İçeriğe geç

Suç ve Kefaretin Ötesinde Kitap Alıntıları – Jean Amery

Jean Amery kitaplarından Suç ve Kefaretin Ötesinde kitap alıntıları sizlerle…

Suç ve Kefaretin Ötesinde Kitap Alıntıları

Acı, bedenselliğimizin düşünülebilecek en kesif yoğunlukta yaşandığı aşamadır, dedik. Ama acı belki bundan da fazlasıdır;
şunu söylemek istiyorum: Acı ölümdür. Bizi mantık yardımıyla ölüme bağlayan bir yol yoktur, ancak belki de acı üzerinden ölüme duyusal-sezgisel bir patika açıldığını düşünebiliriz. Bu yolun sonunda
kendimizi şöyle bir denklem karşısında bulurduk: Beden = Acı = Ölüm.
Yardım beklentisi, yardımdan emin olmak, gerçekten de insanın en aslı deneyimlerinden biridir; ve muhtemelen hayvanlar için de geçerlidir bu: Tabiattaki karşılıklı yardımlaşmadan söz eden yaşlı
Kropotkin ve modem hayvan davranışçısı Konrad Lorenz bunu oldukça ikna edici bir biçimde anlatmışlardı. Yardım beklentisi de, tıpkı varolma mücadelesi gibi, kurucu bir fiziksel unsurdur. Bir dakikacık, der anne acıyla inleyen çocuğuna, hemen şimdi geliyor sıcak su şişesi ya da bir fincan çay, seni böyle acılar içinde bırakmayacağız! Size bir ilaç yazacağım, diye sizi yatıştırır doktor, faydasını
göreceksiniz. Muharebe meydanında bile, Kızıl Haç ambulansları yaralının yanına ulaşmanın bir yolunu bulurlar. Hayatın neredeyse her anında bedensel hasar, yardım beklentisiyle birlikte yaşanır: Biri
diğeri tarafından dengelenir. Ama karşısında savunma yapılamayan
ve yardımcı bir el tarafından savuşturulmayan ilk polis yumruğuyla
birlikte, hayatımızın bir bölümü sona erer ve bir daha da asla canlanmaz.
sizin zekanızın ve eğitiminizin burada hiçbir değeri yok.
Oysa Auschwitz’de entelektüel yalıtılmış, tümüyle yalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla da düşünce ile dehşetin karşılaşmasından doğan sorun daha radikal ve -eğer burada böyle bir ifade kullanılabilirse- daha saf bir biçimde ortaya çıkıyordu. Auschwitz’de düşünce kendisinden başka hiçbir şey değildi ve onu ne kadar kifayetsiz, ne kadar örtülü olursa olsun, toplumsal bir yapıya eklemleme ihtimali yoktu. Yani entelektüel, salt bir bilinç içeriğinden başka bir şey olmayan ve toplumsal bir gerçekliğe yaslanarak pekişemeyen düşüncesiyle yapayalnızdı.
Bir gerçekliğin mutlaklık talebinde bulunduğu her yerde, söz ebedi uykuya dalar. O söz bizim için çoktan öldü. Ve vefatına kederlenmemizi gerektirecek bir duygu bile bırakmadı ardında.
Deli olan ötekiler, ve ben psikiyatri kliniğinde bir rehberli tura katılmışken, ansızın doktorları ve bakıcıları gözden kaybederek hastaların arasında çaresiz kalmış, aklı tamamen yerinde biriyim. Ancak bu delilerin hakkımda verecekleri hüküm, her an infaz edilebileceği için tümüyle bağlayıcı ve benim akıl sağlığımın zerre kadar önemi yok.
Sürgünü tanıyan kişi, hayata bazı cevaplar bulmuş, ama hayatın çok daha fazla sorusu olduğunu da öğrenmiş demektir.
Yarın olacak şey, dün olmuş olandan daha değerlidir.
İnsan hayal ve gerçeklik arasında örtüşen noktaları arayan kıyaslamalar yapmakla bir ömür geçirebilir ve yine bu işin üstesinden asla gelemeyecektir
Sürgünü tanıyan kişi, hayata bazı cevaplar bulmuş, ama hayatın çok daha fazla sorusu olduğunu da öğrenmiş demektir
İşkence, bir insanın içinde saklayabileceği en dehşet verici olaydır.
Ölmek her yerde hazır ve nazırdı, ama ölümden mahrumdunuz.
Şahsen inanmadığım bir inançtan da, hatalarını ve yanlış çıkarımlarını gördüğümü düşündüğüm bir ideolojiden de hiçbir inayet beklemiyordum. Onlardan biri olmak, o inançlı arkadaşların arasında olmak istemiyordum, ama onlar gibi olmak istiyordum: sarsılmaz, huzurlu ve güçlü.
İnsanın iradesi kötülüğe eğilimlidir.
.
Ama Tanrı’nın inayeti sonsuzdur ve bu nedenle galip gelecek.
Doğru olan, benim kendimi iç dünyamda nasıl gördüğüm ve anladığımdır; ben kendim için ve kendi içimde neysem oyum, başka bir şey değil.
Kimse anılarında bulamadığı bir şeye dönüşemez.
Bazılarının ebediyen aydınlıkta durdukları ve diğerlerinin ebediyen karanlıkta kaldıkları kader ülkesi.
Hınç duygusu gerçek tepkiden, eylemin tepkisinden aciz, kendilerini hayali bir intikamla avutan varlıkların duygusudur Hınç duygusunun insanı ne içten, ne saf, ne de kendine karşı dürüst ve yapmacıksızdır. Ruhu şaşı bakar; tini kuytu köşeleri ve arka kapıları sever, gizli-kapaklı her şey onu kendi dünyası, kendi güvenliği, kendi ferahlığı gibi çeker
İnsanın kendisini birdenbire herhangi biri olarak bulması çok zor kavranır. Bu da bir tür yabancılaşmadır.
Acı fenomeni karşısında hepimiz eşit durumda değiliz.
Bu dünyada ancak hemcinsimize de hayat imkanı tanıdığımız; onun acılarını dindirdiğimiz; kendi benliğimizin genleşme hevesini dizginlediğimiz sürece yaşayabiliriz.
Duygunun nitelikleri ne kıyas, ne de tasvir kabul eder.
Derin düşünce dünyayı hiçbir zaman aydınlatmadı, sarih* düşünceyse
dünyaya çok daha derinden baktı.

*Kolay anlaşılır, belli, belirgin, açık

Güzellik mi? Bu bir yanılsamaydı. Ya
bilgi? Onun kavramsal bir oyun olduğu ortaya çıkmıştı. Ölüm, onu tanınmaz hale getiren bir örtünün ardına gizlenmişti.
İster metafizik, ister içkin gerekçelere bağlı bir inanca sahip olsun, en geniş anlamıyla inançlı insan kendisini aşar.
Tüm sarhoşluklar gibi, bunlar da geride çorak, sancılı bir boşluk ve utanç hissi bırakıyordu.
Ölmek her yerde hazır ve nazırdı, ama ölümden mahrumdunuz
Tıpkı dışarıda olduğu gibi, kampta da iki karakter arasında, inançlı ile inançsız arasında, derinlere inebilen bir anlaşma gerçekleşmediğini belirtmek bile gereksiz. Din ve politik inançlara bağlı arkadaşlar, ister sabır ve yardımseverlik göstererek, ister öfke içinde olsun, bizi gözden çıkarmışlardı. İnançlı bir yahudi, ”En azından şunu kabul et ki, ” demişti bir keresinde bana, ”Sizin zekanızın ve eğitiminizin burada hiçbir değeri yok. Ama ben Tanrı’nın öcümüzü alacağını kesin olarak biliyorum. ” Daha 1933 yılında kampa kapatılmış bir Alman arkadaşım daha da sert konuşmuştu: ”Siz burjuva ukalaları buraya düştünüz sonunda ve SS karşısında tir tir titriyorsunuz. Biz titremiyoruz ve burada sefil bir biçimde geberecek olsak da, ardımızdan gelen yoldaşların bütün bu çeteyi duvarın önüne dizeceğini biliyoruz. ” Her ikisi de kendini aşıyor, varlığını geleceğe yansıtıyordu. Onlar penceresiz monadlar değillerdi, tersine Asuchwitz’in dışındaki bir dünyaya açıklardı; hem de ardına kadar.
Bu duruş inançsız entelektüelleri etkiliyordu; orası kesin. Ama bildiğim kadarıyla, dini ya da siyasi dönme yaşanan vakaların sayısı ihmal edilebilecek kadar azdır. Kuşkucu entelektüel sadece istisnai durumlarda, bazı arkadaşlarının sergilediği mükemmel örneklerden etkilenerek hristiyanlığa ya da marksizme bağlanıyordu. Ama çoğunlukla sırtını dönüyor ve kendi kendine şunları söylüyordu: Hayranlık uyandıran bir yanılsama, ama sonuçta bir yanılsama işte.
Polisler tarafından dayak yiyen birinin insanlık haysiyetini yitirip yitirmediğini bilmiyorum açıkçası. Ancak tepesine inen ilk darbeyle birlikte, belki şimdilik dünyaya güven diye bir şeyi kaybettiğinden eminim.
İşkenceye yenik düşen kişi, bir daha asla dünyaya ısınamaz. Yıkımın utancı bir daha silinmez. Daha ilk darpla birlikte kısmen sarsılan, ama işkence altında nihayet tümüyle çöken dünyaya güven duygusu yeniden kazanılamaz.
Oysa işkencecinin işkence kurbanını inleten gücü, hayatta kalanın, eziyet ve ölümle dünyanın dışına itilenler üzerindeki sınırsız zaferinden başka hiçbir şey değildir.
Acı fenomeni karşısında hepimiz eşit durumda değiliz , diyor Leriche.
Acı, bedenselliğimizin düşünülebilecek en kesif yoğunlukta yaşandığı aşamadır, dedik. Ama acı belki bundan da fazlasıdır; şunu söylemek istiyorum: Acı ölümdür. Bizi mantık yardımıyla ölüme bağlayan bir yol yoktur, ancak belki de acı üzerinden ölüme duyulan-sezgisel bir patika açıldığını düşünebiliriz. Bu yolun sonunda kendimizi şöyle bir denklem karşısında bulurduk: BEDEN=ACI=Ölüm.
Bedenimin sınırları, benliğimin sınırlarıdır. Tenimin yüzeyi beni dış dünyaya karşı korur: Eğer güven duyacaksam, o tenin üzerinde yalnızca hissetmek istediğim şeyi hissedebilmem gerekir.
Bu zamanda insan paraya ait. O yurdu güzel Amerikan parası olarak taşıyordu yanında: Dolar neredeyse, yurt oradadır.
Gezgin Yahudi’nin benden daha fazla yurdu vardı.
İşkence görmüş insan, korkunun karşısında silahsız bırakılmıştır. Bundan böyle onun tepesinde kılıcını sallayacak olan korkudur.
Gestapo işkence yapmaktadır. Ama bu, şimdiye dek daima eziyet görmüş olan ve anti faşist kongrelerde yaralarını sergileyen birilerinin meselesidir. İnsanın kendisini birdenbire herhangi biri olarak bulması çok zor kavranır. Bu da bir tür yabancılaşmadır.
Halklar, hükümetler, polis mercileri, isimler; herkesin tanıdığı, ama kimsenin yüksek sesle anmadığı. İşkence altında feryatlar yükseliyor. Belki şu saate, şu saniyede bile.
Gerçekten de entelektüel her zaman ve her yerde iktidarla bir bağımlılık ilişkisi içinde bulunmuştur.
Tarihin ışığı derinlere indikçe, sayısız insanın kurban edilmiş olduğu görülürdü ve zaten insanlığın ebedi ilerlemesi de 19. Yüzyıldan kaynaklanan bir saflıktı
Daima düzgünce tıraş olmanız isteniyordu, ama makas bulundurmanız kesinlikle yasaktı ve berbere ancak iki haftada bir izin veriliyordu. Güçlü olmanız bekleniyordu, ama sistematik bir biçimde zayıflatılıyordunuz.
Böyle bir durumda ”bastırma ” diye bir şey yoktur. Bir yanık izini bastırabilir misiniz? O yara izini bir estetik cerrahına ameliyat ettirip ortadan kaldırabilirsiniz, ama onun yerine ekilen deri, insanın içinde kendini iyi hissedebileceği bir deri değildir.
Sonuçta aralarında günlerimi geçirdiğim insanlardan beni ayıran hiçbir şey yok: yalpalayan, bazen daha güçlü, bazen daha zayıf hissedilen bir huzursuzluk başka. Ancak bu metafizik değil, toplumsal bir huzursuzluk. Endişemin kaynağı Varlık ya da Hiçlik değil; Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu değil, yalnızca toplum. Çünkü varoluşumun dengesini toplum ve yalnızca toplum bozdu; ayakta kalmaya çabalayarak karşılık veriyorum buna. Dünyaya duyduğum güveni toplum ve yalnızca toplum sarstı.
Her insan hayatının ilk dönemlerinde olduğu kişi olmak zorundadır. Kimse anılarında bulamadığı bir şeye dönüşemez.
Çünkü yaşlanmak, bizi gitgide artan bir yoğunlukla geçmişin hatırasına bağımlı kılar.
Yarın olacak şey, dün olmuş olandan daha değerlidir.
Ama çok eskidendi. Bu çok-eskiden-olma-hali ona en doğal mazeret gibi görünür. Ve bizler de zamansal mesafenin uzaklığında zamanaşımı ilkesini görüyoruz. Suç toplum içinde bir huzursuzluğa neden olur; ama suçun anısı toplumsal bilinçten silindiği ölçüde huzursuzluk da kaybolur. Zamansal olarak suçun çok uzağında düşen ceza anlamsızlaşır.
Hınç, hepimizi yıkılmış bir geçmişin çarmıhına geriyor. Geriye döndürülmeyecek olanın tersine çevrilmesini, olanın olmamış kılınmasını talep ediyor. Hınç, gerçek insani boyuta, yani geleceğe çıkışın önünü kesiyor. Hıncın tutsağı olan kişi de zaman duygusunun çarpıtılmış, ya da isterseniz, kaymış olduğunu biliyorum, çünkü bu duygu iki farklı imkansızı talep ediyor: geçmişe dönmeyi ve olmuş olanın feshedilmesini.
Kimse anılarında bulamadığı bir şeye dönüşemez.
Bizden önce kimlerin oturduğunu bildiğimiz bir eve, küçük hatalarından üzerinde çalışmış zanaatkârın elini tanıdığımız mobilyalara ihtiyacımız var bizim. Müzedeki gravürün, hiç değilse soluk bir hatırasını canlandıran şehir görüntüsüne ihtiyacımız var.
Eğer insan sadece yurdunu tanıyor ve başka hiçbir şey bilmiyorsa, bu bir yalnızlaşmaya ve düşünsel tükenişe yol açar. Ama diğer taraftan, yurdu olmayan insan da bir düzensizliğin, karmaşanın, dağınıklığın içinde kaybolup gider.
İnsanın bir yurda ihtiyaç duymamak için, önce ona sahip olması gerekir
Thomas Mann’ın yıllar önce Büyülü Dağ’da yazdığı doğruysa, yani bedenin acıya acz içinde teslim olduğu oranda, insan da bedenselleşiyorsa, o zaman işkence bedensel törenlerin en dehşet verici olanıdır. Mann’ın veremlileri bu töreni henüz bir coşku içinde kutluyorlardı;işkenceye maruz bırakılanlar içinse bu bir ölüm ayinidir.
Diyordu ki Mann, komünizm zaman zaman ne kadar korkunç bir görüntü sergilemiş olursa olsun, en azından insana dair bir fikri simgeliyordu, oysa Hitler faşizmi bir fikir değil, sadece bir kötülüktü.
Bir gerçekliğin mutlaklık talebinde bulunduğu her yerde, söz ebedi uykuya dalar. O söz bizim için çoktan öldü. Ve vefatına kederlenmemizi gerektirecek bir duygu bile bırakmadı ardında.
Zaman zaman ne kadar çile çekmiş olursa olsun, cephedeki askerin hayatı kamp tutuklusunun hayatına benzetilemeyeceği gibi, askerin ölümü ile kamp tutuklusunun ölümü de kıyaslanabilir ölçüler değildir. Asker bir kahraman veya kurban olarak ölüyordu, kamptaki tutuklunun ölümüyse bir mezbaha hayvanının ölümüydü. Asker ateşin içine sürülüyordu ve hayatının çok fazla bir değeri yoktu, bu doğrudur; bununla birlikte devlet tarafından ona verilen talimat ölmeyi değil, hayatta kalmayı emrediyordu. Oysa tutuklunun yerine getirmesi gereken son vazife ölmekti. Buradaki belirleyici ayrım, kamp tutuklusundan farklı olarak, cephedeki askerin sadece ölüme hedef olmaması, aynı zamanda ölümün taşıyıcısı da olmasıdır. Bir mecazla dile getirmek gerekirse: Ölüm sadece askerin tepesine inen bir balta değildi, aynı zamanda elinde tuttuğu kılıçtı da. Ölmekte olduğu anda hâlâ birini öldürebilirdi. Ölüm onu dışarıdan bir kader gibi gelip buluyordu, ama aynı zamanda içinde bir irade olarak da fışkırıyordu: Ölüm asker için aynı anda hem bir tehdit, hem de bir fırsattı, oysa kamptaki tutuklu için, matematik bir kesinlikle önceden belirlenmiş bir çözüm -nihai çözüm!- şekline bürünmüştü. Entelektüel kişi ölümle bu şartlar altında karşılaşıyordu. Önünde ölüm uzanıyor ve içinde hâlâ bir düşünselliğin kıpırdandığını hissediyordu; bu düşünsellik ölümle yüzleşiyor ve haysiyetini -yeri gelmişken hemen söyleyelim ki, nafile bir biçimde- muhafaza etmeye çalışıyordu.
İnsan sürgünde kötü yaşlanır. Çünkü insanın bir yurda ihtiyacı vardır.
Ne kadarına? İhtiyaç duyulan yurt nicelleştirilemez.
Benim, bizim yurt hasretimiz kendine yabancılaşmaydı. Geçmiş birdenbire yıkıntılar altında kalmıştı ve insan artık kim olduğunu bilmiyordu.
Acı neyse oydu. Bunun ötesinde söylenecek hiçbir şey yoktur. Duygunun nitelikleri ne kıyas, ne de tasvir kabul eder. Bunlar dilsel paylaşım imkanını belirler.
Üçüncü Reich’in Karl Kraus tarafından dile getirilen bir sözü anmam isterim: O dünya uyandığında, söz ebedi uykuya daldı. Bir gerçekliğin mutlaklık talebinde bulunduğu her yerde, söz ebedî uykuya dalar. O söz bizim için çoktan öldü. Ve vefatına kederlenmemizi gerektirecek bir duygu bile bırakmadı ardında.
Ölümün şairane her hatırası katlanılmaz olmuştu; Rilke’nin şarkı söyleyen ölümü: Ey Tanrım, herkese kendi ölümünü ver.
İnançlı insan kendini aşar.Kendi bireyselliğinin tutsağı olmaz.(..) İnancı olmayan insan için gerçeklik, kötü ihtimalle teslim olduğu bir şiddet, iyi ihtimalle çözümleyeceği bir malzemedir. İnançlı kişi içinse şekil vereceği bir toprak, çözmesi gereken bir ödevdir.
şuna hiç şüphe yok: yaşadığımız bu gaddarlıklar, yazılarımda sözünü ettiğim şeylerin 1933 ile 1945 yılları arasında alman halkının içinde, üstün bir entelijansiyaya, endüstriyel üretim gücüne, eşsiz kültürel zenginliklere sahip bir halkın -adı üstünde ‘şairler ve düşünürler’ halkının- içinde gerçekleştiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
sol önkolumda auschwitz numaramı taşıyorum; bu rakam tevrat’tan ya da talmud’dan daha çabuk okunuyor ve buna rağmen daha derin bir bilgi aktarıyor. üstelik yahudi varoluşunun temel kaidelerinden de daha bağlayıcı.
beni insanlıktan çıkarmış olan şey, satışa sunduğum bir meta haline gelmiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir