İçeriğe geç

İslamsız Dünya Kitap Alıntıları – Graham E. Fuller

Graham E. Fuller kitaplarından İslamsız Dünya kitap alıntıları sizlerle…

İslamsız Dünya Kitap Alıntıları

Islamsiz dunya
Ya da Luther’in dediği gibi, Şeytan, kendi amaçları için İncil’ den alıntı yapabilir.
Çok sayıda Müslüman’ın – sırf öğretisinin üstünlüğü ne­deniyle – İslam’ın bir gün tüm insanlığın dini haline geleceği­ne inandığı gibi, rekonstrüksiyonistler de bir gün Hıristiyanlığın herkesçe kabul edileceğine ve böylece tüm dünyaya hükmede­ceğine inanmaktadırlar.
Cehennemin kapılarını kapalı tutmak devletin gö­revi değildir; bu kapılar herkese açık olmalıdır.
Aslında siyasi düşüncede özgürlük ile dini düşüncede özgürlük arasında çok yakın bir bağ vardır; her biri diğerini öz­ gürleştirir.
Siyasi liderler, kendi amaçlarına ulaşmanın bir aracı olarak din üzerinde sıkı bir denetime sahip olmaya çalışırlar.
Müslüman dünyası çöllerden, surlarla çevrili şehirler, peçe­li kadınlar, haremler, hadımlar, hamamlar, entrikalar, tuhaf hayvanlar, ilginç giysiler, farklı diller, lüks eşyalar ve yabancı bir dinden ibaretti; kısacası, romantik gizem ve tehlikeler di­yarıydı.
Haçlılar, Müslümanların eriştiği medeniyet düzeyinden, güzel sanatlarından ve dokumalarından oldukça etkilenmişlerdi;
tüm bunlar daha sonra Avrupa sanatlarında model olarak kulla­nılacaktı.
Bugün gelişmiş ve güçlü Batı ile zayıflamış, sıkıntı içerisin­deki Doğu arasındaki uçurum büyüdükçe zayıf taraf doğal ola­rak gerekçeler bulmaya çalışmaktadır. Bu yöndeki eğilimlerden biri, Oıtodoks ve Müslüman dünyalarının bütün başarısızlıkla­rından Batı’yı sorumlu tutmak olmuştur.
Pek çok Ortodoks diğer halklardan daha üstün olduklarına ve dünyayı kuıtarmak gibi bir görevle­ri olduğuna canı gönülden inanmaya devam etmektedir. Çok sa­yıda Müslüman da benzer şekilde İslam’ın ahlaken yolunu kay­betmiş ve batmış Batı’yı bir gün kurtarabileceğine inanmaktadır.
Bizanslılar, imparatorlukları­nın çöküşünde bile, Roma’ya karşı öyle bir öfke besliyorlardı ki Müslüman Türklere yenilmenin Hıristiyan Latinlere yenilmek­ten çok daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü çok daha önce­den Müslümanların ellerine geçmiş olan diğer Hıristiyan toprak­larında (Kutsal Topraklar dahil) olduğu gibi kilisenin varlığını ve işlevini sürdüreceğini biliyorlardı
Avrupalılar bu şehrin(İstanbul) İslam’ın eline geçmesini Hıristiyanlık açısından ağır bir yenilgi olarak görmüş olsalar da ne başka Haçlı seferleri düzenleme hevesle­ri ne de Doğu İmparatorluğu’nun eski Yunan başkentine karşı bir özlemleri veya bağlılıkları vardı. Batılı Hıristiyanların çoğu, Konstantinopolis’i ve onun mirasını yozlaşmış bir Ortodoks bi­rikintisi ve özel ilgi gerektirmeyen tarihi bir sapmadan başka bir şey olarak görmüyordu.
Bizans İmparatoru 111. Leo, 717 yılında yaşanan ünlü ikon kı­rıcılığı tartışmasında kiliselerde kutsal kişilerin ikonlarının kullanılmasını yasaklamıştı; bunun sonucunda Doğu Kilisesi bir dö­nem boyunca dini sanatlarda bütün insan portrelerinin kullanıl­masına karşı çıkmıştı (Yahudilik ve İslam’da da benzer görüşler olduğunu belirtelim). Roma’daki Papa aslında bu mesele üzerin­den hareketle III. Leo’yu devirmeye çalıştıysa da başarılı olama­mış, ardından Doğu patriğini aforoz etmiş, Doğu Kilisesi de bu­nun karşılığında Papayı aforoz etmişti.
İslam asla Roma’nın sa­hip olduğu türden aşırı merkezi bir kontrol modeli benimseme­mişti. Roma’ da Papa, İslam’ da ise halife vardı, ama ikincisi asla Papa gibi merkezden çevreyi kontrol altında tutabilecek dini bir güce sahip olmamıştı
Doğu Ortodoks Kilisesi, tarihteki en belirleyici kültürel kararlardan bi­rini alarak putperestleri kendi dinlerine geçirmek ve dile dayalı yeni yerel kiliseler -Bulgar, Sırp, Rus, Makedon, Kıpti, Arnavut, Ermeni, Rumen vs.- kurmak amacıyla Bizans topraklarına ve ötesine misyonerler göndermişti
Tutkular önyargılara dönüşüyordu; barbarların egemenliğin­ deki Batı, zaman içerisinde Konstantinopolis’i kendisini Kutsal Topraklardaki Müslüman kafirlerin saldırılarına karşı korumak­ta güçlük çeken aşırı büyümüş, verimsiz ve yozlaşmış bir Doğu geleneğinin merkezi olarak görmeye başlamıştı
İslam tarih sahnesine çıkmış olmasaydı bugün Ortadoğu’da hangi dinin hüküm süreceğini söylemeye gerek yok sanı­rım -Doğu Ortodoks Hıristiyanlığı. Çünkü İslam dışında güçlü bir rakip çıkmamıştır karşısına.
Devletin egemenliğin­deki ideolojiden ayrılanlara sapkın damgası vurulur hatta bu tür farklılıklar vatan hainliği noktasına bile taşınabilir.
İslam diye bir din olmasaydı dün­ya kültürel ve entelektüel açıdan kesinlikle daha yoksul olurdu, ama Ortadoğu’ daki düşünme biçiminin kültürel ve teolojik temeli muhtemelen çok farklı olmazdı.
Modern teknik terimlerle ifade etmek gerekirse Yahudiliği ken­di zamanında mükemmel biçimde çalışan, dilerseniz şimdi bile kullanabileceğiniz Word 2.0 adlı bir yazılım olarak nitelendire­ biliriz. Hıristiyanlık ise Word 5.0 programı şeklinde ortaya çı­kan yazılımın’ gelişmişliğini – Tanrı’nm mesajına dair anla­yışı- önemli ölçüde arttırmıştı. Ve bundan altı yüzyıl sonra da İslam ortaya Word 8.o programını, Tanrı’ya ve O’nun mesajına dair en gelişmiş anlayışı koydu.
Güç her zaman dini kendine çeker
İslam’ın doğuşunu Ortadoğu’nun tektanrılı düşünce yapısının sürekli devam eden evriminin bir başka hattı olarak görmek mümkündür.
20. Yüzyılda yaşanan korkunç olayların dinlerle neredeyse hiç alakası yoktur. İki dünya savaşı, Franco, Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin, Mao, Pol Pot, Raunda Tamamı dogmatik düşüncelere sarılıp bunları ne pahasına olursa olsun acımasızca uygulayan laik, hatta ateist yönetimlerin sebep olduğu yüz milyonlarca insanın ölümü.
Sovyet döneminin katı ateist politikalarının amacı, Sovyet toprakları üzerindeki bütün dinleri yok etmekti; Sovyetler İslam’a ağır darbe vurmuş olsalar da, onu tamamen yok edememişlerdi.
Yazar Dostoyevski gibi milliyetçi Ruslar ise Ortodoks Kilisesinin Rusya’nın ruhunu temsil ettiğini düşünüyor, Rus devletinin Müslümanlarla uyumlu ilişkiler kurmasına karşı çıkıyorlardı. Dostoyevski, devleti Müslümanları tektanrıcılıklarından ötürü övmekle suçluyor, bunu da Türk sevdalarının çoğunun saplantısı şeklinde açıklıyordu. Rusya’nın Doğu’ya hükmedeceğinin devletin kaderinde yazdığına inanıyordu.
İslam Batı’ya karşı, veya Hristiyanlığa karşı şeklindeki basit kutuplaştırmaların hiçbir anlamı yoktu.
Siyasi liderler, kendi amaçlarına ulaşmanın bir aracı olarak din üzerinde sıkı bir denetime sahip olmaya çalışırlar.
İslam diye bir din olmasaydı dünya kültürel ve entelektüel açıdan kesinlikle daha yoksul olurdu.
Müslüman dünyasının Müslüman olmayanlara, karşı sürekli bir çatışma hali içerisinde olduğunu varsaymak çok saçmadır. İslamsız bir dünya düşündüğümüzde bile elimizde toplumların üzerinde çatışabilecekleri, çatıştıkları ve çatışacakları çok sayıda fay hattı vardır.
İslam, Ortadoğu’yu yepyeni bir şeye dönüştürmemiş, aksine çok derin ve eski bir kültür mozaiğinin üzerine yalnızca yeni bir katman eklemişti.
Müslümanlar, yabancı kültürler içerisinde her defasında yaratıcı ilişkiler geliştirmeyi başarmışlardır. Bununla birlikte, temel bir ilkeden asla sapmamışlardır: Bu devletler veya kültürler içerisinde İslam ve Müslüman toplumunun korunup muhafaza edilmesi.
Savaşlar her çağda acımasızlıklar ve şiddetle dolu olur.
Adalet, yanlışın doğru yöntemlerle düzeltilmesini gerektirir. Adaletsizlik bir başka adaletsizlikle düzeltilemez. İki yanlış bir doğru etmediği gibi başarıya giden her yol da mübah değildir.
Batı dünyasının Ortadoğu’yla olan ilişkilerinin tarihinin büyük kısmı imparatorluklar ile devletlerin jeopolitik durumlarıyla ilgilidr, pek dinle ilgili değil.
Dinin çok sayıda sesi vardır; insanların içlerinde asalete veya alçaklığa göre değişerek pek çok amaca hizmet eder..
Uluslararası politika orman yaşamından farklı değildir: daha küçük ve zayıf hayvanların hayatta kalabilmeleri için keskin bir zekaya, hassas duyulara ve çevikliğe ihtiyaçları vardır; güçlüler ise – örneğin filler- çevresel koşullara pek dikkat etmek zorunda değildirler ve çoğunlukla, diğerlerini umursamadan, dilediklerini yapabilirler.
Milliyetçi farklılıklarla bölünmüş bir İslam dünyası müdahaleci Batı karşısında son derece güçsüz görünmektedir.
Milliyetçilik ve vatanseverlik bayrağını her fırsatta büyük bir şevkle dalgalandıran ABD gibi bir ülke nasıl oluyor da bu kavramların diğer ülkelerdeki varlığından bihabermiş gibi davranabiliyor?
Pek çok bakımdan Müslüman dünyası niye bir şey yoktur; aksine, çok sayıda Müslüman dünyası, sayısız Müslüman ülkesi ve farklı Müslümanlıklar vardır.
Son bir kaç on yıllık dönemde Batı dünyasının hem gerçek hem de olası saldırı ve kuşatması altında Müslüman dünyası eşi görülmemiş ölçüde bir araya gelmiştir. Doğrusu Amerika’nın bu zaman diliminde ki politikaları uluslararası bir ortak Müslüman toplumu oluşmasında Muhammed Peygamber’in zamanından bu yana hiçbir etkenin olmadığı kadar etkili olmuştur.
Anlaşmazlıklar yaşayan dinler değil, devletlerdir.
Ne tuhaftır ki İslam’ı iyi veya kötü anlamda tek bir sabit olgu haline getirmeye çalışanlar bir yanda en fanatik ve katı Müslümanlar, diğer yanda da İslam’ın Batı’daki en ateşli düşmanlarıdır.
İslam’ın başka türlü asla bir araya gelemeyecek çok sayıda farklı halkları, devletleri, kültürleri ve bölgeleri birbirine bağlayan güçlü ve etkin bir yapı – Müslüman dünyası – oluşturmuş olduğunu da bilmiyor değilim.
Amerika, tüm dünyada yedi yüzün üzerinde askeri üssü ve Pentagon’un geniş nüfuz alanıyla dünyanın tek süper gücü olmakla övünürken nasıl oluyor da dünyadaki olayların seyrini çizen en baskın güç olarak oynadığı rolün büyüklüğünün farkında olamıyor?
Şu gayet aşikârdır ki çatışma bu medeniyet değerleri temelinde değil, son beş yüz yıl boyunca Batı’nın Doğu’ya yönelik saldırgan tutumlarının temelinde yaşanmaktadır.
Kur’an’da sırf Meryem üzerine bir bölüm bile vardır. Kur’an’da adından en sık, hatta Yeni Ahit’te edildiğinden bile daha sık söz edilen kadın odur; İslam’da en çok saygı duyulan kadın figürü yine Meryem’dir.
Ingiliz gazeteci ve yazar William Dalrymple bir yazısında şöyle diyor: 11 eylül, Bin Ladin, medeniyetler çatışması benzeri şeylerin egemen olduğu bir dünyada 1990li yıllarda ABD’de eserleri en çok satan şairin bir medresede şeriat hukuku eğitimi veren klasik İslam eğitimi almış Müslüman bir din adamı olduğuna inanmak neredeyse imkansız. Sözünü ettiği kişi elbette Celaleddin Rumi’den başkası değildir. En sevilen sufi şairlerden biri olan İran/Türk asıllı Orta Çağ Şairi Rumi’nin şiirleri adeta dünya açısından manevi merhem niteliğindedir. Aslına bakılırsa İslam’ın insanlık medeniyetine en görkemli katkılarından biri meneviyattır.
Kristof Kolomb 1492 yılında Yeni Dünya’ya yelken açarken diğer hayallerinin yanı sıra en büyük amacı İslam’ı yenmekti. Kolomb, Yeni Dünya’nın zenginlikleriyle güçlenmiş Avrupa ordularıyla İslam ordularını yenilgiye uğratmanın hayalini kuruyordu. İşte Amerika’ya hayat veren şey, kısmen de olsa bu hayal olmuştu.
Milliyetçi farklılıklarla bölünmüş bir İslam dünyası müdahaleci Batı karşısında son derece güçsüz görünmektedir.
Adalet, yanlışın doğru yöntemlerle düzeltilmesini gerektirir. Adaletsizlik bir başka adaletsizlikle düzeltilemez. İki yanlış bir doğru etmediği gibi başarıya giden her yol da mubah değildir.
Sovyet döneminin katı ateist politikalarının amacı, Sovyet toprakları üzerindeki bütün dinleri yok etmekti; Sovyetler İslam’a ağır darbe vurmuş olsalar da, onu tamamen yok edememişlerdi.
İnançsızlık, sonunda terörü doğuran yozlaşmanın ve bürokrasinin temellerini atar Tanrı’ya inanmayan bir devlette ekonomik reformlar gerçekleştirmek kesinlikle imkansızdır.

Grigory Yavlinski

Şu gayet aşikârdır ki çatışma bu medeniyet değerleri temelinde değil, son beş yüz yıl boyunca Batı’nın Doğu’ya yönelik saldırgan tutumlarının temelinde yaşanmaktadır.
Sosyalizm, geleceğin feodalizmidir.

Leontiev

Müslüman dünyasının Müslüman olmayanlara, karşı sürekli bir çatışma hali içerisinde olduğunu varsaymak çok saçmadır. İslamsız bir dünya düşündüğümüzde bile elimizde toplumların üzerinde çatışabilecekleri, çatıştıkları ve çatışacakları çok sayıda fay hattı vardır.
Müslümanlar, yabancı kültürler içerisinde her defasında yaratıcı ilişkiler geliştirmeyi başarmışlardır. Bununla birlikte, temel bir ilkeden asla sapmamışlardır: Bu devletler veya kültürler içerisinde İslam ve Müslüman toplumunun korunup muhafaza edilmesi.
İslam Batı’ya karşı, veya Hristiyanlığa karşı şeklindeki basit kutuplaştırmaların hiçbir anlamı yoktu.
Din, pek çok biçimiyle, tanrıların iktidarın tarafında oldukları inancı şeklinde tanımlanabilir.

Bertrand Russell

Batı dünyasının Ortadoğu’yla olan ilişkilerinin tarihinin büyük kısmı imparatorluklar ile devletlerin jeopolitik durumlarıyla ilgilidr, pek dinle ilgili değil.
Din devletin gücüyle ne kadar yakın ilişki içerisine girerse akıl ile ruhun alanından da bir o kadar uzaklaşarak siyasetin alanına girer.
Devletin nihai amacı dini benimseyip ele geçirerek onu devletin dini haline getirmektir. Devletle ilişki içerisine girdiği anda dinin öğretileri ve teoloji artık devletin itibarı, gücü ve nüfuzu ile ilintili hale gelir.
İslam diye bir din olmasaydı dünya kültürel ve entelektüel açıdan kesinlikle daha yoksul olurdu.
Kur’an’da sırf Meryem üzerine bir bölüm bile vardır. Kur’an’da adından en sık, hatta Yeni Ahit’te edildiğinden bile daha sık söz edilen kadın odur; İslam’da en çok saygı duyulan kadın figürü yine Meryem’dir.
İslam Ortadoğu’nun en köklü kültürel, felsefi ve dini eğilimlerinin bazılarını temsil etmekte ve genişletmektedir, bu eğilimlerin arasında Batı’ya yönelik ihtiyatlı tutumların olduğunu da altını çizerek belirtmek gerekir. Yani bu eğilimleri İslam oluşturmamıştı; İslam’ı ortadan kaldırsanız da bu eğilimlerin olduğu gibi yerinde kalacağını görürsünüz.
Siyaset ve iktidar mücadeleleri, ortak mirası güçlendirmek yerine siyasi amaçlar uğruna bu dini farklılıkları çoğunlukla büyütmektedir.
20. yüzyılda yaşanan korkunç olayların dinlerle neredeyse hiç alakası yoktur. İki dünya savaşı, Franco, Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin, Mao, Pol Pot, Raunda Tamamı dogmatik düşüncelere sarılıp bunları ne pahasına olursa olsun acımasızca uygulayan laik, hatta ateist yönetimlerin sebep olduğu yüz milyonlarca insanın ölümü.
Anlaşmazlıklar yaşayan dinler değil, devletlerdir.
Ne tuhaftır ki İslam’ı iyi veya kötü anlamda tek bir sabit olgu haline getirmeye çalışanlar bir yanda en fanatik ve katı Müslümanlar, diğer yanda da İslam’ın Batı’daki en ateşli düşmanlarıdır.
Tek bir İslam yoktur, Müslümanların yaşadıkları çok farklı İslam biçimleri ve İslam’ın ülkeden ülkeye, yaştan yaşa, meseleden meseleye, kişiden kişiye değişen yorumlamaları vardır. Aslında İslam Müslümanların İslam’ın olduğunu düşündükleri ve olmasını istedikleri şeydir.
Sözün özü, bugün Müslüman dünyasına atfedilen ve Batı dünyasını fazlasıyla endişelendiren pek çok değer ve siyasi görüş aslında İslam’ın olmadığı bir dünyada da varlığını sürdürmektedir.
İslam’ın başka türlü asla bir araya gelemeyecek çok sayıda farklı halkları, devletleri, kültürleri ve bölgeleri birbirine bağlayan güçlü ve etkin bir yapı – Müslüman dünyası – oluşturmuş olduğunu da bilmiyor değilim.
Son bir kaç on yıllık dönemde Batı dünyasının hem gerçek hem de olası saldırı ve kuşatması altında Müslüman dünyası eşi görülmemiş ölçüde bir araya gelmiştir. Doğrusu Amerika’nın bu zaman diliminde ki politikaları uluslararası bir ortak Müslüman toplumu oluşmasında Muhammed Peygamber’in zamanından bu yana hiçbir etkenin olmadığı kadar etkili olmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir