İçeriğe geç

Astronomy 101 Kitap Alıntıları – Carolyn Collins Petersen

Carolyn Collins Petersen kitaplarından Astronomy 101 kitap alıntıları sizlerle…

Astronomy 101 Kitap Alıntıları

Dünya’dan çıplak gözle görülebilen (bizimkinin dışında) sadece üç galaksi vardır. Bunlar Andromeda Galaksisi ile Samanyolu’nun iki uydu galaksisi olan Büyük ve Küçük Macellan Bulutları’dır. Bunlar ilk uygarlıklardan beri incelense de astronomların galaksilerin tam yerlerini tespit etmeleri yirminci yüzyılı bulmuştur. Tüm diğer galaksiler teleskopla görüle bilir. En uzaktaki galaksileri tespit etmek için görüntüleri büyütme yeteneği çok gelişmiş özel cihazlar gerekir.
1914 yılında Almanya’da doğan Albert Einstein erken yaşlardan itibaren bilime ilgi duydu. Üniversitede matematik ve fizik okuyan Einstein, bunun ardından Isviçre’ye göç ettikten sonra birkaç yıl patent memuru olarak çalıştı. İşi, sinyal aktaranlar da dahil olmak üzere elektromanyetik prensiplerini kullanan ürünleri değerlendirmeyi kapsıyordu. Bu süre içerisinde fizik doktorası üzerine çalışmaya başladı ve 1905 yılında derecesini aldı. Bern Üniversitesi’nde okutman olarak işe başlayıp Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü’ne geçmeden önce birkaç yıl burada fizik dersi verdi. Einstein kariyerinin büyük kısmında görelilik kuramları üzerinde çalıştı. Çalışmasının bir parçası olarak uzak bir cisimden gelen ışığın kütleçekimsel bir alanın yakınından geçerken bozulacağını ileri sürdü. Bu fikir, 29 Mayıs 1919 yılındaki güneş tutulması sırasında teste tabi tutuldu. İngiliz astronom Sör Arthur Eddington’ın fotoğrafları, Einstein’ın hipotezini doğruladı; uzak yıldızlardan gelen ışıklar Güneş’in kütleçekimiyle bükülmüş görünüyordu. Bu, gözlemlenen ilk kütleçekimsel merceklenme örneğiydi. Einstein ve ailesi 1933 yılında, Nazi güçlerinin yükselişiyle Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti; burada Einstein Princeton Üniversitesi’nin İleri Araştırma Enstitüsü’nde çalışmalarına başladı. 1940 yılında Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı oldu ve yaşamının kalan kısmını görelilik, kuantum mekanikleri, kütleçekimi prensipleri ve pek çok farklı konu üzerinde çalışarak geçirdi. 1955 yılında öldüğünde beyni, incelenmek üzere muhafaza edildi. Son dönemde, dehanın kökenlerini araştıran nörologlar Einstein’ın beyninin sıradan beyinlerden bazı yapısal farklılıklarla ayrıldığını duyurdular. Onun dehasına bu farklılıkların katkısı olup olmadığı konusu henüz netlik kazanmamıştır.
Bir yıldız öldüğünde, yarattığı maddeler uzaya dağılır ve yeni jenerasyon yıldızlara, gezegenlere ve yaşamlara dönüşür. Astronom Carl Sagan bir defasında,Hepimiz yıldız tozuyuz demişti. Kanımızdaki demir, ciğerlerimize dolan oksijen, kemiklerimizdeki kalsiyum, hücrelerimizin moleküllerinde bulunan karbon, bunların hepsi uzun zaman önce yok olmuş yıldızlardan gelir.
İIk Yunan gökyüzü gözlemcileri gökyüzünde gezinen yıldıza benzer cisimlerden bahsederken PLANETES (gezgin) kelimesini kullanırlardı.
Dünyadaki değişik kültürlerde Samanyolu’nun Dünya’dan göründüğü kısmına oldukça şiirsel bazı isimler verilmiştir. Latincede Via Lactea denen galaksinin ispanyolcadaki adı da buna benzemektedir: Via Láctea. Bu ışık bandının Korece adı Gümüş Nehir’dir. Güney Amerika’da kadim inka gözlemcileri Samanyolu’nu lama, akbaba ve onların bildiği diger hayvanlardan oluşan takımyildızları arasından akıp geçen Göksel Bir Nehir olarak görmüşlerdir. Avusturalya’daki Aborjinler onun, yeraltna uzanan bir nehir olduğuna inanmışlardır. Bugün ise Samanyolu, insanların incelemesi için sayısız yıldız, bolca yıldız kümesi, bulutsular ve diger cisimler sunan, gözlemlenecek muhtesem bir gökyüzü parçasi olarak bilinmektedir.
Diğer yıldızların etrafında da gezegenler olduğunu ilk fark ettiğimiz andan beri oralarda yaşam olup olmadığını merak ediyoruz. İlkçağ medeniyetlerinin tanrılarla dolu gezegenlere ilişkin hikâyeleri vardı fakat bunlar bilime değil mitolojiye dayanan hikâyelerdi. Yunanlı filozof Aristoteles, diğer gezegenlerde yaşam olabileceği fikrini tozlanmak üzere rafa kaldırdı ve bu Dünya merkezli kozmoloji 1200 yıldan uzun süre bize egemen oldu. Kopernik Devrimi sayesinde mümkün hale gelen bilimsel düşüncedeki gelişmelerle insanlar oralarda başka gezegenler olabileceğini ve kozmosun başka yerlerinde de yaşam olabileceği fikrinin o kadar tuhaf olmadığını anlamaya başladılar. Uzay Çağı’nın gelişiyle insanlar diğer gezegenlerin etrafındaki yörüngelere uzay sondaları koyabildi ve zamanla da buralara iniş yapabildiler. Başka bir yerlerde yaşam olması fikri, kimya, fizik, astronomi, moleküler biyoloji, gezegen bilimi, jeoloji ve coğrafyayı içeren yeni bir disiplinin doğmasına yol açtı. Bilimin bu dalına astrobiyoloji denmektedir.
Bir gezegenin nasıl biçimlendiğini öğrenmek ister misiniz? Yüzeyini ne şekillendirdi? Uyduları nereden geldi? Ona ne olacak? Bunların cevaplarını merak ediyorsanız gezegen bilimiyle ilgileniyorsunuz demektir. Bu alan, güneş sistemindeki bütün cisimleri ve onların nasıl bu hale geldiklerini kapsar. Bilim insanlarının bu alanda öğrendikleri, diğer yıldızların yörüngesindeki gezegenleri gözlemlerken de kullanılabilir. Gezegen bilimi, astronominin alt disiplini olarak yoluna başladıysa da hızla genişledi. Günümüzde iyi bir gezegen bilimcinin bilmesi gerekenler şunlardır:
• Jeoloji
• Jeokimya
• Jeofizik
• Atmosfer bilimi
• Buzul bilimi
• Okyanus bilimi
Şimdiye kadar gerçekleşen en ünlü kızılötesi görevler Spitzer Uzay Teleskobu ve Avrupa Uzay Ajansı’nın Herschel Uzay Gözlemevi görevleridir. Gemini (Hawaii ve Şili’de) ve Avrupa Güney Gözlemevi (Şili’de) gibi, Dünya’nın atmosferinin oldukça üstünde konumlandıklarından iyi kızılötesi gözlem yapan bazı yüksek rakımlı gözlemevleri mevcuttur.
Aslında Einstein tarafından geliştirilmiş iki tane görelilik kuramı vardır. Genel görelilik, uzay ve zamanın uzay-zamanı oluşturduğunu söyler. Uzay-zaman kütleçekiminden etkilenebilir çünkü kütleçekimi uzay-zamanı eğer. Ayrıca maddenin ve enerjinin varlığıyla maddenin momentumundan da etkilenebilir. Bu, yirminci yüzyılın başları için oldukça yeni bir fikirdi ve astronomların evren algılarını yeniden değerlendirmelerini gerekli kılıyordu. Dünya’daki bakış açımızdan uzay ve zaman sabittir ve değiştirilemez. Oysa Einstein, kütleçekiminin etkisi altında uzayın genişleyebileceğini, sıkışabileceğini ya da bükülebileceğini ileri sürmektedir. Zamanın gözleyen kişiye ve gözlemlerin hangi şartlar altında gerçekleştiğine bağlı olduğunu söyler. Pek çok fizikçi, kozmosun işleyişinin bu kadar kaotik olmadığını düşünüyordu. Yine de daha dikkatle incelediğinizde bu fikirler son derece mantıklıdır; çünkü büyük bir cisim hem uzayı hem de zamanı bükebilmektedir. Bu cisme göre nerede olduğunuza bağlı olarak zaman algısı değişebilmektedir. Bir başka deyişle her şey görelidir. Günümüzde astronomlar, kütleçekimsel alanlarda örneğin uzak bir kuasardan gelen ışığın, bir galaksi kümesinin ya da kara deliğin kütleçekimsel etkisiyle saptığı yerlerdehareket eden cisimleri incelemek istediklerinde görelilik prensibini kullanırlar.
Edwin P. Hubble 1889 yılında, bir sigortacının oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukken bilime ilgi duyup üniversitede matematik ve astronomi okudu; daha sonra babasının teşvikiyle de Ingiltere’deki Oxford Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. Hubble 25 yaşına geldiğinde astronom olmaya karar verip Chicago Üniversitesi’ne başladı ve 1917 yılında doktorasını aldı. Ana ilgi alanı, silik bulutsular olduğu iddia edilen cisimlerdi. I. Dünya Savaşı’nda askeri hizmetini tamamladıktan sonra California’daki Mount Wilson Gözlemevi ekibine katıldı; burada bu cisimleri daha detaylıca incelemek için yeni tamamlanmış, 100 inçlik Hooker teleskobunu kullandı.
‘Venüs gezegeni göğümüzü öyle parlak bir şekilde süsler ki ne zaman göründüğüne bağlı olarak sabah ya da akşam yıldızı adıyla anılır.’
Büyük Patlama -evrenin doğuşu- yaklaşık 13,8 milyar yıl önce meydana geldi. Bu olay, o sıra mevcut olan bütün uzayı madde ve enerjiyle doldurdu. Bu, uzayın ve zamanın başlangıcıydı. İsminin aksine Büyük Patlama aslında bir patlama değildi. Daha ziyade, evrenin doğuşu, uzay ve zamanın günümüze kadar devam eden genişlemesini başlattı. Bu olay sırasında ilk madde parçacıkları yaratıldı. Büyük Patlama’dan sonraki ilk saniye, bütün evren 10 milyar dereceye kadar aşırı miktarda ısınmış bir atomaltı parçacıklar çorbasıydı. O ilk saniyede inanılmaz şeyler oldu:
• Kütleçekimi, elektronükleer kuvvetten ayrıldı ve çok geçmeden elektromanyetik kuvvet de ona katıldı.
• Evren sıcak bir kuark ve gluon (temel parçacıklar) çorbası olmaktan çıktı ve protonlarla nötronlar oluşmaya başladı.
• Bu ilk saniyenin en sonunda, yeni doğmuş evren, döteryum (bir çeşit hidrojen) ve helyum-3 oluşturmaya başlayacak kadar soğumuştu. Yeni doğmuş evrenin boyutu bu noktada en azından doksan kat daha büyümüştü!
Sonraki üç dakika boyunca yavru evren soğumaya ve genişlemeye devam ettikçe ilk elementlerin yaratılışı da devam etti. Evren, sonraki 370.000 yıl boyunca genişlemesini sürdürdü. Fakat evren, hiçbir ışığın parlamasına izin vermeyecek kadar sıcak, karanlık bir yerdi. Burada, sadece yoğun bir plazma, ışığı engelleyen ve dağıtan, saydam olmayan sıcak bir sis bulutu vardı. Evren, özünde sadece bir pustu.
Astronomiye başlamak çok kolaydır; dışarı çıkıp bulutsuz ve karanlık gökyüzüne bakmanız yeterlidir.
Uranüs, bu gezegenin ilk adı değildi. Sör William Herschel bu gezegene, kendi mali destekçisi olan Kral 3. George’a atfen Georgium Sidus adını vermek istemiştir. Bu istek büyük britanya dışındaki gözlemcilere uymamıştır: bir süre devam eden tartışmaların ardından Güneşten uzaklıkta yedinci sırada olan gezegene Uranüs adı verilmiştir. Bu isim o kadar popüler oldu ki Alman kimyacı Klaproth yeni keşfettiği radyoaktif maddeye Uranyum adını vermiştir.
Isaac Newton, bir cismin uzaydaki hareketini tanımlayan hesaplamalar üzerinde dikkatle çalıştı. Bunun temelinde de üç kanun olduğunu ileri sürdü:

1. Duran bir obje durmaya devam eder. Hareket halindeyse, başka bir cisim ya da kuvvet tarafından etkilenmediği takdirde hareket halinde kalır.
2. Bir kütleye kuvvet uygulandığında ivme meydana gelir. Kütle ne kadar büyükse cisme ivme kazandırmak için gereken güç de o kadar büyük olur. Fizik ve astronomi öğrencileri şu formülü öğrenir: F = ma; burada m kütlenin miktarını, a ise ivmeyi belirtir. Yere düşen elma örneğinde, elmanın kütlesiyle ivmesini çarparsanız bu size kuvveti (Newton adı verilen birimde) verir.
3. Her eylem için bir eşit, bir de karşıt reaksiyon mevcuttur. Bir bowling pistinde ileri doğru atılan bir top ters yönde gelen bir topa çarparsa ilk top, ikinci topa ne kadar büyük bir kuvvet uygulandığına bağlı olarak, geriye doğru hareket etmeye başlar.
Bunlar, günümüzde artık bariz kurallar gibi görünse de Newton’ın yaşadığı dönemde şaşırtıcı derecede yeni fikirlerdi.

Katolik Kilisesi, 1758 yılında Galileoʻnun yazılarına uyguladığı yasağı sessizce kaldırdıysa da Kilise’nin Galileo’ya yaptığı muameleden dolayı haksız olduğunu itiraf etmesi 242 yıl daha sürdü. Papa II. Jean Paul 1992 yılında, Galileo meselesinin hatalı bir şekilde ele alındığını sonunda kabul etti.
Gezegenimizdeki her kültür gökyüzünü izledi ve gezegenlerin, Ay’ın, Güneş’in ve yıldızların yıl boyu yaptıkları karmaşık hareketleri merak etti. Bu cisimler uzunca bir süre tanrılar ve tanrıçalar olarak kabul edildiğinden insanlar onlara tapıyordu. Eski Yunanlar, Mısırlılar, Çinliler, Hintliler, Aztekler, Mayalar, Koreliler, İlk Milletler ve başka pek çok halk gökyüzünün kendi ilahlarının meskeni olduğunu düşündü. Astronomileri çıplak gözle yapılan gözlemden ibaretti ve hem yön bulmak hem de zamanı ölçmek için Güneş, Ay ve yıldızları kullanıyorlardı.
Evrenimizin yaratılışından önce ne olduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Bu sorunun yanıtlarından biri, daha geniş bir çoklu evrende, tek bir baloncuğun içinde yaşıyor olabileceğimizdir. Büyük Patlama’da oluşan şey, bizim evrenimizi içeren bu bölge olabilir. Bunun ötesini (henüz) göremiyoruz fakat bu mümkün olsaydı dısarıda, tıpkı bizimki gibi genişleyen, kendi baloncukları içinde başka evrenler olduğunu görebilirdik. Bir başka fikir de, bizden önce bir evrenin var olduğu fakat bizim evrenimizi yaratan Büyük Patlama sırasında o evrenin varlığının kanıtlarının yok olduğu yönündedir.
Büyük patlama – evrenin doğuşu – yaklaşık 13.8 milyar yıl önce meydana geldi. Bu olay, o sıra mevcut olan bütün uzayı madde ve enerjiyle doldurdu. Bu, uzayın ve zamanın başlangıcıydı. İsminin aksine Büyük Patlama aslında bir patlama değildi. Daha ziyade, evrenin doğuşu, uzay ve zamanın günümüze kadar devam eden genişlemesini başlattı. Bu olay sırasında ilk madde parçacıkları yaratıldı. Büyük Patlama’dan sonra ki ilk saniye, bütün evren 10 milyar dereceye kadar aşırı miktarda ısınmış bir atom altı parçacıklar çorbasıydı. O ilk saniyede inanılmaz şeyler oldu.
Kütle çekimi elektronükleer kuvvetten ayrıldı ve çok geçmeden elektromanyetik kuvvet de ona katıldı. Evren sıcak bir kuark ve gluon (temel parçacıklar) çorbası olmaktan çıktı ve protonlarla nötronlar oluşmaya başladı. Bu ilk saniyenin en sonunda yeni doğmuş Evren döteryum(bir çeşit hidrojen) ve helyum -3 oluşmaya başlayacak kadar soğumuştu. Yeni doğmuş evrenin boyutu bu noktada en azından 90 kat daha büyümüştü. Sonraki 3 dakika boyunca yavru evren soğumaya ve genişlemeye devam ettikçe ilk elementlerin yaratılışı da devam etti. Evren sonraki 370 bin yıl boyunca genişlemesini sürdürdü. Fakat evren, hiçbir ışığın parlamasına izin vermeyecek kadar sıcak, karanlık bir yerdi. Burada, sadece yoğun bir plazma, ışığı engelleyen ve dağıtan, saydam olmayan sıcak bir sis bulutu vardı. Evren özünde sadece bir pustu. Evrendeki bir sonraki büyük değişim, ortam atomları oluşturacak denli soğuduğunda meydana gelen yeniden birleşme döneminde oldu. Bunun sonucu büyük patlamadan gelen orijinal ışık parlamasının sonunda seyahat edebileceği saydam bir gazdı. Bugün o yanıp sönen parlamayı kozmik mikrodalga arka plan ışıması olarak bilinen silik, her şeyi kapsayan, uzak bir parıltı olarak görüyoruz. Evren, kozmik karanlık çağlarını ardında bırakıyordu. Gaz bulutları öz kütle çekimleri( muhtemel karanlık maddenin kütle çekimsel etkisinin de yardımıyla) altında sıkışarak ilk yıldızları oluşturdu. Bu yıldızlar, etraflarında kalan gazları harekete geçirip (ya da iyonlaştırıp) evreni daha da aydınlattılar. Bu döneme Reiyonizasyon çağı denir.
BÜYÜK PATLAMA’DAN SİZE
1. Büyük patlama öncesi :kuantum yoğunluk dalgalanmaları.
2. Büyük patlama öncesi :kozmik şişkinlik
3. 13.8 milyar yıl önce: Büyük patlama
4. 13.4 milyar yıl önce: ilk yıldızlar ve galaksiler
5. 11 milyar yıl önce: Samanyolu oluşmaya başlar
6. 5 milyar yıl önce: gezegenler ile birlikte Güneş oluşmaya başlar.
7. 3.8 milyon yıl önce: dünyada ilk yaşam belirir
8. 2.3 milyon yıl önce: ilk insanlar ortaya çıkar 9 .Modern Zamanlar ve siz doğarsınız.
Gezegenimiz yaşamına dört buçuk milyar yıl önce protosolar nebulanın (güneş sisteminin doğuşuna sebep olan bulut, bulutsu) merkezinde küçük, katı bir cisim olarak başladı. Diğer iç güneş sistemi gezegenleri gibi o da küçük katı cisimlerle kaynaşarak (toplanma denen bir süreç) yaklaşık olarak bugünkü boyutuna ulaştı. Yavru Dünya, yeni oluşmuş güneşi çevreleyen gaz ve toz bulutundaki maddelerden oluşan bir yağmura maruz kalan eriyik halde bir gezegendi. Soğudukça, devamlı olarak patlamalar yaşadı ve volkanlardan boşalan tehlikeli gazlardan oluşan bir atmosferi vardı. Doğal bir uydusu yoktu, ancak güneş sistemi oluşmaya başladıktan sonra 30 ila 50 milyon yıllık bir dönemde Dünya , yaklaşık Mars büyüklüğünde bir cisimle çarpıştı ve bu olayın enkazı kaynaşarak bugün tanıdığımız Ay’ı meydana getirdi. Genç dünya soğuyunca, kıtasal levhalar halini alan katı bir yer kabuğu oluştu. Bu levhalar, manto katmanının tam üstünde gezinir. Mantonun altında iki kısma ayrılan çekirdek vardır: İç ve dış çekirdek. Katmanların bu oluşumuna ayrımlaşma denir ve bu sadece dünyada meydana gelmemiştir. Diğer gezegenlerin yani sıra cüce gezegenlerin, Ay’ın veya bazı asteroidlerin de ayrımlaşmış katmanları vardır.
3,8 milyar yıl önce bombardıman periyodu ve sık sık gerçekleşen çarpışmalar son bulduktan ve Dünya’nın yerkabuğu soğumaya başladıktan sonra okyanuslar oluşmaya başladı. Oldukça kısa bir süre süre içinde de ilk yaşam formları belirdi. Bunlar atmosferi oksijen ile doldurdu ve zaman içinde gaz örtümüz, biz de dahil olmak üzere, daha çeşitli yaşam formlarını desteklemeye elverişli hale geldi. Dünya, diğer iç güneş sistemi gezegenleri ile birlikte 5 milyar yıl daha var olacak. İşte o zaman güneş şişerek kırmızı bir deve dönüşecek ve bütün güneş sistemini daha da ısıtacak. O noktada Dünya’daki okyanuslar kaynayarak buharlaşacak ve gezegen, içinde yaşam bulunmayan bir kora dönüşecek.
OKYANUSLAR NEREDEN GELDİ?
Dünya oluştuğunda denizler yoktu. Peki o zaman bunlar nereden geldiler? Bir teoriye göre, kuyruklu yıldız çekirdeği denen sayısız buzdan cismin dünyaya çarpması sonucu ortaya çıktılar. Bunlar özellikle iç güneş sisteminin oluşumu sırasında çokça mevcut olduklarından rahatlıkla yeni doğmuş Dünya’yla çarpışmış olabilirler. Yine de bazı bilim insanları burada kendiliğinden bir su kaynağının var olması gerektiğini öne sürmektedir. Birbirlerine kaynayıp Dünyayı oluşturan aynı gezegen – öncesi en fazla su ve buz da mevcuttu. Yani okyanusların, dünyayı oluşturan katı bileşenlerin içinde bulunan sulardan gelmiş olması da mümkündür.

DÜNYA’DAKİ YAŞAMIN KAYNAĞI
Peki dünyadaki yaşamın kaynağı nedir? Burada yaşam nasıl başladı? nerede başladı? Bu sorulara kesin olarak yanıt vermek zor olsa da ilk canlı varlıkların kimyasal kaynaklardan doğduğu açıktır. Bazıları bunun sığ gölcüklerdeki organik molekül öbekleri olarak başladığını tahmin etmektedir. Bazıları da hayatta kalabilmek için su sıcaklık ve organik ( karbon içerikli) maddelere ihtiyaç duyan yaşamın okyanus tabanlarındaki volkan ağızlarında başladığını ileri sürer. Yine başka bir kısımda atmosferimizdeki karmaşık organik moleküllerin yıldırımlarla harekete geçtiğini ve bunun da yaşamın oluşmasına yol açtığı düşünmektedir. Bilim insanları burada yaşamını nasıl oluştuğuna dair soruya yanıt bulmaya çalışırken araştırma örnekleri, belirli biçimlerde bir araya gelen kimyasal elementlerden doğduğu konusunda hemfikirdir. Sadece güzel bir mekan, biraz enerji ve biraz zaman yeterliydi.

Güneş, esas olarak aşırı ısınmış gazlardan oluşan büyük bir küredir. Tam merkezine yapılacak hayali bir yolculuk onun yapısını gözler önüne serer.
Önce taç küre olarak bilinen dış güneş atmosferinden içeri doğru ilerlemek durumundayız. Taç küre, bir milyon derecenin epey üzerine çıkan sıcaklıklardaki gazlardan oluşan çok ince hir katmandır.
Taç küreyi geçtikten sonra kromosfere ulaşırız. Burası ince, kırmızımsı renkte gazlardan oluşan ince bir katmandır ve sıcaklığı alt kısımda 3.500° C, taç küreye geçişin olduğu yerlerdeyse 34.726 C arasında değişir.
Kromosferin altında, sıcaklığı 4.226°C ile 5.700°C arasında değişen fotosfer alır. Güneş’e baktığınızda asıl gördüğünüz şey fotosferdir. Güneş aslında beyaz olmasına rağmen ışınları mavi ve kırmızı dalga boylarını yok eden atmosferden geçerken sarımsı görünür.
Fotosferin altına daldığımızda ısıyayım bölgesi denen katmana ulaşırız. Su ya da şurup kaynattıysanız minik kabarcıklar görmüşsünüzdür. Güneş’in ısıyayım bölgesinde de bu kabarcıklı alanlardan vardır. Bunlar, derinlerdeki sıcak maddeler yüzeye çıktıklarında oluşur. Bu kabarcıklar aslında Güneş’in içinde hareket eden akımlardır.
Bir sonraki katman ışınım bölgesidir. Bu oldukça açıklayıcı bir isimdir çünkü bu bölge gerçekten de Güneş’in merkezinden Isıyayım bölgesine ısı yayar.
Nihai olarak da ışınım bölgesinin altında güneş çekirdeği vardır. Bu en içteki kutsal alan, kocaman bir nükleer fırındır; nükleer füzyonun gerçekleştiği yerdir. Peki bu nasıl olur? Çekirdekteki ısı 15 milyon santigrat dereceye kadar ulaşır. Güneş’in diğer kısımları çekirdeğe Dünya’nın deniz seviyesindeki atmosferik basıncının 340 milyon katı büyüklüğünde bir basınç uygular. Bu aşırı uç şartlar, hidrojen atomlarının, helyum atomları oluşturmak üzere birbirleriyle çarpıştığı kocaman bir düdüklü tencere yaratır. Güneş, her saniye 620 ton hidrojeni helyuma çevirir ve bütün bu ısı ve ışığı sağlayan şey de budur.
İlk Yunan gökyüzü gözlemcileri gökyüzünde gezinen yıldıza benzer cisimlerden bahsederken planetes (gezgin) kelimesini kullanırlardı. Bugün, gezegen (planet) kelimesini, Plüton hariç, güneş sisteminin sekiz gökcismi için kullanıyoruz. Gezegen bilimciler 2005’te, Plüton’dan daha büyük olan Eris’i bulduklarında gezegen kelimesinin ne anlama geldiğini daha etraflıca düşünmek durumunda kaldılar. Mevcut tanımda (ki muhtemelen o da tekrar yenilenecektir) bir gezegen, Uluslararası Astronomi Birliği (UAB) tarafından Güneş etrafında birincil yörüngesi bulunan, onlara daire şeklini veren kütleçekimleri için yeterli bir kütleye sahip, yörüngesi civarındaki bütün küçük gezegenleri temizleyen (bu da onun, kendi yörüngesinde, o boyuttaki tek cisim olduğu anlamına gelir) gökcismi olarak açıklanmıştır. Kuyrukluyıldızlar, asteroitler ve kendi kütleçekimleri sayesinde daire şeklini almamış olan daha küçük gökcisimleri bu karmaşık tanımın dışında kalır.
Bugün dünyada 11.000’den fazla astronom var ve onların her biri gökyüzünü bilimsel açıdan incelenmesi gereken bir yer olarak gören, geçmişteki büyük düşünürlerin omuzlarında yükseliyorlar. Bugün insanların modern astronominin kurucuları olarak kabul ettiği kişiler arasından, yıldızları ve gezegenleri anlamamıza ilk büyük katkıları sağlayan adam, çalışmalarını bir teleskop olmaksızın yapmıştı. Adı Nicolas Copernicus olan bu astronom Avrupa’da Rönesans döneminde yaşadı. Copernicus çalışmalarını, İtalya’nın Floransa kentinde on beşinci yüzyılda başlayıp on yedinci yüzyıla kadar süren büyük kültürel ve bilimsel gelişmeler döneminde yürüttü. Floransa’da politika, sanat, din ve kendilerini geliştirmek isteyen bir grup insan bir araya gelmişti. Matbaanın da icadıyla, bu insanların fikirleri, Avrupa’yı kasıp kavurdu. Zaman içinde Rönesans’ın idealleri, sadece sanat ve müzik alanında değil, bilim ve teknoloji alanında da devrim yarattı. Özellikle astronomi ve doğa bilimleri alanında Kilise’nin değişmez görüşlerine bile meydan okudular. 1492 yılında Amerika’nın keşfi, insanların dünyaya bakışını daha da değiştirerek eski fikirleri sorgulamayı ve yeni fikirler keşfetmeyi teşvik eden entelektüel bir ortam yarattı.
Güneş sistemindeki bütün gezegenler yörünge denen bir yolu takip ederek Güneş’in etrafında seyahat ederler. Kepler Kanunları bu yolların özelliklerini tanımlamıştır. Bu kanunlara göre, yollar elips biçimindedir ve Güneş de elipsin iki odak noktasından birinde bulunur. Nesne ne kadar uzak bir yörüngedeyse Güneş’in etrafında dolaşması o kadar uzun zaman alır. Güneş ile nesne arasına bir çizgi çekilirse, Kepler Kanunları’na göre bu çizgi, nesne Güneş’in etrafında dönerken eşit zaman aralıklarında, eşit alanları tarar.
Albert Einstein (1879–1955) Görelilik Kuramı’nda devasa cisimlerin kütleçekiminin uzay-zamanı etkileyebildiğini açıkladı. Çok büyük bir cisim dönerken çevresindeki uzayı sürükler ve “eğer . Uzayın eğilmesi cisimlerin (ve ışığın) uzayı eğen kütleye doğru düşmesine sebep olur. Bunun nasıl işlediğini anlamak için bir tramplende durduğunuzu hayal edin. Ağırlığınız tramplen tahtasını aşağı doğru eğerek deforme eder ve size atılan bir top ayaklarınıza doğru yuvarlanırdı. Bir kara delik uzay-zamanı deforme eder; uzak bir cisimden gelen ışık da dahil olmak üzere her şey yolundan hafifçe saptırılır. Görüntülenen geometriye bağlı olarak arka plandaki galakside bozulmuş bir görüntü görebiliriz. Bu sürece de kara delik kütleçekimsel merceklenmesi denir.
Üç çeşit kara delik vardır:
• Mini kara delikler, evrenin ilk anlarında yaratılmışlar ve muhtemelen tamamen buharlaşmışlardır.
• Yıldız kara delikleri, çok büyük yıldızların ölümü sırasında oluşmuşlardır.
• Dev kara delikler, galaksilerin merkezinde bulunurlar.
Gruplar, kümeler ve süper kümeler halinde sınıflanan galaksiler, gözlemleyebildiğimiz evreni tamamıyla doldururlar. Yaklaşık olarak en azından 180-200 milyar (belki de bir trilyon kadar) galaksi olduğu tahmin edilmektedir!
Herkes kara delikleri duymuştur. Hikâyeye büyük bir heyecan eklediğinden bilimkurgu edebiyatı ve filmlerinde popüler bir konudur. Gerçek yaşamdaysa kara delikler oldukça etkileyicidir. Peki, ama nedir bunlar? Kara delikler, hiçbir şeyin – ışığın bile – kendisinden kaçmasına izin vermeyen çok güçlü kütleçekimine sahip devasa ve yoğun cisimlerdir. Bu da kara delikleri görmeyi imkânsız kılar. Yine de onların etkileri ölçülebilir. Örneğin, bir kara deliğin etrafındaki aktivite onun yerel çevresinin ısısını artırır, böylece astronomlar kızılötesi, x-ışını, radyo dalgası ve morötesine duyarlı cihazlar kullanarak bu kozmik canavarlardan birinin civarında neler olduğunu takip edebilir.
Kitap çıktığında Kilise yöneticileri çok öfkelenerek, onu Kilise öğretilerine karşıt fikirleri desteklemekten hapse atmakla tehdit ettiler. Galileo gözlemlediği şeyleri yazmaya devam etti ve 1633 yılında sapkınlıktan suçlu bulunarak fikirlerinden vazgeçmeye zorlandı. Kitabı, Kilise’nin yasaklılar listesine kondu ve otoriteler, Galileo’nun yazılarını kimsenin basmamasını emretti. Hayatının geri kalanı boyunca ev hapsinde kaldı. Bu durum Galileo’yu, 1642 yılındaki ölümüne dek gökyüzünü izleyip çalışmaları hakkında yazmaktan alıkoymadı. 1638 yılında basılan son kitabı İki Yeni Bilim Üzerine Diyaloglar Galileo’nun yaptığı pek çok bilimsel deney ve araştırmayı içerir. Ev hapsi sırasında yazdığı kitap (Galileo’nun eserlerinin yayımlanmasına ilişkin papalık emirlerini umursamayan) Hollanda’da basıldı.
Yıldızların ömrü, milyonlarca, milyarlarca yılla ölçülebilir. Şu anda gokyüzünde gördügümüz yıldızların çoğu 1 ila 10 milyar yaşındadr. Bir yıldız ne kadar büyükse, ömrü o kadar kısa olur. Güneş, orta büyüklükte bir yldızdır. 4,5 milyar yıl önce oluşmuştur ve beyaz bir cüceye dönüşmeden önce aşağı yukarı 5 milyar yıl daha yaşayacaktır. Aşırı büyük bir yıldız – Güneş’in kütlesinin birkaç katı büyüklükte olan – bir süpernova olarak patlamadan önce ancak birkaç milyon yıl yaşayabilirler. Çok düşük kütleli yıldızlar, hayatta kalmaları için pek bir şey gerekmediğinden sonsuza kadar var olacaklarmış gibi görünüyor. Kırmızı cüce adı verilen yıldızlar sonunda soğuyup küle dönmeden önce milyarlarca yıl daha var olabilir. Bildiğimiz kadarıyla, evrenin başlangıcından beri henüz hiçbir kırmızı cüce ölmedi!
Uzaya baktığınızda zamanda geriye bakarsınız. Uzayda ne kadar uzağa bakarsanız, o kadar eski bir zamanı görürsünüz. Bu da, kozmosu araştırmak için kullandığımız teleskopların ve aletlerin gerçekten de zaman makineleri olduğu anlamına gelir.
Bir uçakla seyahat ettiğinizde, bir akıllı telefon kullandığınızda, ameliyat olduğunuzda, internette dolaştığınızda, kıyafet alışverişi yaptığınızda, yemek yediğinizde, araba sürdüğünüzde ya da her gün yaptığınız sayısız aktiviteden birini gerçekleştirdiğinizde bir şekilde astronomi ve uzay biliminden türemiş bir teknolojiyi kullanırsınız.
Asteroitler hem yer hem uzay teleskoplarıyla, hem de uzay araçlarla incelenmektedir. Galileo sondasının, Jüpiter’e giderken asteroit 4660 Nereus’un yanından geçişi, bir asteroide yapılmış ilk ziyatti. Bundan sonra Satürn’e giden Cassini görev aracı 1997 yılında Asteroit Kuşağı boyunca uçarken çeşitli veriler aldı. Bunu takiben, Near-Earth Asteroid Rendezvous adlı uzay aracı, 2001 yılında 433 Eros’u ziyaret etti. Deep Space 1 asteroit Braille’e gitti; Stardust asteroit AnneFrank hakkında bilgi topladı; Japon Hayabusa sondası 25143 Itokawa’ya gitti; Avrupa Uzay Ajansı Rosetta uzay aracı da Steins ve Lutetia asteroitlerine gitti.
Öncelikle Plüton Gündeş’ten 5 milyar kilometre uzakta bulunur ve Güneş etrafında bir turunu tamamlaması 248 yıl sürer. 1930 yılında Clyde Tombaugh (1906-1997) tarafından keşfedilen Plüton, keşfedilişinden bu yana henüz bir turunu daha tamamlamamıştır.
Jüpiter’in üst bulut katmanlarında esen rüzgârlar, Dünya’dan siklon ve tayfun gibi görünen fırtınaları tetikler. Büyük Kırmızı Leke antisiklonu, atmosferin üst kısminda en azından 350 yıldır dönmektedir ve ilk olarak 1665 yılında astronom Giovanni Dominico Cassini (1625-1712) tarafından gözlemlenmiştir. Bu fırtına o kadar büyüktür ki içine rahatlıkla üç adet Dünya sığabilir. Büyük Kırmızı Leke rengini kırmızı fosfor, muhtemelen biraz sülfür ve diğer organik bileşenlerin bir karışımından alıyor olabilir. Somon rengine döndüğü ve aynı zamanda kısa periyotlarla bütün rengini kaybettiği de bilinmektedir.
Mars’a sürekli uzay aracı göndermemizin en önemli sebebi orada yaşama dair bir kanıt bulmaktır. Mars geçmişte sıcak ve nemliydiyse o zaman bu, yaşam için gerekli öğelere sahip olduğu anlamına gelir; yani su, isı ve organik madde. Şimdiki sorular da şunlardır: Geçmişte Mars’ta yaşam var mıydı? Vardıysa ne oldu? Şimdi de var mı? Varsa nerede? Ve bu nasıl bir yaşam formu? Mars görevleri bu önemli soruların yanıtlarını araştırmak içindir.
Ay’ın yüzeyi ya da yapısıyla veya Ay’a gönderilen uzay araçlarıyla ilgili olarak İngilizce lunar (ay ile ilgili) kelimesinin kullanıldığını duyabilirsiniz. Bu terim, Romalı Ay tanrıçasının adından, yani Latincedeki Luna kelimesinden gelmektedir.
Uzay çağının doğuşundan bu yana sadece iki tane Merkür görevi gerçekleştirilmiştir. 1973 yılında Merkür’ü ziyaret edip gezegenin etrafını üç kere dolaşan Mariner 10 ilk görev aracıdır. Görevin özel cihazları, gezegeni ölçmüş ve yüzeyin ilk yakın çekim görüntülerini göndermiştir. 2011 yılında MESSENGER uzay aracı, çok yıllık bir görev için gezegenin yörüngesine yerleşmiştir. Merkür’e daha çok görev planlansa da en erken 2015 yılına kadar gezegene herhangi araç gönderilmeyecektir.
Merkür’ü ve onu şekillendiren süreçleri daha iyi anlamak için gezegen bilimciler, Merkür Yüzeyi, Uzay Ortamı, Jeokimyası ve Mesafesi (MESSENGER) adlı uzay aracını uzun yıllar sürecek bir keşif görevine göndermişlerdir. Gezegenin yörüngesine 2011 yılında ulaşan uzay aracının gönderdiği veriler oldukça dikkate değerdir:
Kutuplarda su olduğuna dair güçlü kanıtlar mevcuttur.
• Merkür’ün çekirdeği tahmin edildiğinden de büyüktür: Gezegenin yüzde seksen beşini kaplar, muhtemelen katı haldedir ve eriyik demirden oluşan sıvı bir katmanla kaplıdır; bunun üzerinde demir sülfür katmanı ve yerkabuğunu oluşturan silikat kayalıklar vardır.
Sondanın çiftli görüntüleme sisteminden gelen görüntüler ve lazer altimetre cihazından (yüzey özelliklerini ölçmek için lazer ışınları kullanmaktadır) gelen veriler Merkür’ün oluşumunun başlangıcında son derece patlayıcı volkanlara sahip olduğunu göstermektedir. Muazzam lav akıntıları volkan ağızlarından püskürmüş ve yüzey boyunca uzun, kıvrımlı kanallar yaratmıştır..
Merkür’ün yüzeyini etkileyen tek süreç volkanizma değildir. Genç Merkür soğudukça küçülmüştür. Kayalık yerkabuğu katmanları oldukça kolay kırılabilmektedir ve bunların altındaki katmanlar büzüştüğünde yüzey kayaları çatlayıp kırılır. Merkür manzaralarında, yüzey kırıldığında oluşan büyük uçurumlar göze çarpmaktadır.
Güneş sürekli olarak, güneş rüzgârı adını verdiğimiz, yüklü parçacıklardan oluşan bir akım yayar. Bu rüzgâr Dünya’nın yanından hızla esip geçerken manyetosferimize çarpar. Burası, manyetik alanımızla bağlı, Dünya çevresindeki uzay bölgesidir. Rüzgârın büyük kısmı anında kayıp gitse de yüklü parçacıkların bir kısmı manyetik alan çizgilerine yakalanır. Manyetik alan çizgilerinin oluştuğu yerler olan kutup bölgelerine doğru helezon halinde gider. Yüklü parçacıklar iyonosfer denen atmosferin üst kısmındaki gaz moleküllerini harekete geçirir. Bu da onların ışıldamalarına sebep olur; bu ışıltıya da aurora denir. Kuzey kutbunda meydana gelirse aurora borealis, güney kutbunda olursa aurora australis adını alır. Çoğunlukla beyaz ya da yeşil ışıklar saçar. Yine de eğer güneş fırtınası fazlasıyla yüklüyse daha çok ve farklı gazlar harekete geçtiğinden olağanüstü işık gösterilerinde kırmızılar ve morlar görme şansımız olur.
Gaz devlerinin çevresi uydularla dolup taşmaktadır. Jüpiter’in en büyük dört uydusu Io, Europa, Ganymede ve Callisto’dur; bu uydular, onları keşfeden astronom Galileo Galilei onuruna sıklıkla Galilei Uyduları olarak da anılırlar. Geçtiğimiz on yıllar içinde Jüpiter’in yörüngesinde en azından altmış tane daha uydu keşfedilmiştir. Satürn, Uranüs ve Neptün’ün çevresinde de onlarca küçük buzlu gökcismi dolaşır. Kuiper Kuşağı’ndaki cüce gezegen Plüton’un en az beş, Eris’in de en az bir uydusu vardır. Her bir gaz devinin bir dizi halkası da mevcuttur. Satürn’ünki en kapsamlı ve güzel olandır. Dünya’nın da başlangıcında bir halkaya sahip olmuş olması mümkündür; gezegen bilimciler artık halkaları bir şekilde kısa ömürlü nesneler olarak görmektedir.
Bütün güneş sistemi, donmuş buz ve kaya parçalarından oluşmuş Oort Bulutu adı verildn bir kabuk ile çevrilidir. Güneş sistemi ile en yakın yıldız arasındaki mesafenin yaklaşık dörtte birini kaplar. Hem Kuiper Kuşağı, hem de Oort Bulutu gördüğümüz çoşu kuyrukyıldızın kaynağıdır.
Proxima Centauri adıyla bilinen en yakın yıldız, yaklaşık dört yıl önce nasıl göründüğünü bize gösterir. 65 milyon ışık yılı uzaklıkta bulunan bir galaksinin ışığı, dinozorlar nesilleri tükenme tehlikesiyle karşı karşıyayken o galaksiden ayrılmıştır. En uzaktaki objeler ya da olaylar, evrenin kendisi sadece birkaç yüz bin yıl yaşındayken olmuştur.
Samanyolu’na en yakın galaksi kümesi on altı megapatsek kadar ya da yaklaşık 59 milyon ışıl yılı uzaklıktadır.
Andromeda Galaksisi adındaki en yakın sarmal galaksi bizden 767 kiloparsek ya da 2,5 milyon ışık yılı uzaklıktadır.
Küçüklüğünden beri, yani ebeveynlerimle, birlikte yukarılarda , neler olup bittiğini görmek için dışarıya çıktığım zamanlardan bu yana astronomiye İlgim var.
Bir uçakla Seyahat ettiğinizde, bir akıllı telefon kullandığınızda, ameliyat olduğunuzda, internette dolaştığınızda, kıyafet alışverişi yaptığınızda, yemek yediğinizde, araba sürdüğünüzde ya da her gün yaptığınız sayısız aktiviteden birini gerçekleştirdiğinizde bir şekilde astronomi ve uzay biliminden türemiş bir teknolojiyi kullanırsınız.
Işığın bir yılda katettigi mesafe olan 9.5 trilyon mesafedir.
Güneş aslında beyaz olmasına rağmen ışınları mavi ve kırmızı dalga boylarını yok eden atmosferden geçerken sarımsı görünür.
Uzayda ne kadar uzağa bakarsanız, o kadar eski bir zamanı görürsünüz.
Sen de evrenin çocuğusun, en az ağaçlar ve yıldızlar kadar, burada olmaya hakkın var
“Proxima Centauri adıyla bilinen en yakın yıldız,yaklaşık 4 yıl önce nasıl göründüğünü bize gösterir.”
Yıldızların ömrü, milyonlarca, milyarlarca yılla ölçülebilir. Şu anda gökyüzünde gördüğümüz yıldızların çoğu 1 ila 10 milyar yaşındadır. Bir yıldız ne kadar büyükse, ömrü o kadar kısa olur.
İnsanlar gelecekte, Ay’da ne iş yaparlarsa yapsınlar şu an Dünya’da çalıştığımız şartlardan çok daha sert ve farklı çevre şartlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklardır.
Doğal bir uydusu yoktu ancak güneş sistemi oluşmaya başladıktan sonra 30 ila 50 milyon yıllık bir dönemde Dünya, yaklaşık Mars büyüklüğünde bir cisimle çarpıştı ve bu olayın enkazı kaynaşarak bu gün tanıdığımı, Ay’ı meydana getirdi.
Gezegenimiz yaşamına, 4.5 milyar yıl önce protosolar nebulanın(güneş sisteminin doğuşuna sebep olan bulut, bulutsu) merkezinde küçük, katı bir cisim olarak başladı.
Uydular ve Halkalar
Mars’ın Phobos ve Deimos adında iki uydusu varken Merkür ve Venüs’ün hiç uydusu yoktur.
Jüpiter’in en büyük dört uydusu Io, Europa, Ganymede ve Callisto’dur; bu uydular, Galilei Uydular ı olarak da anılırlar.
Oort Bulutu
Bütün güneş sistemi, donmuş buz ve kaya parçalarından oluşmuş Oort Bulutu adı verilen bir kabuk ile çevrilidir. Hem Kuiper Kuşağı, hem de Oort Bulutu gördüğümüz çoğu kuyrukluyıldızın kaynağıdır.
Güneş Sistemi – Uzaydaki Mahallemiz
Güneş sistemi, uzaydaki yerel konumumuzdur. Güneş, güneş sistemi kütlesinin 99.8%’ini kaplar.
IŞIK
Kafanızı kaldırıp Ay’a bakın. Gözlerinizin gördüğü Ay 1,28 saniye yaşındadır. Güneş, 8.3 ışık dakikası uzaktadır; yani Güneş’i 8.3 dakika önceki haliyle görürsünüz
Güneş, her saniye 620 ton hidrojeni helyuma çevirir ve bütün bu ısı ve ışığı sağlayan şey de budur.
Yıldızlara duyduğunuz aşkın DNAmıza işlenmiş olduğunu söyleyebilirim. İster profesyonel bir astronom ister sıradan bir gözlemci olalım, dikkatimizi uzayın derinliklerine çeken şey budur. Orası, bizim geldiğimiz yerdir.
Uzaya baktığınızda zamanda geriye bakarsınız. Uzayda ne kadar uzağa bakarsanız, o kadar eski bir zamanı görürsünüz. Bu da, kozmosu araştırmak için kullandığımız teleskopların ve aletlerin gerçekten de zaman makineleri olduğu anlamına gelir.
Güneş aslında beyaz olmasına rağmen ışınları mavi ve kırmızı dalga boylarını yok eden atmosferden geçerken sarımsı görünür.
Newton’u ögrenen her çocuğa onun evrensel kütleçekimini nasıl
bulduğunun hikâyesi anlatılır: Bir elma düşer ve Newton’in kafasina çarpar. Newton’un kafasına bir elma düştüğünün bir kanıtı olmasa da Newton, bir elmanın düşüşünü izlerken onun neden yanlara doğru değil de dümdüz aşağıya düştüğünü merak ettiğini söylemiştir. Sonunda, Dünya’nın kütleçekimsel gücünün, yere düşen elmanin kütleçekim etkisiyle bir şekilde orantılı olduğu sonucuna varmıştır.
Bir seyin ne kadar uzakta olduğunu nasil bilebiliriz? Evrendeki, bilinen ve tahmin edilebilen parlaklıkta ışık yayan cisimler standart mumlar olarak kullanılır. Gözlemciler
bunların mesafelerini hesaplamak için, ters kare kanununu kullanirlar; bu da bir cismin parlaklığının o cismin uzaklığının karesiyle
ters orantılı olduğu anlamına gelir. (Parlaklık, astronomik cismin
yaydığı enerjinin toplam miktarının ölçüsüdür.) Ters kare kanununa göre bir cisim ne kadar sönük görünüyorsa sizden o kadar uzaktadır. Eger cismin parlaklığını biliyorsanız uzakliğını hesaplayabilirsiniz.
Karanlık enerji. Uzay genişledikçe daha fazla enerji ortaya çıkar. Evrenin genişlemesini tetikleyen şey bu enerjidir.
Eğer karanlık madde karanlıksa, astronomlar onun varlığını nasil fark ettiler? Örneğin galaksideki bütün yildizlar, gazi ve tozu alsanız ve galaksinin kütlesini hesaplamak için bu gördüğünüz cisimleri toplasaniz galaksi olması gerekenden çok
daha buyük çıkar. Bu hesapta akla yatmayan bir şeyler vardir. Bu da orada göremediğiniz ve kütlesi olan bir şeyler olduğu anlamına gelir.
Evrende, görebildiğimiz üzerindeki kütleçekimsel etkisi haricinde belirlenemeyen, görünmez bir madde mevcuttur. Buna karanlık madde denir.
İnsanoğlu ve Samanyolu
Dünyadaki degişik kültürlerde Samanyolu’nun Dünya’dan göründüğü kısmına oldukça şiirsel bazı isimler verilmiştir. Latincede Via Lactea denen galaksinin ispanyolcadaki adı da buna benzemektedir: Via Láctea. Bu ışık bandının Korece adı Gümüş Nehir’dir. Güney Amerika’da kadim inka gözlemcileri Samanyolu’nu lama, akbaba ve onların bildiği diger hayvanlardan oluşan takımyildızları arasından akıp geçen Göksel Bir Nehir olarak görmüşlerdir. Avusturalya’daki Aborjinler onun, yeraltna uzanan bir nehir olduğuna inanmışlardır. Bugün ise Samanyolu, insanların incelemesi için sayısız yıldız, bolca yıldız kümesi, bulutsular ve diger cisimler sunan, gözlemlenecek muhtesem bir gökyüzü parçasi olarak bilinmektedir
Yıldızlar, başka elementler yapmak için çekirdeklerindeki elementleri kaynaştırırlar. Nükleer füzyon denen bu süreç, isi ve işık yayar. Füzyon eylemi ve yıldızın özkütleçekimi birleşerek bir yıldızı, aşırı isinmiş maddelerden sabit bir küre haline getirir. Bu sürecin işleyişini öğrenmek için Güneşle ilgili bölümde kendi yıldızımızın derinliklerine dalabilirsiniz
Yıldızlar, yaşamlarının çoğunda hidrojeni helyuma çevirirler. Yaşlandıkça hidrojenleri biter ve bazilari helyumu karbona çevirmeye başlar; devasa yıldızlarda demire kadar bu kaynaşma işlemi devam eder. Bu yeni elementler yaratma sürecine yıldız nükleosentezi adı verilir. Bir yıldız öldüğünde, yarattığı maddeler uzaya dağılır ve yeni jenerasyon yıldızlara, gezegenlere ve yaşamlara dönüşür. Astronom Carl Sagan bir defasında,Hepimiz yıldız tozuyuz demişti. Kanımızdaki demir, ciğerlerimize dolan oksijen, kemiklerimizdeki kalsiyum, hücrelerimizin moleküllerinde bulunan
karbon, bunların hepsi uzun zaman önce yok olmus yıldızlardan gelir.
Keşfedilen ilk asteroitin adı Ceres

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir