Zeynep Kaçar kitaplarından Yalnız kitap alıntıları sizlerle…
Yalnız Kitap Alıntıları
Acı insanı geçmişsiz ve geleceksiz kılıyor.
İnsan ölümü hep başkasının başına gelen bir şey sanıyor. İnsana has bir körlük. Kendini ve dolayısıyla sevdiğin herkesi ölümsüz sanma körlüğü. Sonra bir gün hiç beklemediğin anda —kim bekler, kim kondurur ki ölümü sevdiğine— dünya artık o tanıdık bildik yer olmaktan çıkıveriyor.
Kökü kalbimde zehirli sarmaşıklar var. Usul usul suladım gözyaşlarımla.
Hayatı başımıza gelen bir şey sanıyoruz ya, hayat bir oluş hali sadece. Orada, burada, her yerde. Devasa bir göz olup seyretmiyor bizi uzaklardan, bir beyni yok; bizim hakkımızda yargılara varmıyor, bizi düşünmüyor, bize acımıyor, bir kalbi olmadığı için sevmiyor bizi. İyi bir insansın diye başınıza iyi şeylerin geleceği yok.
Konuşulmayınca yok olmuyor gerçekler.
Hayat sonsuz seçenekleriyle uçsuz bucaksız, şahane bir bilinmezlik olarak önünde uzanıyorken, garip bir kibre kapılıyor insan. Kibir denemez aslında, cehalet. Başına kötü şeylerin gelme ihtimalini düşünememe cehaleti.
İnsan kaç yaşında olursa olsun anne babasının şefkatine sığınmayı düşlüyor umutsuzca. Yoklukları içimde kapkara bir boşluk.
Anne olmak böyle bir şey demek. Çocuğun kaç yaşına gelirse gelsin bir derdi olunca ilk sen koşuyorsun işte.
İnsan en çok kendinin körü oluyor. Bakıp bakıp görmüyor, yaşayıp gidiyor yaşadığı şeyi hayat sanarak.
Mutluluk böyle bir şey herhalde diye düşünüyorum. Olana razı olmak.
Çünkü umut sevgilim, öldürdüm sansan da bin kere, bin bir kere dirilir öldüğü yerde.
Aşk böyle bir şeymiş, şiddetle sarsan, göklere çıkarıp sonra yere çalan.
Kanatlarım var. Uçuyorum.
Ben kendimi ararken gelecek sürekli şekil değiştirip duruyor. Zulme karşı zamanla bir katılık geliştiriyor da insan, sevgiyle nasıl baş edeceğini bilmemek çok acıklı..
Alışmak uyduruk bir kelimeydi, zamandı işin özü.
İnsan en çok kendinin körü oluyor.
İnsan en çok kendinin körü oluyor. Bakıp bakıp görmüyor, yaşayıp gidiyor yaşadığı şeyi hayat sanarak.
Akşam olup hava kararınca yıldızlara bakıyorum saatlerce, bir yıldıza bakmak geçmişe bakmaktır her zaman
Ne işin var, başı açık kadınlar gibi.Çok büyük günah bir kadının sokakta öyle dolaşması, günaha sokuyor çünkü tüm erkekleri, onca günahın bedelini ödemek kolay mı, cayır cayır yanmak istiyor musun cehennemde.çıkma, ne var? Pencereden bakabilirsin ama.
Üzülmek, acı çekmek, sevinmek bile başkasına muhtaç.Bir başkası görünce işte o zaman gerçekmiş gibi.
“Mazisini kaybetmiş bir hayalet gibi yürüyorum caddede boydan boya. Korkunç bir yürek sıkıntısı. Gençlik hayalim İstiklal’e ne olmuş? Vitrinlerde burma kadayıflar. Tarihi hacı bilmem ne tatlıcısı yazıyor. Yalana bak. Alışveriş merkezleri her yanda. Herkesin elinde poşet. Tahta iskeleler, bitmemiş bir sürü inşaat. Üstüme üstüme geliyor kalabalık. Ne bir tiyatro afişi ne bir sinema ne bir kitapçı ne neşeleriyle neşelenebileceğim genç insanlar, hiçbiri kalmamış. Yüreğim dağlanıyor sıkıntıdan. Geçmişe ait tüm izler silinmiş. Başka bir evrende, bildiğim, sevdiğim hayalini aklıma kazıdığım caddenin zulme uğramış kötü bir kopyası burası.”
“Gençlik insanın kendini teselli edememesiymiş, artık biliyorum.”
Mutlu olmak için mutsuzluğa ihtiyacımız var. Harekete geçmek için durmaya, bir kabustan uyanmak için derin bir uykuya, sevmek için yalnızlığa ihtiyacımız var. Kavuşmak için ayrılığa.
Başkalarının deliliğinde kaybettik birbirimizi.
İşi gücü var yaşayanların. Zaman yaşayanlar için var. Ölüler bilmez akıp giden zamanın kıymetini. Ölüler isyan etmez, ölüler konuşmaz, soru sormaz ölüler, umut etmez.
Bir umudum yok artık. Bir bedenlik yer kaplıyorum dünyada.
Kimse size bakmıyorsa gerçekten var olup olmadığınızdan emin olamıyorsunuz.
Acı insanı geçmişsiz ve geleceksiz kılıyor.
Bir yalanı yeterince uzun süre söylersen bir gün eninde sonunda ikna edersin kendini. Yarattığın yalan, seni yaratır kendinden. Kendine dönüştürür, kendi kılar. Ama içinde bir yer, derinde, mutlaka bilir. Bir his, bir vicdan sızısı, yaşayıp yaşamadığından emin olmadığın bir anı gibi dürter durur.
İnsan ölümü hep başkasının başına gelen bir şey sanıyor. İnsana has bir körlük. Kendini ve dolayısıyla sevdiğin herkesi ölümsüz sanma körlüğü. Sonra bir gün hiç beklemediğin bir anda dünya artık o tanıdık bildik her olmaktan çıkıveriyor.
Hayatı başımıza gelen bir şey sanıyoruz ya, hayat bir oluş hali sadece. Orada, burada, her yerde. Devasa bir göz olup seyretmiyor bizi uzaklardan, bir beyni yok; bizim hakkımızda yargılara varmıyor, bizi düşünmüyor, bize acımıyor, bir kalbi olmadığı için sevmiyor bizi. İyi bir insansın diye başınıza iyi şeylerin geleceği yok.
Mutluluk insanı Araf’tan alıp diriler dünyasına fırlatıveriyor bir anda.
Tutunacak bir şey kalmasın, öyle uçayım istiyorum uzay boşluğunda. Kanat çırpmak istiyorum gökyüzünde.
Dertlerini dinleyen birini bulmak, ilaçtan, muskadan daha iyi geliyor insanlara.
Genç olmak güzel şey. Parçalanmamış. Küçük bir kuru fasulye gibi nazlı, pamuklar içinde.
Beceriksizdim, yetersizdim, neyi ne zaman yapacağımı, neyi nasıl söyleyeceğimi hiç bilemedim.
İşte şimdi hangi ucundan tutsam elimde kalıyor.
Neden doğaya inanmaz insan? Hangi fizik kanunundan muaf olabilir yaşamış ve yaşayacak olan? Bir gün onlara benzemeyeceksin, onlar gibi mutsuz, asık suratlı, çürümüş. Sana hiç uğrumayacak kötülük. Kötülüğün binbir şekli var. Binbir yöntemi. Binbir kılığa bürünür. Anlamazsın bile ne ara girdin koynuna. İnkar ettiğinde, görmezden geldiğinde, konduramadığında Bir bakmışsın elini yemiş, sonra diğerini, kollarını, bacaklarını, hala umut var kurtulmak için, en son kalbini tutmuş avuçlarında, kanlar süzülürken dişlerinin arasından, şu da geçsin sonra, ben öyle sandım diye diye, susarak en çok, çünkü susmak edepli yapar bizi, yok canım bu kadarını da yapamaz derken, sonra arkasından ikinci bir şok dalgasında yeter tamam, bundan bir fazlasında çeker giderim diye kandırırken kendini, bundan fazlasına razı olarak sonra, bundan bin fazlasında bile, gözlerini sımsıkı yumup bunun bir kabus olmasını umarak, zamanla hissizleşip öylece kabul ederek, ah işte dönülmez nokta ve ardından böyle de yaşanıyor diyerek ve böyle yaşayıp giderek, böyle, tam da böyle, teslim olmuş, yenilmiş, yıkılmış ve bir hayatı kaybetmiş tüm cephelerde.
Alışmak değildi anlamam gereken. Zamandı. Zamanla alışırsın dendiğinde kimse alışırsın demiyordu aslında, zaman diyordu herkes, zaman. Sevdiklerimizle aramızda yüzyıllık ayrılıklar, bin yıllık mesafeler yaratan zaman. Zaman bütün ölçü birimleriydi. Her şeyi ölçen biçen, parçalara ayıran, uzanluğu, eni, derinliği, hacmi, her ne varsa ölçebilir, çok uzağa fırlatan, unutan, eskiten, bölen, mesafeler koyan, her şeydi zaman.
Zaman. Çok hızlı, çok yavaş, çok boğucu, çok şaşırtıcı. Geçip giden bir şey mi gerçekten, yoksa biz mi geçiyoruz zamanın içinden?
İnsan en çok kendinin körü oluyor. Bakıp bakıp görmüyor, yaşayıp gidiyor yaşadığı şeyi hayat sanarak.
Ben bir daha asla eskisi gibi olmayacaktım. Çünkü her şey dağılmaya, parçalara ayrılmaya, kırılmaya, eskimeye, çürümeye, bir daha asla olduğu gibi olamamaya mahkumdu.
Kendimi bulduğum yer, bulmayı umduğum yer değil.
Aramızda ne varsa sanki hiç olmadı, sanki hiç olmayacak bundan sonra.
Kimse bana bakmayınca ve böylece kimse yargılamayınca, sınıflandırmayınca, ölçüp biçmeyince, tamamen kendim olabiliyorum. Üzerinde dolaşan yabancı gözler, birkaç samitede hakkında yaptıkları hesap kitaplar, yerleştirdiler kutular kafalarının içinde. Asla engelleyemeyeceğim bir algı ve yargı hali. Görüldü. Görünmezlik bir nimet şimdi.
Tüm gözler yok olup gitse, ben hiç yaşamamış mı olacağım? Hiçbir göz bana bakmasa, beni ben yapan her şey savrulup gidecek mi boşlukta? Tüm gözler yok olup gittiğinde, ne olacak kainata? Kimsenin bakmadığı bir kainat var olmaya devam edebilecek mi? İnsan bu yüzden vardır belki, bu yüzden gözleri var insanın, merakı var, gayreti, anlama isteği, biz olmadığımızda kim bakacak kainata? Kim bakacak hayretle sonsuzluğa?
Hiç dinmeyecek bir kırgınlık kaldı ondan bana.
Renkler, kokular, sesler, kalabalık. Çok fazla. Hepsi çok fazla. Binbir parçaya bölündü zihnim. Neye bakıp neye dikkat etmem gerektiğini bulamıyorum. Bu şehir ne ara bu hale geldi? Sonsuz bir algı dağınıklığıyla çığırından çıkmış bir dünyaya bakıyorum şimdi.
Usulca kapadım son kez, hiç açılmaması gerekeni. Bütün günahlara kapandı kapı. Benimkiler dahil. Çıktım.
Son bir kez baktım. Hayatıma. Dört duvar. Seni hiç sevmedim ev. Bütün üzüntülerimi sende yaşadım.
Cesaret korkmak değil de, korktuğunu yapabilmekmiş.
Bir umudum yok artık. Bir bedenlik yer kaplıyorum dünyada.
Ama işte insan garip bir varlık. Öleyim istiyor ölmüyor, yaşamak istiyor, yaşayamıyor.
İnsan en çok kendinin körü oluyor. Bakıp bakıp görmüyor, yaşayıp gidiyor yaşadığı şeyi hayat sanarak.
Mutlu olmak için mutsuzluğa ihtiyacımız var. Harekete geçmek için durmaya, bir kâbustan uyanmak için derin bir uykuya, sevmek için yalnızlığa ihtiyacımız var. Kavuşmak için ayrılığa. Tastamamım. Şimdi eylem zamanı.
Güzel olmak garantilemiyor güzel bir hayatı.
Zaman yaşayanlar için var. Ölüler bilmez akıp giden zamanın kıymetini.
Kendimizi hep bir başkasıyla anlama, hep bir başkasına anlatma gayreti. Bir başkasına baka baka ancak kim olduğunu bilme yanılgısı..
İnsan ölümü hep başkasının başına gelen bir şey sanıyor. Insana has bir körlük. Kendini ve dolayısıyla sevdiğin herkesi ölümsüz sanma körlüğü.
Hayatı başımıza gelen bir şey sanıyoruz ya, hayat bir oluş hali sadece. İyi bir insansın diye başınıza iyi şeylerin geleceği yok.
“Artık geçmişe bakmıyorum. Geçmişe bakınca kimsecikleri tanımıyorum.”
“İşte şimdi hangi ucundan tutsam elimde kalıyor.”
Geçip giden bir şey mi gerçekten,
yoksa biz mi geçiyoruz zamanın içinden?
yoksa biz mi geçiyoruz zamanın içinden?
İnsan en çok kendinin körü oluyor. Bakıp bakıp görmüyor, yaşayıp gidiyor yaşadığı şeyi hayat sanarak.
“Kendimi bulduğum yer, bulmayı umduğum yer değil.”
Her gün bugün de delirmedim çok şükür diye diye dönüyorum eve.
Kötülüğün binbir şekli var.Binbir yöntemi….. yok canım bu kadarını da yapamaz derken, sonra arkasından ikinci bir şok dalgasında yeter tamam, bundan bir fazlasında çeker giderim diye kandırırken kendini, bundan bir fazlasına razı olarak sonra, bundan bin fazlasında bile, gözlerini sımsıkı yumup bunun bir kabus olmasını umarak, zamanla hissizleşip öylece kabul ederek, ah işte dönülmez nokta ve ardından böyle de yaşanıyor diyerek ve böyle yaşayıp giderek, böyle, tam da böyle, teslim olmuş, yenilmiş, yıkılmış ve bir hayatı kaybetmiş tüm cephelerde.
Tüm gözler yok olup gitse, ben hiç yaşamamış mı olacağım? Hiçbir göz bana bakmasa, beni ben yapan her şey savrulup gidecek mi boşlukta? Tüm gözler yok olup gittiğinde, ne olacak kâinata? Kimsenin bakmadığı bir kâinat var olma ya devam edebilecek mi? İnsan bu yüzden var belki, bu yüzden gözleri var insanın, merakı var, hayreti, anlama isteği, biz olmadığımızda kim bakacak kâinata? Kim bakacak hayretle sonsuzluğa?
“Cesaret korkmamak değil de, korktuğunu yapabilmekmiş.”
Akşam olup hava kararınca yıldızlara bakıyorum saatlerce, “bir yıldıza bakmak geçmişe bakmaktır.”