına ve birtakım yeni devletlerin kurulduğuna şahit olacağız. Kurulacak bu yeni devletler, Prometeye dâhil milletlere ve bizim Türk illerine ait olacaktır.
Rusya’nın ilk parçalanma tarihi olan 1917’deki hazırlıksızlığımız şimdi yoktur. Bugün artık bütün devlet merkezlerinde, her Türk ilinin istiklâl davasının mahiyet ve ehemmiyeti
anlaşılmış ve hepsi için ayrı ayrı dosyalar açılmıştır. Fakat
kardeşlerim, mukaddes haklarımızın tanıtılması ve haklı
davalarımızın kazanılması için siz Kırımlılar kendi aranızda, İdil-Urallılar, Azerbaycanlılar, Türkistanlılar, Şimali
Kafkasyalılar kendi aralarında, sonra hepimiz öz aramızda
tam surette anlaşmalı ve birleşmeliyiz.”demiştir.
Mehmed Emin Resulzade ise “Son günlerde bütün dünya
yeniden çalkalanmaya ve sarsılmaya, millet ve memleketlerin mukadderat ve hakları bahis mevzuu olmaya başlamıştır. Bu meyanda Rus mahkûmu milletlerin ve bilhassa biz
Türklerin de mühim yer işgal edeceğimize şüphemiz yoktur.
Rusya’nın parçalanacağı, mahkûm Türk illerinin kurtulacağı muhakkak ve yakındır. Bu mesut ve şerefli gün için birleşelim ve hazırlanalım” demiştir.
II. Dünya Savaşı’nın arifesinde söylenen bu sözler, Rus
esiri milletlerin kurtulacağı hakkında beslenen ümitlerin
ne kadar canlı ve yaygın olduğunu göstermektedir.

II. Dünya Savaşı’nın Başlaması 1 Eylül 1939 sabahı saat 05.00’ten itibaren, Alman askerlerinin Polonya’ya saldırmasıyla birlikte II. Dünya Savaşı başlamış oldu.Hitler ile anlaşmasından faydalanan Sovyet Rusya, Polonya’nın üçte birini, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın tamamını eline geçirdi. Nazi Almanyasının Sovyet Rusya ile anlaşarak Saldırmazlık Paktı imzalaması ve Polonya’ya saldırması, Rus esiri bütün Türk mücahitlerini çok incitti, hayal kırıklığına uğrattı ve adeta Almanya aleyhine isyan ettirdi. Bu sırada Kırım istiklâl dâvasının önderi ve ideoloğu Cafer Seydahmet Kırımer, Dobruca’daki milliyetçi teşkilâta mensup 15 gencin sembolik olarak Lehistan ordusuna gönüllü yazılmasını istedi. Başta Müstecip Ülküsal (Hacı Fazıl)’ın kardeşi Necib Hacı Fazıl olmak üzere 15 gönüllü tespit edildi ve Polonya Büyükelçiliği ziyaret edilerek, konu açıklandı. Ancak “Durum açıklığa kavuşuncaya kadar beklemede kalınız” cevabı alındı. Birkaç gün sonra durum çok değişti. Polonya’da bulunan Türk liderleri ve talebelerin büyük bir kısmı Romanya’ya, Köstence’ye geldiler.
Stalin ile Hitler, Avrupa’yı nüfuz bölgesi olarak paylaşmakta idiler. 1940 yılının ilkbaharında, Berlin ve Roma hükümetlerinin zoruyla Romanya, Kuzey Bukovina ile Besarabya’yı Sovyetler’e, Transilvanya’yı Macarlara, Güney Dobruca’yı Bulgarlara bir tek kurşun atmadan teslim etmek zorunda kaldı. Romanya 99.738 km2 toprak ve 6.821.000 insan kaybetti. Bu kayıplardan Kral II. Carol sorumlu tutuldu. General Antonescu, Demir Muhafız Teşkilâtı’nın başına geçerek idareyi eline aldı. Romanya Kralı II. Carol’u ülkesinden kovdu ve kralın 60.000.000 dolarlık servetine el koyarak oğlu Mihai’yi kral ilân etti. General Antonescu ilk iş olarak, Almanya’dan toprak bütünlüğünün ve istiklâlinin garantilenmesini istedi. Hitler, bunu sağlayacağını vaat etti ve Romanya’ya eğitimci adı altında 1.000.000’a yakın asker soktu. Bundan bir yıl sonra Almanya, Romanya ile birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ilân etti.
II. Dünya Savaşı’nın Başlaması 1 Eylül 1939 sabahı saat 05.00’ten itibaren, Alman askerlerinin Polonya’ya saldırmasıyla birlikte II. Dünya Savaşı başlamış oldu. Hitler ile anlaşmasından faydalanan Sovyet Rusya, Polonya’nın üçte birini, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın tamamını eline geçirdi. Nazi Almanyasının Sovyet Rusya ile anlaşarak Saldırmazlık Paktı imzalaması ve Polonya’ya saldırması, Rus esiri bütün Türk mücahitlerini çok incitti, hayal kırıklığına uğrattı ve adeta Almanya aleyhine isyan ettirdi.Bu sırada Kırım istiklâl dâvasının önderi ve ideoloğu Cafer Seydahmet Kırımer, Dobruca’daki milliyetçi teşkilâta mensup 15 gencin sembolik olarak Lehistan ordusuna gönüllü yazılmasını istedi. Başta Müstecip Ülküsal (Hacı Fazıl)’ın kardeşi Necib Hacı Fazıl olmak üzere 15 gönüllü tespit edildi ve Polonya Büyükelçiliği ziyaret edilerek, konu açıklandı. Ancak “Durum açıklığa kavuşuncaya kadar beklemede kalınız” cevabı alındı. Birkaç gün sonra durum çok değişti. Polonya’da bulunan Türk liderleri ve talebelerin büyük bir kısmı Romanya’ya, Köstence’ye geldiler. Stalin ile Hitler, Avrupa’yı nüfuz bölgesi olarak paylaşmakta idiler. 1940 yılının ilkbaharında, Berlin ve Roma hükümetlerinin zoruyla Romanya, Kuzey Bukovina ile Besarabya’yı Sovyetler’e, Transilvanya’yı Macarlara, Güney Dobruca’yı Bulgarlara bir tek kurşun atmadan teslim etmek zorunda kaldı. Romanya 99.738 km2 toprak ve 6.821.000 insan kaybetti. Bu kayıplardan Kral II. Carol sorumlu tutuldu. General Antonescu, Demir Muhafız Teşkilâtı’nın başına geçerek idareyi eline aldı. Romanya Kralı II. Carol’u ülkesinden kovdu ve kralın 60.000.000 dolarlık servetine el koyarak oğlu Mihai’yi kral ilân etti. General Antonescu ilk iş olarak, Almanya’dan toprak bütünlüğünün ve istiklâlinin garantilenmesini istedi. Hitler, bunu sağlayacağını vaat etti ve Romanya’ya eğitimci adı altında 1.000.000’a yakın asker soktu. Bundan bir yıl sonra Almanya, Romanya ile birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ilân etti.
II. Dünya Savaşı’nın Yaklaşması ve Kırım Türklerinin Siyasî Faaliyetleri

Hitler’in Avusturya’yı işgali, Çekoslovakya’daki Sudet bölgesini Almanların ilhak etmesi ve Danzig meselesinde Polonya ile anlaşmazlığa düşmesi, Nazi Almanyası’nın büyük bir savaşa hazırlandığını gösteriyor ve Avrupa’nın huzurunu kaçırıyordu. Berlin-Roma-Tokyo Mihveri, Batılı demokrat devletlere meydan okumaya başlamıştı. Bunların baskıları arttıkça, küçük ülkelerin de tedirginlikleri artıyordu. İngiltere ve Fransa’nın garantilerine güvenemiyorlar, bir taraftan Mihverle iyi geçinmeye çalışırken diğer taraftan durumun gerektirdiği askerî tedbirleri alıyorlardı. Bütün Avrupa’da meydana gelen bu huzursuzluk neticesinde Romanya’da da iç gerginlik arttı ve kısa bir süre sonra seferberlik ilân edildi. Üç Türk avukat Habibullah, Mithat ve Hamdi beyler yedek subay olarak, Emel Mecmuası’nın basıldığı Dobrogea Juna matbaasında çalışanlar da er olarak askere alındı. Her alanda duraklama ve aksama başladı. 1939 Nisan ayı içinde siyasî ve askerî hareketlilik biraz yavaşlayınca askere alınanların bir kısmı terhis edildi.
Ağustos ayı içinde cereyan etmekte olan siyasî gelişmeler, Avrupa’nın tehlikeli bir devreye girdiğini, Almanya’da savaş hazırlıklarının tamamlandığını gösteriyordu. Bu durumu gizlemek için Almanya, Sovyetler Birliği ile dostluk paktları imzaladı.

Uygarlık tarihinin dönüm noktalarını belirleyen savaşlar, verdikleri zararın yanı sıra trajik içerikleri ile de önemlidirler. Dünya tarihinde meydana gelen savaşların kesin sayısı belli değildir. Bunların sebepleri birbirinden farklı olduğu gibi savaş şekilleri de zaman içinde farklılaşmıştır. Yüzyıllar boyunca harp sanatı gelişerek kendi devrinin artan taleplerine cevap vermeye çalışan bir mükemmelliğe ulaşmıştır. Harp sanatı ile teknolojik gelişmeler geliştikçe siyasî anlaşmazlıkların boyutu da büyümektedir. Bu bağlamda insanlık tarihinin ve XX. yüzyılın en kanlı savaşlarından biri olan II. Dünya Savaşı’nın müstesna bir yeri vardır. Öncelikle bu savaşın evrensel bir karakter kazanması XX. yüzyıla rastlamakta, bunun dışında askerî teknolojinin ileri boyutta bir seviyeye ulaşması savaşın kaderinde belirleyici bir husus olarak kendini göstermekte ve son olarak yıkıcı ve yok edici özelliği ile kitlesel ölümlere yol açan bir kimlik taşımaktadır.I. Dünya Savaşı, savaş tarihinde ilk büyük adım olmakla birlikte gerek savaş taktikleri gerekse stratejik nok-ta-i nazardan nitelik itibariyle yeni, nicelik itibariyle de çok önemli bir sürecin başlangıcı idi. Ayrıca bundan sonra yaşanacak savaşlara giden yolu da açtı. Böylece gelecekte yeni bir savaş olursa bu bir öncekinden daha büyük daha yok edici olacaktı ve nitekim öyle oldu.II. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan hayatını kay-betti. Milyonlarcası savaşın getirdiği acıları yaşamak zorunda kaldı. Binlerce şehir, kasaba, köy harabeye döndü. Onlarca ülkede insanlar emsali görülmeyen maddî ve ma-nevî mahrumiyetlerle karşı karşıya kaldı. Sayısız kültürel servet yok edildi.Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan Türkler de bu savaştan etkilendiler. Türk halklarının bir kısmı, doğ-rudan savaşa katılarak yüz binlerce kayıp verdiği gibi, bir kısmı da savaş sırası ve sonrasında haksız uygulamalara tâbi tutuldular. II. Dünya Savaşı’nda Türk dünyası sadece cephelerde yapılan askerî harekâtların bir parçası olmadı; zafer ve yenilgi dışında, cephe gerisinde yaşanan dramatik olaylar insanları derinden etkileyerek gelecek nesillerin de belleklerinde ciddi izler bıraktı. Savaştan sonraki yıllarda gerek Batı ülkelerinde gerekse SSCB’de II. Dünya Savaşı’na hasredilen birçok eser, ha-tırat, çeşitli dillerde kitaplar, monografiler yayınlandı. Bu eserlerde savaşın sebeplerinden sonuçlarına kadar bütün aşamalar ayrıntısıyla incelendi. Bununla birlikte bugüne kadar Türk Dünyası’nın II. Dünya Savaşı’ndaki yeri, sava-şa katkısı ve bu savaştan nasıl etkilendiğine dair müstakil bir çalışma yapılmamıştır.Elinizdeki bu çalışmanın amacı gerek bu alandaki boşluğu doldurmak gerekse de yukarıda belirtilen soru-lara cevap bulmaktır. Nitekim II. Dünya Savaşı ve Türk Dünyası adlı çalışma Türklerin cephe ve cephe gerisindeki rolleri, verdikleri kayıplar, savaşın Türkler üzerindeki kısa ve uzun vadeli etkilerini incelemektedir.Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu ve Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu tarafından yayına hazırlanan kitap 20 makaleden oluşmaktadır. Altı yıl süren II. Dünya Savaşı’nın bütün Türk dünyasındaki yansımaları, her biri kendi alanında uzman araştırmacılardan oluşan yazarların birikimiyle ha-zırlandı. Bu çalışmanın II. Dünya Savaşı ve Türk Dünyası hakkında bilimsel gerçekler ışığında bilgi sahibi olmak is-teyen okuyuculara ulaşması en büyük dileğimizdir.

İbrahim Karaosmanoğlu
Türk Dünyası Belediyeler Birliği (TDBB) Başkanı

Ali Fuat Erden (1882-1957): 1882’de İstanbul’da doğdu. 1900’da Mühendishane-i Berri-i Hümayun’u, 1903’te Harp Akademisi’ni bitirdi. Birliklerde çeşitli kurmay hizmetleri yaptı. 1913’te Paris Askerî Ataşeliği’ne gönderildi. I. Dünya Savaşı başında yurda döndü. 1916’da Kanal Harekâtı’nda Cemal Paşa’nın Kurmay Başkanı oldu. 1917’de 8. Kolordu Komutanlığı’na atandı. I. Dünya Savaşı sonunda hastalandığı için Kurtuluş Savaşı’na katılamadı. Savaştan sonra Konya’da Harp Tarihi Şubesi’nde ve çeşitli kolordu komutanlıklarında bulundu; 1930’da Harp Akademisi Komutanlığı’na atandı. Orgeneralliğe yükseldi. Askerî Yargıtay Başkanlığı yaptı. 1957’de İstanbul’da vefat etti. Eserleri: Paris’ten Tih Sahrasına (1949), Atatürk (1952), İnönü (1952) idi.
Rusya Komitesi’nin en tecrübeli elemanlarından biri de Büyükelçi Werner Otto von Hentig idi. Von Hentig, gerek Doğu’daki Türk mültecileriyle gerekse Türk siyasî ve askerî makamlarıyla yıllardır yakın ilişki içindeydi. Bu yüzden von Hentig’e Güneydoğu Avrupa kavimlerinin (Kafkasyalılar, Kırgızlar, Tatarlar) meselelerinin incelenmesi görevi verildi, Eylül 1941’de de Rusya seferiyle görevli olan Hentig, 11. Başkomutanlık nezdinde Dışişleri Bakanlığı temsilcisi olarak da görevlendirildi.
Werner Otto von Hentig: Eski Alman Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı’nda Rusya’daki Türklerin işleriyle meşgul idi. Mükemmel Fransızca biliyordu
Almanlar öncelikle Sovyetlerin tehdidi altındaki bölgelerde söktükleri veya tahrip ettikleri Kafkasya petrol tesislerine zarara uğramadan el koymak istiyorlardı. Hitler’in bu konudaki direktifleri de bu görüşü doğrulamaktadır. Hitler şunları söylemekteydi: “Müteakip savaş sevk ve ida- resi için Kafkas petrol üretiminin kesin önemi vardır. Bu sebeple hava taarruzları bu bölgedeki üretim merkezleri ile büyük yakıt depolarına ve ancak kara ordusu harekâtı mut-lak gerektiriyorsa, Karadeniz kıyısındaki aktarma limanlarına karşı yapılmalıdır. Fakat düşmanın Kafkasya’dan petrol naklini en çabuk olarak önlemek üzere, bu iş için kullanılan demiryollarının ve petrol boru hatlarının erkenden kesilmesinin ve Hazar Denizi’ndeki deniz ulaşımının taciz edilmesinin özel önemi vardır.”
II. Dünya Savaşı, 1939’dan 1945’e kadar süren Birleşik Krallık, ABD, Çin, Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletlerin katıldığı küresel bir askerî çatışmadır. 100.000.000’dan fazla askerî personelin dâhil olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük ve en kanlı savaştır.
..Savaş yıllarında Alman askerî ve siyasî yönetimi, Wehrma-cht bünyesinde SSCB’nin çeşitli halklarının temsilcilerinden oluşan Türklerin de dâhil olduğu askerî birlikler kurmaya karar verdi. SSCB’de etnik çatışmaları körükleme amacı güden ve Nazi Almanyası’nın büyük yalanlarından biri olan bu girişim aslında Türk halklarından olan esirleri cephede yüzsüzce kullanmaktan başka birşey değildi.
II. Dünya Savaşı’nın Başlaması

1 Eylül 1939 sabahı saat 05.00’ten itibaren, Alman askerlerinin Polonya’ya saldırmasıyla birlikte II. Dünya Savaşı başlamış oldu. Hitler ile anlaşmasından faydalanan Sovyet Rusya, Polonya’nın üçte birini, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın tamamını eline geçirdi. Nazi Almanyasının Sovyet Rusya ile anlaşarak Saldırmazlık Paktı imzalaması ve Polonya’ya saldırması, Rus esiri bütün Türk mücahitlerini çok incitti, hayal kırıklığına uğrattı ve adeta Almanya aleyhine isyan ettirdi. Bu sırada Kırım istiklâl dâvasının önderi ve ideoloğu Cafer Seydahmet Kırımer, Dobruca’daki milliyetçi teşkilâta mensup 15 gencin sembolik olarak Lehistan ordusuna gönüllü yazılmasını istedi. Başta Müstecip Ülküsal (Hacı Fazıl)’ın kardeşi Necib Hacı Fazıl olmak üzere 15 gönüllü tespit edildi ve Polonya Büyükelçiliği ziyaret edilerek, konu açıklandı. Ancak “Durum açıklığa kavuşuncaya kadar beklemede kalınız” cevabı alındı. Birkaç gün sonra durum çok değişti. Polonya’da bulunan Türk liderleri ve talebelerin büyük bir kısmı Romanya’ya, Köstence’ye geldiler.
Stalin ile Hitler, Avrupa’yı nüfuz bölgesi olarak paylaşmakta idiler. 1940 yılının ilkbaharında, Berlin ve Roma hükümetlerinin zoruyla Romanya, Kuzey Bukovina ile Besarabya’yı Sovyetler’e, Transilvanya’yı Macarlara, Güney Dobruca’yı Bulgarlara bir tek kurşun atmadan teslim etmek zorunda kaldı. Romanya 99.738 km2 toprak ve 6.821.000 insan kaybetti. Bu kayıplardan Kral II. Carol sorumlu tutuldu. General Antonescu, Demir Muhafız Teşkilâtı’nın başına geçerek idareyi eline aldı. Romanya Kralı II. Carol’u ülkesinden kovdu ve kralın 60.000.000 dolarlık servetine el koyarak oğlu Mihai’yi kral ilân etti. General Antonescu ilk iş olarak, Almanya’dan toprak bütünlüğünün ve istiklâlinin garantilenmesini istedi. Hitler, bunu sağlayacağını vaat etti ve Romanya’ya eğitimci adı altında 1.000.000’a yakın asker soktu. Bundan bir yıl sonra Almanya, Romanya ile birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ilân etti

Promete (Prometheus) Teşkilâtı: 1917 İhtilâli ile ortaya çıkan bağımsız cumhuriyetlerin ömürleri çok kısa oldu. Bunun sonucu olarak birçok devlet adamı, büyük şehir belediye başkanları, siyasî parti ve hareket yöneticileri, Batı Avrupa başkentlerine, özellikle Paris ve Varşova’ya sığındılar. Her iki başkentte, General Pilsudski Polonya’sının desteği ile Anti-Sovyet “Promete Teşkilâtı”nı kurdular. “Paris Promete Teşkilâtı”, Azerbaycan, Gürcistan, Türkistan ve Ukrayna Millî Hükümet ve Kurtuluş Hareketleri temsilcilerinden oluşuyordu. Varşova Promete Teşkilâtı’nda, bunlara ilâveten İdil-Ural, Kırım, Kuzey Kafkasya, Kazaçi hareketleri gibi kuruluşlar bulunuyordu. Promete Teşkilâtı’nın amacı, Sovyet Rus emperyalizmine karşı kurtuluş mücâdelesi vermekte olan milletlerin kurtuluş dâvasına, siyasî bir kuruluş olarak hizmet etmekti. Çeşitli dillerde çok sayıda yayın neşreden hareketin kılâvuz organı Promethee (Promete) adında 1926’dan 1938’e kadar kesintisiz olarak Fransızca çıkan aylık bir dergi idi. Promete’nin redaktörleri arasında Mustafa Çokayoğlu, Mehmed Emin Resulzade, N. Jordanya ve A. Şulgin gibi önemli şahıslar bulunuyordu. Her iki kuruluş da II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla faaliyetlerini durdurmak mecburiyetinde kaldılar. Varşova ve Paris’i işgal eden Nazi kuvvetleri, bu teşkilâtın mensuplarını toplama kamplarına gönderdi. II. Dünya Savaşı sonunda, Paris’teki Prometeci memleket ve milletlerin temsilcileri “Paris Bloku Kulübü”nü kurdular. Her iki Promete Kulübü mensupları “Paris Bloku”nda toplanarak yeniden faaliyete geçtiler. İlk Başkanı, Gürcü Millî Hükümeti Erkânı’ndan Gegiçkori idi. “Promete Teşkilâtı” ve dergisiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Etienne Copeaux, “Promete Hareketi”, çev. E. Topbaş, Kırım, No. 2, Ocak-Şubat-Mart 1993, s.11-20.
Dışişleri Bakanlığı’ndaki Hazırlıklar ve Doğu Bakanlığı’nın Kurulması

Almanya Dışişleri Bakanlığı, Nisan 1941’de Alman-Rus Savaşı’nın başlamasından iki ay önce, Doğu Seferi ile ilgilenmeye başladı. Bu maksatla bakanlık bünyesinde Rusya Komitesi teşkil edildi, işgal edilecek Sovyetler Birliği coğrafyasında yetkili olacak bu komitenin başkanlığına Georg Grosskopf getirildi. Grosskopf, ilk etapta komite uzmanlar heyetinin oluşturulması için Dışişleri Siyaset Dairesi’nden Georg Leibbrandt ve Prof. Gerhard von Mende ile temasa geçmeye çalıştı. Ancak bakanlıklar arası koordine ve işbirliği eksikliğinin hoş olmayan bir sonucuyla karşılaştı ve öngördüğü bu iki seçkin doğu uzmanının bir başka resmî kuruluş emrinde istihdam edildiğini öğrendi. Bu kuruluş, yeni oluşturulacak Doğu Bakanlığı’nın (Ostministerium) nüvesi sayılabilecek Doğu Meseleleri Merkezî Siyasî Bürosu idi. Büro, 31 Mart 1941’de kuruldu ve Başkanlığı’na da Alfred Rosenberg getirildi. 20 Nisan’dan itibaren bu büroya Doğu Avrupa Sahası Meseleleri Merkezî İşlem Görevlisi adı verildi. Rosenberg, Mayıs sonuna kadar kadrosunu tamamladı ve savaşın başlamasından sonra Doğu Bakanlığı teşkil edildi. 16 Temmuz 1941 günü, Hitler’in huzurunda yapılan önemli bir toplantıda bu bakanlığın görev, yetki ve sorumlulukları tespit edildi. 17 Temmuz 1941 günü Rosenberg İşgal Altındaki Doğu Mıntıkaları Bakanlığı’na atandı. Bakanlık, siyaset, idare ve ekonomi ana bölümleri hâlinde teşkil edildi. Ancak icra gücü SS47 yetkisine verildi. Siyaset bölümünün başına Leibbrandt, bu bölümün Kafkasya Dairesi’nin başına da Prof. Dr. Gerhard von Mende getirildi. Doğu Bakanlığı’nın oluşturulmasından yeni haberdar olan Rusya Komitesi Başkanı Grosskopf’un bundan sonraki faaliyeti, Doğu Bakanlığı’nın kurmayları ile bilgi alışverişinden ibaret kaldı.
Rusya Komitesi’nin en tecrübeli elemanlarından biri de Büyükelçi Werner Otto von Hentig idi. Von Hentig, gerek Doğu’daki Türk mültecileriyle gerekse Türk siyasî ve askerî makamlarıyla yıllardır yakın ilişki içindeydi. Bu yüzden von Hentig’e Güneydoğu Avrupa kavimlerinin (Kafkasyalılar, Kırgızlar, Tatarlar) meselelerinin incelenmesi görevi verildi, Eylül 1941’de de Rusya seferiyle görevli olan Hentig, 11. Başkomutanlık nezdinde Dışişleri Bakanlığı temsilcisi olarak da görevlendirildi.

Türk Heyeti’nin Cephe Gezisi
Ekim 1941 başlarında Türkiye’den Rusya’ya gönderilen askerî heyetin cephe gezisi, von Hentig’in refakatinde yapıldı. Heyette, General Ali Fuat Erden ve General Hüsnü Emir Erkilet de bulunuyordu. Gezi bölgesi, Sovyet Rusya’nın güneyinde, Kırım dâhil, Türk-Tatarlarla meskûn bölgelerdi. Bu arada Kızıl Ordu’ya mensup Kırım Tatarlarının bulunduğu esir kampları da ziyaret edilecekti. Seyahatin yalnız askerî değil, siyasî karakteri de vardı. Her iki general, Kırım’ın ve yeni zapt edilecek diğer Türk-Tatar bölgelerinin planlanan siyasî geleceği ile ilgileniyorlardı. General Erden, Türk Harp Akademileri Komutanıydı. General Erkilet ise ona Türk-Tatar çevrelerinin gayriresmî temsilcisi olarak refakat ediyordu. General Erkilet, Büyükelçi von Hentig’e Berlin’de Kırım Türk-Tatar Millî Merkezi’nin çekirdek kadrosunu teşekkül ettirmek istediklerini, bu merkez vasıtasıyla Kırım’ın istikbali için Almanlarla işbirliği yapmayı düşündüklerini söyledi ve görevlendirilecek şahısların Almanya’ya girişleri, Berlin’deki faaliyetleri ve Kırım’a gönderilmeleri için yardım ve tavassutta bulunmasını rica etti.
Gulaglarda ağır şartlarda çalıştırılan Kırım Türklerinin sayısı yaklaşık 10 bin civarındaydı.
Nuri Killigil Paşa’nın Almanya Dışişleri Bakanlığı’nı Ziyareti

1939 Ekim ayı sonlarında von Hentig, Türk politikacı Nuri Killigil Paşa ile istişarede bulunmak üzere Berlin’e çağrıldı. Nuri Paşa, Osmanlı Devleti Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kardeşi idi. Kendisi mülteci olmamakla beraber ağabeyinin siyasî mirasının yöneticisi olarak Pantürkizm’in tanınmış temsilcilerinden biriydi. Bu sebeple bazı Türk-Tatar mülteci teşkilâtları tarafından bir nevi sözcü olarak kabul ediliyordu. Berlin’e gidişi de muhtemelen bu teşkilâtların bilgisi dâhilinde ve tasvibi ile oldu. Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı Ernst Woermann, Büyükelçi von Hentig ve Nuri Paşa’nın katıldığı toplantıdan Nuri Paşa’nın istekleri gerçek dışı bulunduğu için kesin sonuç alınamadı. Nuri Paşa önce müzakerede bulunduğu şahısların önüne Türk Hükümeti’nin toprak isteklerinin belirtildiği bir harita koydu. Ama bu istekleri Türk Hükümeti’nin temsilcisi olarak değil, bir özel şahıs olarak dile getiriyordu. Zaten seyahati de tamamen özeldi. Düşüncesine göre, Türkiye’ye katılması gereken toprakların yanı sıra Orta Asya’da yeni kurulacak bir sıra bağımsız Türk Devleti’nin de planlanması gerekiyordu. Almanya Dışişleri Bakanlığı, Nuri Paşa’dan daha sonra yarar sağlanabileceği kanısına sahip olmakla beraber Pantürkizm fikirlerini gerçekçi bulmadığı için onun yardım ve işbirliği önerilerini reddetti. Bu sıralarda Almanya Büyükelçisi olarak, Ankara’da Franz von Papen bulunuyordu. Von Papen Pantürkizm’in ateşli bir taraftarı ve teşvikçisi idi. Savaşın ilk aylarında birçok kez meşhur mültecilerin özellikleri hakkında Almanya Dışişleri Bakanlığı’na bilgiler yolladı ve kendilerinden faydalanılması için tavsiyelerde bulundu. Von Papen’in hedefi, Türkiye’de çok faal olan mülteci grupları ve meşhur Pantürkistler vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Almanya safında savaşa katılmasını sağlamaktı. General Erden ve General Erkilet’in Kırım ve Sovyetler Birliği’nin güneyinde, özellikle Türklerle meskûn bölgelerde yaptıkları gezi ve Nuri Killigil Paşa’nın istişarelerde bulunmak üzere Berlin’e gidişi, Büyükelçi von Papen’in davetiyle gerçekleşti.

Avukat Müstecip Ülküsal ve Dr. Edige Kırımal’ın Berlin’e Gönderilmesi

Alman-Sovyet Savaşı’ndan önce Almanya’da, Kırım Türk-Tatarlarını temsil edecek mülteciler olmadığı gibi karşı istihbarat yönünden herhangi bir işbirliği de mevcut değildi. Kırım Millî Merkez Başkanı Cafer Seydahmet, Londra’da sürgünde bulunan Polonya Hükümeti ile sıkı münasebette bulundu ve Nazi rejimine karşı açıkça cephe aldı. Kırım Millî Merkez mensupları Kırım lehinde bir siyasî gelişme sağlayabilmek için Cafer Seydahmet’i ikna ederek, Berlin’de bir Kırım Türk Millî Merkezi oluşturmayı düşündüler. Bu niyet ve kararlarını General Erkilet’e bildirdiler. General Erkilet cephe gezisinde, Büyükelçi von Hentig’e bu konuyu duyurdu ve desteğini sağladı. Müteakiben bir Kırım heyetinin Berlin’e gönderilmesi için Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Almanya Büyükelçisi Franz von Papen’e müracaat edildi. Bu heyeti teşkil eden iki kişiden biri Dobruca’dan yeni gelen Avukat Müstecip Ülküsal, diğeri Dr. Edige Kırımal idi. Müstecip Ülküsal, bir taraftan adliyedeki işine devam ediyor, bir taraftan da Almanya’ya gitme hazırlığı yapıyordu. Ekim ayında, adliye kuraları çekildi, Müstecip Ülküsal’a Keşan Savcı Yardımcılığı çıktı ve oraya gitmek üzere harcırahını (yolluğunu) da aldı. Bu sıralarda, Berlin’e gitmesi kesinleşince adliyeden istifa etti. 26 Ekim’de Cafer Bey’den aldığı telgraf üzerine trenle İstanbul’a hareket etti. Emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda görevli Werner Otto von Hentig’e ve Türkiye Büyükelçisi Hüsrev Gerede’ye takdim edilmek üzere kendilerine birer mektup verdi. Bir ay sonra Almanya Başkonsolosluğu’ndan vize alındı. 27 Kasım 1941 Perşembe günü (Avukat Müstecip Ülküsal ile Dr. Edige Kırımal) İstanbul’dan trenle yola çıktılar ve 2 Aralık 1941’de Berlin’e vardılar.

Avukat Müstecip Ülküsal’ın Berlin’deki Faaliyetleri
Müstecip Ülküsal 3 Aralık 1941 tarihinde Dr. Edige ile Alman Dışişleri Bakanlığı’na giderek burada çalışan Kazanlı Prof. Âlimcan İdrisî Bey’i buldular. Kendisine tavsiye mektuplarını verdiler ve Cafer Seydahmet Bey ile arasındaki eski dargınlığın unutulmasını, anlaşma ve işbirliği zamanının geldiğini, kendisinin Türk alemi için yaptığı hizmetlerin takdir edildiğini ve Berlin’deki çalışmaları için yardımcı olmasını rica ettiler Prof. Âlimcan, esir Türklerin bu savaşta kurtulacaklarını ümit ettiğini ve bunun için elbirliği ile çalışmak gerektiğini, kendisinin yardımını esirgemeyeceğini ifade etti ve Dr. Edige ile Avukat Müstecip’i, Werner von Hentig’e götürdü. Müstecip Ülküsal, Fransızca olarak Hentig’e “Memleketimizi ve milletimizi komünizmden ve Rus zulmünden kurtaran Alman ordularına şükran borcumuz vardır. Kırım’a gidip, halkımız ile çalışabildiğimiz zaman bu borcumuzu ödemeye çalışacağız. Muzaffer Alman orduları sayesinde hürriyetine kavuşmuş bulunan Kırım Türklerinin Almanya’ya karşı tam sadakatle bağlı olacağından şüphe edilmemelidir. Kırım Türklerine tanınacak hak ve hürriyet, Rus esiri diğer Türkler için ümit kaynağı teşkil edecek, Alman-Türk işbirliğinin temeli olacaktır” dedi. Bu sözleri dikkatle dinleyen Hentig “Alman milleti ve ordularının sizin şükranınıza, yalnız Kırım’ı kurtarmakla değil, oradaki milletinize hürriyet ve saadet vermekle hak kazanacaklarını ve bunu vermeye çalışacaklarını”söyledi.
Werner von Hentig, akşam Paris’e gideceğini, birkaç gün kalıp döneceğini, onları Harbiye Nezareti’nde Türk esirleri ile meşgul olan Dimmer ile tanıştıracağını söyledi. Âlimcan İdrisî, kendilerine çok yakınlık gösterdi. Rusya’nın gelecek idaresi hakkında Almanya’da iki düşünce ve cereyan olduğunu açıkladı:
1) Bütün Rusya’yı bugünkü sınırları içinde bir bütün hâlinde Almanya’nın bir sömürgesi olarak idare etmek;
2) Rusya’yı sınırları içinde ve fakat kendi yurtlarında yaşayan milletlere bölerek ve bunlara mahallî özerklik vererek ayrı ayrı idare etmek. “Bu düşüncelerden birincisi, Rosenberg’in işgal altındaki Doğu Mıntıkaları Bakanlığı’nın, ikincisi ise Dışişleri Bakanlığı’nındır (Auswârtiges Amt). Ama meselede son söz ve karar Hitler’indir. Bu hususta son sözü ne zaman söyleyecektir. Bunu kimse bilemez” dedi.
Ertesi günü Müstecip Ülküsal, Alman subayı Dimmer’i görmek üzere Harbiye Nezareti’ne gitti. Dimmer, kendilerini bakanlığın önemli bir şubesinde görevli iki Alman subayı ile tanıttı ve Kızıl Ordu’dan alınan esirlerin işleriyle bu subayların ilgilendiğini söyledi. Bu subaylar Türkleri, Rus, Ukraynalı, Ermeni, Gürcü ve diğer esirlerden ayırdıklarını, hepsine aynı gıdayı verdiklerini, Türk esirlerinin sayılarını bilmediklerini ve ziyaret için izin alınması gerektiğini söylediler. 6 Aralık 1941’de Rosenberg’in Doğu Bakanlığı Kafkas Dairesi Başkanı Prof. Dr. Gerhard von Mende’yi ziyaret ettiler. Bu ziyarette Mende “Tatarlara karşı çok kötü cereyan olduğunu, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından Almanya’nın büyük menfaat sağlayacağını, Rusya’dan zaptedilen toprakların birtakım bölgelere ayrıldığını, Kırım’ın tamamının henüz işgal edilmemesi nedeniyle herhangi bir bölgeye bağlanmadığını, ama Ukrayna bölgesine bağlanma ihtimalinin kuvvetli olduğunu, kendilerinin kontrolündeki esir kamplarında 150 kadar Kırımlı esir Türk’ün tespit edildiğini, bu esirlerin memleketlerine gönderilmeleri veya serbest bırakılmaları için Harbiye Nezareti’ne başvurduklarını, fakat henüz sonuç alamadıklarını” bildirdi. Avukat Müstecip, beş yıldan beri Berlin Üniversitesi’nde okuyan Kazan Türklerinden Ahmet Temir ile yaptığı temasta, esirlerle ilgili olarak şu bilgileri aldı: “Bakanlıkta esirlerle meşgul olmak üzere yedişer-sekizer kişilik komisyonlar teşkil edilmiştir. Bunların her birinde Rusya’da yaşayan milletlerin bir veya iki temsilcisi bulunmaktadır. Reisleri Alman’dır. Komisyonlar, esir kamplarına giderek milletdaşlarını buluyorlar, onlarla konuşarak memleketlerine dair bilgi alıyorlar. Türkler diğer milletlerden ayrı kamplara konulmaktadır; Türkistan, İdil-Ural, Azerbaycan kampları vardır. Kırımlılar az olduklarından, Kazanlıların kamplarına verilmektedirler. Tüm esirlerin %13’ünü teşkil eden okuma yazma bilen esirler diğerlerinden ayrılarak imtiyazlı bir kampa konulmaktadır Bunların kampı Berlin yakınlarındadır. Bunlar, özel şekilde yetiştirilip ileride memleketlerinde kurulacak muhtar idarelerde kullanılacaklardır. Memur ve polis olarak hazırlanmaktadırlar. Almanlar tanınmış eski partici ve siyasetçilerle işbirliği yapmak istememekte, tarafsız ve genç unsurları tercih etmektedirler. Rusya’daki memleketlerin ve Türk illerinin gelecekteki idare ve hükümet şekillerine dair hiçbir şey söylememektedirler.”

Aynı şahıs bilâhare şu bilgileri de getirdi: “Ostro kampında 53. Hanover kampında üç, diğer kamplarda bulunan bütün esir sayısı 150’dir. Yalnız Ostro’dakiler ayrı bir liste hâlinde düzenlenmiş, diğer esirler Kazanlı esirlerle birlikte listeye geçirilmiştir. Ostro’da ayrı bir kampa alınan 53 Kırımlı esir, propaganda ve idare adamı yetiştirilmek üzere eğitilmektedirler. Bunlardan başka 20 kadar Kırımlı sivil işçi de esir sıfatıyla ayrı bir listeye geçirilmiştir. Bunların Kırım’a gönderilerek serbest bırakılacağı söylenmektedir.” Avukat Müstecip ve Dr. Edige bütün bu bilgilere rağmen Doğu Bakanlığı’ndan izin alamadılar, Kırımlı esir ve işçilerle temasa geçemediler. Müstecip Ülküsal, 10 Aralık 1941’de Kudüs Başmüftüsü Hacı Hüseyin El Eminî ile görüştü. Bu görüşmede Müstecip Ülküsal, Kırımlı olduğunu, Kırım Millî Teşkilâtı tarafından Almanya’ya gönderildiğini, Kırım’a gitmek ve orada Almanlar ile Kırım Tatarları arasında işbirliği sağlamak istediğini, Rus Komünist zulmünden kurtulup, hürriyete kavuşmak üzere olan Kırım halkının, Almanya ve ordularına müteşekkir ve minnettar olduğunu söyledi, Kırım’da hür ve özerk idarenin kurulması için Müslüman kardeşlerine yardımda bulunmalarını rica etti. Başmüftü bu sözlerden çok duygulandı ve her türlü yardımı yapacağını kesinlikle vaadetti. Bunun üzerine Avukat Müstecip, 20 yıldan beri Kırım’da tatbik edilen Komünist rejimi altında Müslümanlığın çok zayıfladığını, din adamlarının sürülmesi ve öldürülmesi sonucunda Kırım’da hemen hemen hiç imamların kalmadığını, dinî kitapların bulunmadığını ve bu boşlukları doldurmak için Romanya’da yaşayan Kırımlılar arasından ilk adımda 30 hoca ve öğretmen ile yeteri kadar kitabın gönderilmesi hususunda izin alınmasının, Almanlar tarafından Kırım Türklerine tanınacak idare tarzının, diğer esir Türk ülkelerindeki Türklerin ümitlerinin ve cesaretlerinin artmasına veya azalmasına mihenk teşkil edeceğini, bu sebeple Almanların Kırım Türklerine karşı takınacakları tutumun çok büyük önem taşıdığını yüksek Alman makamlarının bilgi ve takdirine iletilmesini rica etti. 12Aralık 1941’de Ukrayna Bölgesi Başkomiseri Erich Koch ile görüşme talebinde bulunan Avukat Müstecip, Koch’dan “Ben Ukrayna Genel Valiliği’ni henüz fiilen elime almadım. Bundan dolayı benim Kırım hususunda, onun temsilcileriyle konuşacak bir meselem yoktur. Zaten Kırım’da
mülkî idare de henüz kurulmuş değildir. İleride ihtiyacım olursa ben kendilerini ararım” cevabını aldı. Almanya’da bulundukları sürece Avukat Müstecip ve Dr. Edige’nin en çok görüştükleri ve yardım gördükleri kişiler Büyükelçi von Hentig ve von Mende oldu. 17 Aralık 1941 günü von Hentig, Avukat Müstecip Ülküsal’a kendilerini en erken Şubat 1942’de Kırım’a aldırabileceğini, Romanya ve Polonya’dan Kırım’a gidecek hoca, öğretmen ve idarecileri şimdiden tespit etmelerini, toplu olarak göçün mümkün olmadığını, Kırım’da kurulacak Türk-Tatar Millî Hükümeti’nin ve idaresinin hâlen Doğu Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı arasında tartışma konusu olduğunu, Kırım’ın Ukrayna’dan ayrı ve müstakil olması için henüz karar verilmediğini, Romanya ve Polonya’ya gidebilmeleri için ilgili yerlere mektup yazdığını bildirdi. 6 Ocak 1942 günü Prof. Dr. Gerhard von Mende, Alman askerlerinin Kırım’a girişlerini Kırım Tatarlarının sevinçle karşıladığını, Alman askerleriyle beraber çalışmaya başladıklarını, bu yüzden Alman askerlerinin Tatarlara karşı güvenlerinin arttığını, Polonya’daki Tatarlarla görüşülmesinin iyi olacağını, ancak Kırım’a göçmeleri için kesinlikle bir şey söylenmemesini, Romanya seyahati için bilâhare
bilgi vereceğini bildirdi.
28 Ocak günü, bir Alman refakatinde Dr. Edige Polonya’ya (Ostland) gitmek üzere Şarlottenburg istasyonundan hareket etti. 12 Şubat 1942 Cuma sabahı, Avukat Müstecip Alman
Başkonsolosluğu’na giderek, müsteşarın mektubunu verdi. Yarım saatlik bir konuşmayı müteakip Başkonsolos, Köstence Valisi’ne takdim edilmek üzere bir mektup yazıp verdi.
Avukat Müstecip, valiye Kırım Türklerinin temsilcisi sıfatıyla Berlin’de bulunduğunu, Kırım Türklerinin Almanlarla birlikte Bolşeviklerle savaştığını, bunların arasında Romen askerlerinin de bulunduğunu ve bu üç milletin düşmana karşı yan yana çarpıştığını söyleyerek, Dobruca’daki Kırım Türklerinden Kırım’a çalışmak üzere gitmek isteyecek öğretmenlere, din adamlarına müsaade edilmesini, oradaki ahaliye gönderilecek gıda yardımının naklinin sağlanmasını, Berlin’den Dobruca’ya sırf bu maksatla geldiğini bildirdi. Avukat Müstecip, Ataşemiliter Yarbay Braun’u ziyaretinde Romenlerin elinde Kızıl Ordu’dan alınmış 300 kadar Tatar esirinin bulunduğunu, bunun 150’sinin Türkistanlı, 100’ünün Kafkasyalı ve 50’sinin de Kırımlı olduğunu, bunların büyük bir kısmının köylerde tarla işlerinde çalıştırıldığını öğrendi.

Ülküsal’ın Berlin’e Dönüşünden Sonraki Faaliyetleri
Berlin’e dönüşü müteakip, 25 Şubat 1942’de Dışişleri Bakanlığı’nda von Hentig, Avukat Müstecip’i, yerine kalacak olan Başkonsolos Kap ve Moskova Büyükelçisi von Schulenburg ile tanıştırdı. Werner von Hentig, Kırım’a gidiş tarihinin henüz belli olmadığını, trenle gideceğini, Kırım’daki komutan ile anlaşarak kendilerini telgrafla aldıracağını, Romanya’daki ekibin harp alanının boşaltılmasından sonra gelmelerinin uygun olacağını bildirdi. 21 Mart 1942’de saat 23.00’de trenle Kırım’a yola çıktı. Bir ay sonra Avukat Müstecip, von Hentig’ten şu mektubu aldı: “Kırım Türklerinin meseleleri burada filen halledilmiş durumdadır. Tatarlarla ve Tatar askerleri ile bizim askerler arasındaki ilişkiler çok iyidir. Tatarlardan 14 tabur teşkil edilmiştir. 4.000 kişilik Tatar birlikleri, Kırım’da sabotaj ve tahribat yapan çetecileri takipte ve imhada büyük başarı göstermektedirler. Alman subaylarının emir erlerinin hepsi Tatar askerleridir. Bunlar ve bütün Tatar askerleri Alman asker üniformaları ile geziyorlar. Okul işleri yolundadır. Yalnız öğretmen ve okul kitapları işleri halledilemiyor. Bunlara büyük ihtiyaç duyulmaktadır: Baltık Almanları Tatar okullarında Almanca öğretmenliği yapıyorlar, Kırım dışında yaşayan milletdaş ve yurtdaşlarının okul ve kitap hususlarındaki yardımlarını istiyor ve bekliyorlar. Tatarların 400 kız ve erkekten oluşan koro ve orkestra ekibi var, bunların hepsi amatördür. Ayrıca kuvvetli bir tiyatro grubu da var. Askerlerimize hoş vakitler geçirtiyorlar.”

Ahmet Temir (1912-2003): Bugün Rusya Federasyonu’nun sınırları içinde kalan Tataristan’ın Bügülme kazasının Elmet köyünde 14 Kasım 1912 günü doğdu. Çocukluğu bu köyde geçti. Babası köyün mollası olan Reşid bin Carullah idi. Üç yıl Elmet’te Tatar mektebinde okuduktan sonra Bügülme’ye taşındılar. Babası onu Rus mektebine verdi. IV. sınıfı başka bir mektepte, V. sınıfı Puşkin mektebinde tamamladı. 1925 yılının sonunda altı yıllık Rus lisesine başladı. Ancak II. sınıfa geçtiğinde ailesi proleter olmadığı için okuldan çıkarıldı, Almanca öğrenmeye başladı. Hadi Atlasi’den ders aldı ve Rus edebiyatı, Batı edebiyatı ile ilgili kitaplar okudu. Daha sonra Rostov Na-Donu şehrinde Poliglot adında mektupla ders veren okula devam etti.1929’da Türkiye’ye göç ederek, Trabzon Muallim Mektebi’ne yazıldı ve burada Fransızca öğrendi. 1935’te İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ni bitirerek, aynı yıl Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne yazıldı. Aralık 1936’da Berlin Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde okumaya başladı ve 1941 yılında mezun oldu. 1943’te Felsefe Doktoru ünvanını kazandı. 1936-1943 yılları arasında Berlin Üniversitesi Tatarca lektörlüğünü yaptı. 1943’te Türkiye’ye dönerek, askerlik hizmetini tamamladı. 1947-1952 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Müzeler Dairesi’nde asistanlık yaptı. 1952’de Hamburg Üniversitesi’nde Türkçe lektörlüğü vazifesinde bulundu. 1954’te tekrar Türkiye’ye döndü ve 1955 Mart’ında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde çalışmaya başladı. 1962’de, aynı üniversitede profesör oldu. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü kurucularından olan Ahmet Temir, bu enstitünün başkanlığını da yaptı (1961-1975). 1982’de de emekliye ayrıldı. Ahmet Temir, Türk dünyasına birçok eseriyle katkıda bulundu. Türk dili, Moğol dili, Altaistik ve ilmî araştırmalarının temelini oluşturdu. Ahmet Temir, Türkoloji tarihi alanında “Radloff Araştırıcısı” olarak tanındı. Radlof’un Aus Sibirien adlı meşhur eserini Sibirya’dan başlığı altında indekslerini hazırlayarak Türkçeye çevirdi.
Gerçekte rejim, ideolojisine aykırı gördüğü herkesi “kulak” diye adlandırıp yok ediyordu. Kulakların sürgün edilmelerinin sona erdiği 1933 yılında 1.317 kişi topraklarından zorla çıkarılarak ülkenin başka bölgelerine gönderildi. Milyonlarca insan, bu kamplarda korkunç şartlarda çalıştırıldı ve çoğu kısa sürede öldü. Aynı şekilde Kırım’da da Sovyet makamlarının bu insanlık dışı tutumları, Kırım Türkleri ile Stalin rejimi arasında derin bir uçurumun meydana gelmesine sebep oldu.
Kırım’da kurulan Alman idaresi, Kırım Türklerine karşı askerî konularda gösterdiği itimadı siyasî meselelerde göstermedi. Bunun en açık göstergesi, Almanlar tarafından Kırım’daki askerî makamların, yerel yönetimlerin ve emniyet teşkilatının büyük çoğunluğunda Rusların göreve getirilmesi idi. Bunun yanında Almanlar kendileriyle işbirliği yapan Kırım Türklerine karşı bir takım kültürel imtiyazlar da sağladılar. Kırım Türkleri ayrıca Müslüman komitelerinin teşkili gibi siyasî bir ayrı-calık da elde ettiler. Nazi Güvenlik Servisi (SD) ve Alman Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı (OKW) tarafından Kasım 1941’de kurulmasına izin verilen ve merkezi Akmescid’de olan bu komiteye sadece dinî ve kültürel meselelerle ilgilenme yetkisi verilmişti.
25 Haziran 1918’de General Süleyman Sülkeviç başkanlığında Kırım Millî Hükümeti kuruldu. 1918 yılından 1920 yılına kadar olan bu dönemde Kırım, önce General Denikin kumandasındaki Beyaz Ruslar, daha sonra Bolşevikler, ardından General Vrangel komutasındaki Beyaz Ruslar tarafından işgal edildikten sonra Ka sım 1920’de üçüncü ve son kez Bolşevikler tarafından işgal edildi ve işgal sırasında 60.000-70.000 kadar Kırım vatandaşı kurşuna dizildi. Kırım halkı, galeyana gelerek silahlı mukavemete başladı.Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in bir yandan Kırım halkının mukavemetini kırmak, bir yandan da Rusya’daki bütün Müslümanların sempatisini kazanmak adına yaptığı planın bir gereği olarak 18 Ekim 1921’de kuruldu.
“Bütün bu istedikleriniz kötü ve zararlı şeyler değildir. Bunlara ben de karşı değilim, yapılmalarını isterim ama bu hususta benim karar yetkim yok. Ancak her türlü yardıma hazırım. Pöchlinger de, onun gibi kişiler de, sizin Kırım’a gitme meselenizi anlamıyorlar. Bunlar, sizin Pantürkizm, Panislâmizm yapmanızdan korkuyorlar.
Adloniade

Büyükelçi von Hentig’in 11. Ordu Komutanlığı nezdine bakanlık temsilcisi olarak gönderilmesinden sonra eski Moskova Büyükelçisi Kont Schulenburg ve eski Müsteşarı Hilger, Dışişleri Bakanlığı’ndaki Rusya Komitesi’ne atandılar. Bu iki şahıs von Hentig’in yarıda kesmek zorunda kaldığı “Mültecilerin devreye sokulması” siyasetine devam etmeye karar verdiler. Schulenburg’un plânı, Sovyetler Birliği’nin güney ve güney doğusunda kurulacak mîllî hükümetlerin ön kademesi olarak şimdiden mülteci komiteleri teşkilâtlandırma esasına dayanmaktaydı. Doğu bölgesine ileride verilecek şekil, çoktan tespit edilse de Büyükelçi Schulenburg I. Dünya Savaşı’nda başarısızlığa uğramış projelerini yeniden gerçekleştirmeye çalışıyordu. Büyükelçi Schulenburg, doğuda aslî hükümet yetkisinin Alman Büyükelçisi’nde bulunan, fakat şeklen bağımsız görünümde bir konfederasyon taraftarıydı. Mülteci komitelerini tespit ve tesis etmek maksadıyla Nisan 1942’de bir toplantı tertiplendi. Büyükelçi von Papen ve Nuri Killigil Paşa’nın tavsiyelerini de göz önüne alarak Fransa, İtalya, Balkanlar, Türkiye ve İsviçre’de yaşayan birkaç düzine mülteciyi Berlin’e davet etti. Mayıs başında bu davetlilerin çoğu geldi ve Berlin’in meşhur otellerinden ,“Adlon”a yerleştirildi. Bu yüzden bu teşebbüse “Adloniade” adı verildi. Schulenburg’un küçük bir çevre içinde kendilerinden faydalanma ihtimallerini müzakere ettiği mülteciler arasında birkaç meşhur kişi de vardı: Kuzey Kafkasyalı iki yazar Haydar Bammat ve Alihan Kantemir, “Promethee”cilerden Azerbaycanlı Resulzade ve sabık bakanlardan bazıları ile Kuzey Kafkasyalı Sait Şamil, Gürcülerden Millî Demokratların lideri Spiridon Kedia. Davetli mültecilerin çoğu değişik siyasî kamplara mensuptu. Liberal, hatta sosyal ihtilâlci sabık Promethee taraftarlarının yanı sıra Kavkaz grubundan sağ eğilimli karşıtları vardı. Gürcü monarşistleri de bu farklı grupların dışında idi. Misafirlerin seçimi belli bir siyasî tercihi yansıtmıyordu. Adloniade’nin asıl yetkilisi olan Doğu Bakanlığı ile daha önce konuşulmamıştı. Bu yüzden toplantıda sonuç alınamadı. Adloniade, Alman Dışişleri Bakanlığı ile Doğu Bakanlığı arasında uzun zamandan beri gizli şekilde sürmekte olan çatışmayı açık bir kavgaya dönüştürdü. Rosenberg, Dışişleri Bakanlığı’nın kendi yetki sahasının ihlâlini Hitler’e şikâyet etti. Hitler, Dışişleri Bakanlığı’nın, işgali altındaki Sovyetler Birliği’nin meseleleriyle her türlü ilgisini yasakladı.

Ülküsal’ın Berlin’e Dönüşünden Sonraki Faaliyetleri

Berlin’e dönüşü müteakip, 25 Şubat 1942’de Dışişleri Bakanlığı’nda von Hentig, Avukat Müstecip’i, yerine kalacak olan Başkonsolos Kap ve Moskova Büyükelçisi von Schulenburg ile tanıştırdı. Werner von Hentig, Kırım’a gidiş tarihinin henüz belli olmadığını, trenle gideceğini, Kırım’daki komutan ile anlaşarak kendilerini telgrafla aldıracağını, Romanya’daki ekibin harp alanının boşaltılmasından sonra gelmelerinin uygun olacağını bildirdi. 21 Mart 1942’de saat 23.00’de trenle Kırım’a yola çıktı. Bir ay sonra Avukat Müstecip, von Hentig’ten şu mektubu aldı: “Kırım Türklerinin meseleleri burada filen halledilmiş durumdadır. Tatarlarla ve Tatar askerleri ile bizim askerler arasındaki ilişkiler çok iyidir. Tatarlardan 14 tabur teşkil edilmiştir. 4.000 kişilik Tatar birlikleri, Kırım’da sabotaj ve tahribat yapan çetecileri takipte ve imhada büyük başarı göstermektedirler. Alman subaylarının emir erlerinin hepsi Tatar askerleridir. Bunlar ve bütün Tatar askerleri Alman asker üniformaları ile geziyorlar. Okul işleri yolundadır. Yalnız öğretmen ve okul kitapları işleri halledilemiyor. Bunlara büyük ihtiyaç duyulmaktadır: Baltık Almanları Tatar okullarında Almanca öğretmenliği yapıyorlar, Kırım dışında yaşayan milletdaş ve yurtdaşlarının okul ve kitap hususlarındaki yardımlarını istiyor ve bekliyorlar. Tatarların 400 kız ve erkekten oluşan koro ve orkestra ekibi var, bunların hepsi amatördür. Ayrıca kuvvetli bir tiyatro grubu da var. Askerlerimize hoş vakitler geçirtiyorlar Mektup şöyle devam ediyordu: “Kırım’ı hangi bakanlığın idare edeceği meselesi önemlidir: Doğu Bakanlığı mı, Dışişleri Bakanlığı mı? Yoksa bir başka bakanlık mı? Doğu Bakanlığı buraya gelen memurlara, ecnebi memleketlere giden memurlara verilen tahsisatı ve harcırahı verdiğine göre burasını ecnebi memleket saydığı anlaşılıyor.”
Von Hentig iyi haberler veriyordu ama hiçbir komitenin ve bu komitelerde çalışan kişilerden herhangi birinin ne adını ve ne de adresini bildirmiyordu. Kırım’daki Türk okullarının öğretmen ihtiyacı için Dobruca’dan oraya bu maksatla gitmek isteyen gönüllülerin listesi Alman resmî makamlarına verildi. Ancak bu izin halâ çıkmadı. Kırım’da okul kitaplarının basılması ve gazete çıkarılması için Dobruca’da bulunan Emel Mecmuası’na ait kurşun Lâtin harfler gönderildi

Ahmet Temir (1912-2003): Bugün Rusya Federasyonu’nun sınırları içinde kalan Tataristan’ın Bügülme kazasının Elmet köyünde 14 Kasım 1912 günü doğdu. Çocukluğu bu köyde geçti. Babası köyün mollası olan Reşid bin Carullah idi. Üç yıl Elmet’te Tatar mektebinde okuduktan sonra Bügülme’ye taşındılar. Babası onu Rus mektebine verdi. IV. sınıfı başka bir mektepte, V. sınıfı Puşkin mektebinde tamamladı. 1925 yılının sonunda altı yıllık Rus lisesine başladı. Ancak II. sınıfa geçtiğinde ailesi proleter olmadığı için okuldan çıkarıldı, Almanca öğrenmeye başladı. Hadi Atlasi’den ders aldı ve Rus edebiyatı, Batı edebiyatı ile ilgili kitaplar okudu. Daha sonra Rostov Na-Donu şehrinde Poliglot adında mektupla ders veren okula devam etti.1929’da Türkiye’ye göç ederek, Trabzon Muallim Mektebi’ne yazıldı ve burada Fransızca öğrendi. 1935’te İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ni bitirerek, aynı yıl Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne yazıldı. Aralık 1936’da Berlin Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde okumaya başladı ve 1941 yılında mezun oldu. 1943’te Felsefe Doktoru ünvanını kazandı. 1936-1943 yılları arasında Berlin Üniversitesi Tatarca lektörlüğünü yaptı. 1943’te Türkiye’ye dönerek, askerlik hizmetini tamamladı. 1947-1952 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Müzeler Dairesi’nde asistanlık yaptı. 1952’de Hamburg Üniversitesi’nde Türkçe lektörlüğü vazifesinde bulundu. 1954’te tekrar Türkiye’ye döndü ve 1955 Mart’ında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde çalışmaya başladı. 1962’de, aynı üniversitede profesör oldu. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü kurucularından olan Ahmet Temir, bu enstitünün başkanlığını da yaptı (1961-1975). 1982’de de emekliye ayrıldı. Ahmet Temir, Türk dünyasına birçok eseriyle katkıda bulundu. Türk dili, Moğol dili, Altaistik ve ilmî araştırmalarının temelini oluşturdu. Ahmet Temir, Türkoloji tarihi alanında “Radlof Araştırıcısı” olarak tanındı. Radlof’un Aus Sibirien adlı meşhur eserini Sibirya’dan başlığı altında indekslerini hazırlayarak Türkçeye çevirdi.
Almanlar, Kırım Türklerinden faydalanarak Sovyetlere karşı sınır birlikleri kurarken, aynı şekilde çok sayıda Kırım Türkü de Ruslar tarafından Almanlara karşı en ön saflarda istihdam edildi ve savaşta, aynı milletin mensubu kişiler iki düşman ordu saflarında birbirlerine karşı savaştırıldı.
Almanların Kırım’a gelmeleri Kırım Türkleri için bir çözüm getirmedi, Kırım Türkleri iki ateş arasında kaldı. Almanlar, Sovyet ordusuna karşı Kırım Türklerinden faydalanabilmek için harekete geçtiler, zorla gönüllü olarak Alman ordusuna asker almaya, gelmeyenleri veya desteklemeyenleri Almanya’ya çalışma kamplarına göndermeye ya da esir kamplarında toplayarak salgın hastalık ve açlıktan yok etmeye başladılar.
Nazi Almanyasının Sovyet Rusya ile anlaşarak Saldırmazlık Paktı imzalaması ve Polonya’ya saldırması, Rus esiri bütün Türk mücahitlerini çok incitti, hayal kırıklığına uğrattı ve adeta Almanya aleyhine isyan ettirdi. Bu sırada Kırım istiklâl dâvasının önderi ve ideoloğu Cafer Seydahmet Kırımer, Dobruca’daki milliyetçi teşkilâta mensup 15 gencin sembolik olarak Lehistan ordusuna gönüllü yazılmasını istedi.
“Son günlerde bütün dünya yeniden çalkalanmaya ve sarsılmaya, millet ve memleketlerin mukadderat ve hakları bahis mevzuu olmaya başlamıştır. Bu meyanda Rus mahkûmu milletlerin ve bilhassa biz Türklerin de mühim yer işgal edeceğimize şüphemiz yoktur. Rusya’nın parçalanacağı, mahkûm Türk illerinin kurtulacağı muhakkak ve yakındır. Bu mesut ve şerefli gün için birleşelim ve hazırlanalım”
1917’deki hazırlıksızlığımız şimdi yoktur. Bugün artık bütün devlet merkezlerinde, her Türk ilinin istiklâl davasının mahiyet ve ehemmiyeti
anlaşılmış ve hepsi için ayrı ayrı dosyalar açılmıştır. Fakat
kardeşlerim, mukaddes haklarımızın tanıtılması ve haklı
davalarımızın kazanılması için siz Kırımlılar kendi aranızda, İdil-Urallılar, Azerbaycanlılar, Türkistanlılar, Şimali
Kafkasyalılar kendi aralarında, sonra hepimiz öz aramızda
tam surette anlaşmalı ve birleşmeliyiz.”
Promete (Prometheus) Teşkilâtı: 1917 İhtilâli ile ortaya çıkan bağımsız cumhuriyetlerin ömürleri çok kısa oldu. Bunun sonucu olarak birçok devlet adamı, büyük şehir belediye başkanları, siyasî parti ve hareket yöneticileri, Batı Avrupa başkentlerine, özellikle Paris ve Varşova’ya sığındılar. Her iki başkentte, General Pilsudski Polonya’sının desteği ile Anti-Sovyet “Promete Teşkilâtı”nı kurdular. “Paris Promete Teşkilâtı”, Azerbaycan, Gürcistan, Türkistan ve Ukrayna Millî Hükümet ve Kurtuluş Hareketleri temsilcilerinden oluşuyordu. Varşova Promete Teşkilâtı’nda, bunlara ilâveten İdil-Ural, Kırım, Kuzey Kafkasya, Kazaçi hareketleri gibi kuruluşlar bulunuyordu. Promete Teşkilâtı’nın amacı, Sovyet Rus emperyalizmine karşı kurtuluş mücâdelesi vermekte olan milletlerin kurtuluş dâvasına, siyasî bir kuruluş olarak hizmet etmekti. Çeşitli dillerde çok sayıda yayın neşreden hareketin kılâvuz organı Promethee (Promete) adında 1926’dan 1938’e kadar kesintisiz olarak Fransızca çıkan aylık bir dergi idi. Promete’nin redaktörleri arasında Mustafa Çokayoğlu, Mehmed Emin Resulzade, N. Jordanya ve A. Şulgin gibi önemli şahıslar bulunuyordu. Her iki kuruluş da II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla faaliyetlerini durdurmak mecburiyetinde kaldılar. Varşova ve Paris’i işgal eden Nazi kuvvetleri, bu teşkilâtın mensuplarını toplama kamplarına gönderdi. II. Dünya Savaşı sonunda, Paris’teki Prometeci memleket ve milletlerin temsilcileri “Paris Bloku Kulübü”nü kurdular. Her iki Promete Kulübü mensupları “Paris Bloku”nda toplanarak yeniden faaliyete geçtiler. İlk Başkanı, Gürcü Millî Hükümeti Erkânı’ndan Gegiçkori idi. “Promete Teşkilâtı” ve dergisiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Etienne Copeaux, “Promete Hareketi”, çev. E. Topbaş, Kırım, No. 2, Ocak-Şubat-Mart 1993, s.11-20
1921-1923 yıllarında vuku bulan açlık felaketi, 1930’lu yıllarda başlatılan köylüyü zorla sovhoz
ve kolhozlarda (devlet çiftlikleri) çalıştırma, kolektivizm ve
tasfiye politikaları (idam ve sürgün-zorunlu göç politikası),
1932-1933 yıllarında tekrar yaşanan kıtlık ve açlık dönemi
ile sayıları iyice azalan Kırım Türklerini yok etme süreci II.
Dünya Savaşı’nın başlangıcıyla birlikte yeni bir ivme kazandı.
Kırım’da hüküm süren ilk Komünist hâkimiyeti devrinde,
1921-1922 ve 1931-1934 yılları arasındaki açlık devirleri, ideolojik mahiyetteki çeşitli idamlar, sürgünler ve rejimin
eziyetlerine dayanamayıp her şeyi göze alarak kaçma neticesinde Kırım’da takriben 100.000 kişilik Tatar nüfusu
azalmış oldu ve bu rakam da 1917 yılındaki Tatar nüfusunun yarısına tekabül etmekteydi.
Gerçekte rejim, ideolojisine aykırı gördüğü herkesi “kulak” diye adlandırıp yok ediyordu. Kulakların sürgün edilmelerinin sona erdiği 1933 yılında 1.317 kişi topraklarından zorla çıkarılarak ülkenin başka bölgelerine gönderildi.13 Milyonlarca insan, bu kamplarda korkunç şartlarda çalıştırıldı ve çoğu kısa sürede öldü. Aynı şekilde Kırım’da da Sovyet makamlarının bu insanlık dışı tutumları, Kırım Türkleri ile Stalin rejimi arasında derin bir uçurumun meydana gelmesine sebep oldu.
1921-1922 yıllarında Rusya’da 49.000.000 kişi yoklukla mücadele etti ve 5.000.000 kişi açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Bunların arasında Kırım Türkleri de vardı. Kırım’da yaşanan açlık felâketi ise 100.000 kişinin canına mal oldu
25 Haziran 1918’de General Süleyman Sülkeviç başkanlığında Kırım Millî Hükümeti kuruldu. 1918 yılından 1920
yılına kadar olan bu dönemde Kırım, önce General Denikin kumandasındaki Beyaz Ruslar, daha sonra Bolşevikler,
ardından General Vrangel komutasındaki Beyaz Ruslar tarafından işgal edildikten sonra Kasım 1920’de üçüncü ve
son kez Bolşevikler tarafından işgal edildi ve işgal sırasında
60.000-70.000 kadar Kırım vatandaşı kurşuna dizildi. Kırım halkı, galeyana gelerek silahlı mukavemete başladı.
Alman ordusu Kırım’da yaklaşık iki buçuk yıl kaldı ve bu süre zarfında Kırım Türkleri Ruslar gibi Almanlara da güvenilemeyeceğini gördüler.
Savaş tarihi bize insan fıtratının çeşitli yönlerini yansıtan örnekleri göstermektedir: Toplu kahramanlıklar, zafer için fedakârlık, yorulmak bilmeden çalışmak vs. Bununla birlikte
korkaklık ve ihanet durumları da oluyordu şüphesiz. Savaş
tarihinin en trajik sayfalarından biri esaret ve esirlerin kaderleridir.
Almanların 1942-1943 yıllarında Tatar, Başkurt
ve Çuvaşların da dâhil olduğu SSCB’deki Türk halklarının
temsilcilerinden istifade etme planı başarısız oldu. Nazilerin bu planının başarısızlığında onlara karşı Doğu lejyonerleri arasında çalışan yeraltı örgütlerin de önemli rolü
oldu. Bu tür örgütlerin en meşhuru Gaynan Kurmaşev
ve Musa Celil’in liderliğini üstlendiği örgüttü. Bu örgüt
büyük ihtimalle 1942 yılının sonlarında faaliyete başladı.
Almanlara esir düşen Tatar subayları örgütün faal üyeleri
oldu. Örgüt üyelerinin amacı, İdil-Ural Lejyonu’nu içeriden dağıtmak ve isyan çıkartmaktı. Onlar amaçlarını
gerçekleştirmek için 1942 yılının sonbaharında Almanya
Doğu Bakanlığı tarafından lejyonerler için çıkarılmaya
başlanan İdil-Ural Gazete Matbaası’nı kullandılar.
Gaynal Kurmaşev yeraltı örgütleri kurdu ve onları koordine etti. Almanya ve Polonya’da serbest dolaşım hakkına
sahip olan Musa Celil lejyonerler arasında propaganda
çalışmalarını üstlendi. Vineta Propaganda Radyosu’nda
çalışan Ahmet Simaev ise listeleri hazırlıyor ve direniş
grupları hakkında bilgi topluyordu.
Maalesef, Kurmaşev ve Celil’in Nazi karşıtı çalışmaları Alman istihbaratı tarafından sekteye uğratıldı: 11 Ağustos gecesinde bu gruba üye olan 40 kişi tutuklandı. Yapılan
incelemeler yeraltı örgütün çalışmalarını ayrıntılı şekilde
ortaya çıkarttı. 12 Şubat 1944 tarihinde Dresden’de Askerî
Mahkeme 12 kişiye idam cezası verdi. Bunlar Musa Celil, Gaynan Kurmaşev, Abdulla Aliş, Ahmet Simaev, Ahat
Atnaşev, Abdulla Battalov, Fuat Bulatov, Salim Buharov,
Fuat Safulmülükov, Zinnat Hasanov ve Garif Şabaev idi.
İdam kararına gerekçe olarak şüphelilerin “düşmanla işbirliği” ve “askerî güce zarar verme” faaliyetleri gösterildi.
Bu gerekçe, İdil-Ural Lejyonu’nda mevcut olan Direniş
Grubu’nun çalışmalarının Nazi Almanyası’na büyük zarar
verdiğini göstermektedir.
Batı cephesindeki Doğulu gönüllülerden oluşturulan tugayların çoğu küçük birimlere ayrılarak, çeşitli illerdeki
büyük Alman birimleri arasına dağıtıldı. Pek çok lejyoner
birbirlerinden ayrı kalınca çok tedirginlik yaşadı. Kısacası, Doğu lejyonlarının Batı Avrupa’da da kullanılması
Almanlar için istenilen sonuçları ortaya çıkarmadı. Pek
çok lejyoner, ilerlemekte olan Sovyet ordusuna esir düşmekten korkuyor ve müttefiklere esir düşmeyi yeğliyordu.
Fakat müttefiklere esir düşenlerin de kaderi farklı olmadı:
SSCB’nin müttefikleri ile imzaladığı anlaşma gereği, İngiliz ve Alman ordularının eline geçen Sovyet vatandaşları
daha sonra SSCB’ye iade edildi. Vatanlarına dönen bu kişilerin çoğunu sert cezalar bekliyordu.
Tatar halkının temsilcileri, diğer halklar ile birlikte II. Dünya Savaşı cephelerinde savaştılar ve kahramanlıklar gösterdiler. Burada bazı ünlü kimselerin isimlerini zikretmek gerekmektedir. Brest Kalesi’nin kahramanca savunulmasını
Tatar komutan Petr Gavrilov üstlendi. 1943 yılının Şubat
ayında düşman mazgalını bedeni ile örterek, hayatı pahasına muharebe misyonunu yerine getiren meşhur Aleksey
Matrosov’un gerçek ismi Şakircan Muhametcanov’du.
Muhametcanov, Başkurdistan doğumlu idi. Taman Kadın
Hava Alayı’nın meşhur pilotu Maguba Sırtlanova da Tatar
kökenliydi. 30 Nisan 1945 tarihinde Reichstag binasının
tepesine ilk olarak bayrak dikenlerin arasında Tatar Gazi
Zagitov da vardı. Tatar şairi Musa Celil Berlin’de faaliyet
gösteren yeraltı Anti-Faşist grubun liderlerinden biri idi ve
İdil-Ural Lejyonu’nun dağılması yönündeki faaliyetleri dolayısıyla 25 Ağustos 1944 tarihinde on arkadaşı ile birlikte
Berlin’deki Plötzensee Hapishanesi’nde idam edildi.
250 civarında uçuş gerçekleştiren Musa Gareev iki defa “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasına layık görüldü.
Tataristan ve Başkurdistan’dan farklı olarak Çuvaşistan, askerî harekât tehdidi ile de karşı karşıya kaldı. 4 Ekim 1941 tarihinde Almanlar Çeboksarı ve çevresine 22 bomba ve propaganda bröşürü bıraktılar. Bu bombalama sonucunda iki kişi hayatını kaybetti, 18 kişi yaralandı ve altı ev kullanılamaz hâle geldi.Bu durum SSCB yönetiminin savunma faaliyetlerine ağırlık vermesine neden oldu.
30 Nisan 1945 tarihinde Reichstag binasının tepesine ilk bayrağı dikenler arasında Tatar Gazi Zagitov da vardı.
II. Dünya Savaşı’nın İdil-Ural bölgesinde yaşayan halklara etkisinden bahsedilirken bölgenin çok uluslu yapıya sahip ve etnik olarak birbirleriyle karışmış halklardan oluştuğu belirtilmelidir. Türk halkları bölgede çoğunluğu teşkil etmediği için, savaşın zararlarının bölgedeki Türk halklarında etkili olduğunu, diğer halkların ise bundan etkilenmediğini söylemek doğru değildir. Bu savaş Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan bütün halkların ortak sınavı ve paylaştıkları ortak trajedidir.
Daha yaşanabilir bir dünya için, tüm dünya milletlerinin gerçek uygarlık anlayışı temelinde samimi işbirliği şarttır. Ancak bütün insanlık tarihi boyunca olduğu gibi, “modern” toplumların hâkim olduğu günümüzde de savaş maalesef kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkacaktır.
Moskova Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri ve başka Türk halklarını suçlu suçsuz ayırt etmeksizin topyekün sürgüne gönderdi. Diğer bir ifadeyle Vatan Savaşı’nı (Ruslar, II. Dünya Savaşı’na Büyük Vatan Savaşı demektedirler) verdikten ve galip geldikten sonra bu halklar, vatanlarından mahrum bırakıldılar. II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarının yıllar boyunca devam eden etkilerinden biri de sürgün edilen ailelerin ve onların torunlarının hâlâ vatanlarına dönememiş olmasıdır.
Bağımsız devletleri işgal edip kendi kölesine çeviren bir ülkenin kölelik altında inleyen bir ülkeyi azat edeceğine bel bağlamak saflıkmış.

Azeri Resulzade’den

Terk edilen bebekler, yoksul kadınlar arasında bir başka erkekle birlikte yaşamanın artması, evliliğin maliyeti nedeniyle evlilik dışı ilişkilerin yaygınlaşması, bu tür ilişkiler sonucu doğan bebeklerin ortada kalması ya da ortadan kaldırılması, yasak olmasına karşın kürtaj, çocuk düşürme ya da bebeğini doğumdan hemen sonra öldürme olaylarındaki artış, toplumsal sorunların aile kurumunu ve ahlakı nasıl çürüttüğünü de gösteriyordu.
2. Dünya Savaşı sona erdikten sonra dönemin Cumhurbaşkanı ve Milli Şef İsmet İnönü bir yurt gezisine çıktı. Milli Şef ülkeyi savaşa sokmamanın haklı gururunu yaşıyordu.

Bu gezi esnasında yanına yaklaşan bir çocuk sitemli bir ses ile:
– Paşam dedi; savaş sırasında bizi aç bıraktın .
Paşa, bu sitem üzerine şu cevabı verdi:
– Evet çocuğum, sizi aç bıraktım. Ama babasız bırakmadım.

1933’te II. Abdülhamit’in torunu 29 yaşındaki şehzade Abdülkerim Efendi Japonya’ya davet edildi ve burada büyük bir törenle karşılandı. Japonya, Doğu Türkistan’da kurmayı düşündüğü kukla devleti başına bir Osmanlı şehzadesini getirmek suretiyle hem bölgedeki müslüman halkın, hem de daha sonra bir şekilde halifelik makamının tesis edilmesiyle tüm dünya müslümanlarının üzerinde nüfuz oluşturmayı amaçladı.

Japonya’nın amacı Çin ve Sovyetler Birliği’ne karşı kullanabileceği bir tampon devlet yaratmaktı. Sovyetler Birliği, Türkiye ve Çin’in diplomatik baskıları sonucu Japonya durumu yalanladı ve Abdülkerim Efendi Japonya’dan ayrılmak zorunda kaldı. Kendi imkanları ile Doğu Türkistan’a geçerek Çin’e karşı savaş açtı. Ancak başarısız olunca Amerika’ya sığındı.

2. Dünya Savaşı, Türkiye dışındaki Türklüğün topyekün iştirak ettiği ve sonuçlarına da herkesten çok muhatap olduğu bir savaştır. 1938-1945 yılları arasındaki bu savaşla ilgili olarak hazırlanmış hiçbir belgeselde, yazılmış hiçbir kitapta, romanda, hikayede, şiirde, piyeste ve çekilmiş bir filmde, Tüklerin bu savaşa iştiraklerinden ve bu savaşta yaşadıklarından hiç söz edilmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir