Muhyiddin İbn Arabi kitaplarından Fütuhat-ı Mekkiye 1 kitap alıntıları sizlerle…
Fütuhat-ı Mekkiye 1 Kitap Alıntıları
İlim kendisini bilene ve bilinene bağlar. İrade, kendisini irade eden ve edilene bağlar. Kudret kendisini kudret sahibine ve kudretin konusuna bağlar.
İdrak edememeyi idrak, idraktir.
Sen bensin, ben ise benim. Artık beni kendinde arayıp yorulma! Beni dışarıda arayıp rahatını kaçırma! Aramaktan da vazgeçme, yoksa bedbaht olursun. Bana kavuşuncaya kadar *beni ara, böylece yükselirsin. Fakat beni arayışında edepli davran. Yoluna girerken, bilinçli ol. Beni ve seni ayırt et. Çünkü sen beni göremezsin, sadece kendini görürsün. Artık, ortaklık niteliğinde dur. Aksi halde bir kul ol ve de ki: İdrak edememeyi idrak, idraktir. Bu yola bir hür olarak katılır ve şerefli bir dost olursun.
Hüküm veren yanıldığında şöyle der: Şeker acıdır. İsabet ederse acılığın nedenini bilir ve şeker hakkında acılık hükmü vermez ve algı gücünün neyi algıladığını bilir. Ayrıca şahit olan duyunun her halükarda isabet ettiğini, hüküm verenin ise bazen yanıldığını bazen ise isabet ettiğini öğrenir.
Duyunun algıladığı şey gerçektir. Duyu ulaştırandır, hüküm veren değildir. Başka bir ifadeyle duyu şahittir, hüküm veren akıldır Değerlendirme doğru ve yanlış diye ikiye ayrılır. İşte bu Şeytan onlara önlerinden gelir ayetinin anlamıdır.
(Sana ardından geldiğinde) Şeytanı ardından kovduğunda, sana doğruluk ilimleri ve menzilleri ve sahibini nereye taşıyacakları görünür Muktedir hükümdarın katında kendilerini o oturakta oturtan şeyin bu doğrulukları olduğuna dikkat etmek gerekir.
Şeytanı kovan kişi için Hakkın varlığı, birliği, isimleri ve fiilleri hakkında zararlı-saptırıcı kuşkuları reddetmesini sağlayacak ilimler kesin delil yolundan meydana gelir. Öte yandan o kişi Allah’ın varlığını ispata da delil getirir.
Şeytan insana karşı doğadan yardım alır. Tabiat insanı çağırdığı arzulara uymak konusunda şeytana imkan sağlar.
Evet ve hayır! ‘Evet ve hayır’ arasında ruhlar maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar.
Hakikat, hakikat! Tarikat, tarikat! Cennet ve dünya, bina ve kerpiçte ortaktır. Ne var ki kerpicin biri topraktan ve samandan, diğeri altından ve gümüştendir.
Nefesler, Hakka yakınlık esintileridir.
Hz. Peygamber’den gelen bir rivayette Bu ümmetin bilginleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir denilmiştir.
Tabiat ilmi Allah’ın yaratmak istediği ilimlerden bu Levha’da meydana gelen ilk ilimdir. Böylece tabiat nefsin altında olmuştur. Bütün bunlar saf nur âlemindendir.
Bilmelisin ki: Allah âlemi yaratmazdan önce altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’da idi. Amâ, Hakkın zuhur ettiği ilk mazhardır.
Allah sana yardım etsin bilmelisin ki: Arş Arapçada mülk (idare, yönetim) anlamında kullanılır.
Çünkü sen güneş, diğer hükümdarlar (peygamberler) ise ancak yıldızdır
Sen doğduğunda onlardan hiç birisi görünmez
Birinci göğe mahsus emir, Kur’an’ın tek bir harf ve kelimesinin değişmemiş olma özelliğini Hz. Peygamber’e vermiştir işte korunmuşluk budur.
‘Allah ilim verilenleri yükseltir.’ Ayette kastedilenler, müminlerdir ilim ile kastedilen, Allah’ı bilmektir.
Yaratılmıştaki iman nuru, kendisiyle birlikte imanın bulunmadığı ilim nurundan daha kıymetlidir.
Kıyamet günü şefaat sadece Hz. Peygamber’e ait olacaktır. Hz. Peygamber diğer peygamber ve nebilerin şefaat etmeleri için de şefaat edecektir. Evet! O, melekler için de şefaat edecektir. Allah onun şefaati vesilesiyle melek, resul, nebi ve mümin gibi şefaat hakkı olan herkese şefaat izni verecektir.
Hz. Peygamber’in zuhuru mîzân (terazi) ile gerçekleşmiştir. Mîzân âlemdeki adalettir ve o itidal (denge) sahibidir. Onun tabiatı sıcaklık ve yaşlıktır. Bu nedenle onun zuhuru, ahiret hükmünden olmuştur.
Zaman döngüsü Hz. Peygamber’in devrinin el-Bâtın ismiyle bitip başka bir devrin ez-Zâhir ismiyle başlamış olmasından ibarettir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Zaman Allah’ın yarattığı günkü haline döndü.’
Zaman Hz. Muhammed hakkında bedenin var oluşu ve ruhun onunla irtibat kurmasına el-Bâtın ismiyle ulaşmıştır. (Bedeni var olup ruh ona bitiştiğinde) Bu esnada zamanın hükmü, akışta ez-Zâhir ismine geçti. Hz. Muhammed cisim ve ruh olarak zatıyla ortaya çıktı. Başlangıçta peygamberler vasıtasıyla ortaya çıkan bütün şeriatlarda hüküm bâtınî olarak ona ait iken artık zâhirde de hüküm kendisine ait oldu. Böylelikle Şâri tek ve O da şeriatın sahibi olsa bile iki ismin hükmü arasındaki farklılığı açıklamak için el-Bâtın isminin ortaya koyduğu bütün şeriatları ez-Zâhir isminin hükmüyle geçersiz kıldı.
Hz. Peygamber’in ruhu şehadet âleminde bulunmadan gayb âleminde var oldu. Allah ona peygamberliğini bildirmiş, Âdem, Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi henüz ‘su ve toprak arasında iken’ onu müjdelemiştir.
Sıcaklık ve soğukluk fail, ıslaklık ve kuruluk edilgendir. Sıcaklık kurulukla birleşmiş, ateş unsurunu ortaya çıkartmışlardır. Sıcaklık ıslaklıkla birleşmiş, hava unsurunu meydana getirmişlerdir Sıcaklık ve soğukluk bilgiden, yaşlık ve kuruluk ise iradedendir.
Selâmının ulaştığı Hakka yakın her melek veya temiz ruh, mutlaka selâmını alır. Selâm bir duadır. Böylece duan kabul edilir ve kurtuluşa erersin birisine selâmın ulaşmadığında, onlar adına selâmını Allah alır. Hakkın selâmını alması, sana şeref olarak yeter.
Nitekim cennette suretler çarşısı vardır: Kul bir sureti arzuladığında, ona girer. Nitekim dünyada da ruh, bize göre şekilden şekle girer.
Tümel Nefs ikiz doğuran ilk ana idi. Önce Doğa, ardından Hebâ doğmuştur. Tabiat ve Hebâ, ana-babaları bir kardeş ve kız kardeştir. Tabiat Hebâ’yı nikahlanmış, bu ilişkiden tümel cismin sureti doğmuştur. Tümel Cisim, ortaya çıkan ilk cisimdi. Böylece bir ürünü olduğu için Tabiat baba, Hebâ ana oldu. Çünkü ürün onda ortaya çıkmıştır. Netice cisim oldu.
Suyun indirilmesi, keserle vurmanın ya da testereyle kesmenin ya da amaçlanan sureti inşa etmek için biçilmiş parçadaki her kesme, ayırma, birleştirme işleminin eseridir. Böylelikle yapılan şey mesela sandık ise -ki o doğrulan çocuktur- dışta duyuya görünür hale gelir.
Bilme/öğretme niteliği babadır, çünkü etkindir. Yapıcılık anadır, çünkü edilgendir.
O’nu bilseydin O olmazdı; O seni bilmeseydi sen olmazdın. Binaenaleyh Allah, bilgisiyle seni var etmiş, sen de acizliğinle ona ibadet etmişsindir. Dolayısıyla O O’dur, O’na aittir, sana değil. Sen de sensin, kendine aitsin ve O’na aitsin. Şu halde sen, O’nunla irtibatlısın, tersi değil.
Mümkünlerin en bilgilisi, Yaratıcısını sadece O’nun açısından bilendir: Söz konusu kimse nefsini ve kendisinden var olduğu kimseyi bilir. Bundan başka bir şeyi bilmesi geçerli değildir. Çünkü bir şeyi bilmek, onu kuşatmaya ve onu tüketmeye imkân verir. Böyle bir şey ise ilâhî katta imkânsızdır. O halde O’nu bilmek imkânsızdır. ‘Ondan’ bilmek de (kısmî bilgi) geçerli değildir, çünkü parçalara bölünemez. Şu halde sadece ‘O’ndan olan şey’ hakkında bilgi söz konusu olabilir. Ondan olan şey ise sensin. O halde, bilinen sensin.
ulvî babaların ilki malumdur; süflî anaların ilki ise mümkünün dışta bulunmayan şeyliğidir. İlk nikâh, (var olmayı) emretme sözüyle mümkünün hakikatine yönelmektir. İlk oğul, belirttiğimiz söz konusu şeyliğin var olmasıdır.
Bilgileri ortaya çıkartmak, ancak iki öncül sayesinde gerçekleşebilir. Bu öncüllerin birisi, her ikisinde tekrarlanan tek terim vasıtasıyla diğer öncülle birleşir. Bu tek terim iki öncül arasındaki bağdır. İşte bu da manevî nikâh, aralarında meydana gelen netice ise elde edilmek istenilen şeydir. Bu itibarla bütün ruhlar baba, tabiat ise başkalaşma ve değişmelerin mahalli olduğu için anadır.
Ben tertemiz ruhların babalarının oğluyum
Ve unsurlara ait nefislerin analarının oğlu
Ruh ve cisim arasında olan bizim mazharımızdı
Kucaklama ve hazlarla birleşme esnasında
İsa ve Havva iki kardeş olduğu gibi Âdem ve Meryem de onların iki babası olmuştur.
Allah ihsanın kendi elinde olduğuna ve bu işi birinci babanın özü gereği gerektirmediğine dikkat çekmek için mülk devrindeki vekilleri başladığıyla bitirdi. Allah İsa’yı Meryem’den yaratmış, böylece Meryem Âdem, İsa ise Havva mesabesine inmiştir. Dişi erkekten meydana geldiği gibi, erkek de dişiden meydana gelmiştir.
Hz. Muhammed’in ruhaniyeti, bütün nebi ve peygamberlerin ruhaniyetiyle beraberdir. Böylece peygamber olarak var oldukları dönemde getirdikleri ya da hüküm olarak ortaya koydukları şeriat ve ilimlerde onlara yardım bu pak ruhtan gelir.
her şeriat kendisini getiren peygambere nispet edilmiştir. Hâlbuki her şeriat dış varlığı olmasa bile farkında olunmayan yönden gerçekte Hz. Muhammed’in şeriatıdır. Nitekim şimdi de Hz. Muhammed’in dış varlığı olmadığı gibi Hz. İsa’nın inip de onun şeriatıyla hüküm vereceği vakitte de olmayacaktır.
Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Âdem su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.’
Allah fikrin efendisi olmakla beraber, aklı fikrin verdiği şeyi almaya mecbur etmiştir.
fikir, kendisi için gerçekleşen şeye göre araştırır: Bazen bir kuşkuya düşer, bazen ise o konuda bilgisi olmaksızın delil elde eder. Fakat delillerden kuşku formlarını bildiğini ve bir bilgi elde etmiş olduğunu zanneder. Bu esnada bilgileri elde edişte dayandığı maddelerdeki eksikliğe bakmaz. Akıl da ondan bunları alır ve onlarla hüküm verir. Bu durumda bilgisizliği, bilgisinden kıyaslanamayacak kadar çoktur.
‘Fakat insanların çoğu bilmez.’ *
* El-A’râf 7/187.
Noktadan -ki dairenin merkezinde bulunur- çevreye -ki bu çevre kendisinden var olmuştur- doğru uzayan çizgiler çevrenin her bir parçası için eşit şekilde ortaya çıktığı gibi Hakkın bütün yaratılmışlara nispeti de aynı nispettir. Dolayısıyla burada asla bir başkalaşma söz konusu değildir. Bütün eşya, çevrenin parçalarının noktaya bakması gibi O’na bakar ve kendilerine verdiği şeyi alır.
Değerli olanı ancak değerli bilebilir
Mümkünlerin en bilgilisi, Yaratıcısını sadece O’nun açısından bilendir: Söz konusu kimse nefsini ve kendisinden var olduğu kimseyi bilir. Bundan başka bir şeyi bilmesi geçerli değildir. Çünkü bir şeyi bilmek, onu kuşatmaya ve onu tüketmeye imkân verir.
Zorunlu Zat’ın bir şeye o şeyi bulunduğu hale göre meydana getirmek üzere ilişmesi, bildirmek, onun ne olduğuna dair ilişmesi istifham diye isimlendirilir. Emir kipiyle kendisine inerek ona ilişmesi dua diye isimlendirilir. Emrin o şeye ilişmesi yönünden ilişmesi kelâm diye isimlendirilir. Bilmek şart olmaksızın zat’ın söze ilişmesi, duymak diye isimlendirilir; zat söze ilişir ve bu ilişmeyi anlamak takip ederse anlayış diye isimlendirilir. Işığın keyfiyetine ve taşıdığı görülenlere ilişmesi, görmek diye isimlendirilir. Bu ilişmelerden herhangi birisinin kendisi olmadan gerçekleşemeyeceği algılanan her şeye ilişmesi ise hayat diye isimlendirilir.
Mümkünün özü gereği Zorunlu’ya muhtaç olması ve Zorunlu’nun zatından kaynaklanan müstağniliği, ilâh diye isimlendirilir (Hakkın böyle isimlendirilme yönüdür). Özü gereği Zorunlu’nun kendi nefsine ve ister var ister yok olsun gerçekleşmiş bütün hakikatlere ilişmesi, bilgi diye isimlendirilir, kendiliklerinde bulundukları hale göre mümkünlere ilişmesi ihtiyar diye isimlendirilir. Bilginin mümkünün varlığını öncelemesi bakımından zat’ın mümküne ilişmesi, meşiyet diye isimlendirilir. İki olabilirden birisini kesin olarak belirlemesi itibarıyla mümküne ilişmesi, irade diye isimlendirilir. Alemi yaratmaya ilişmesi kudret diye isimlendirilir. Yaratılana var olmasını işittirmeye ilişmesi emir diye isimlendirilir.
Bilgi bilinenin başkalaşmasıyla başkalaşmaz, fakat ilgi başkalaşır. İlgi belirli bir bilinene dönük bir bağıntıdır. Söz gelişi bilgi Ali’nin olacağıyla ilgili olur ve o da olur. Bilgi onun şimdiki halde olacağıyla ilgili olmuş ve olmaya başlamasıyla bilginin ilgisi ortadan kalkmıştır.
İlginin başkalaşmasından bilginin başkalaşması lazım gelmez. Aynı şekilde görülen ve duyulan şeyin başkalaşmasıyla görme ve duyma başkalaşmaz.
O halde, bilginin başkalaşmayacağı sabittir. Dolayısıyla bilinen de başkalaşmaz. Çünkü bilginin bildiği şey, bilinen iki gerçek duruma ait bir bağıntıdır. Söz gelimi cisim hiçbir zaman başkalaşmayan bir bilinendir. Ayakta olmak da hiçbir zaman başkalaşmayan bir bilinendir.
Âlemdeki her suret, cevherdeki bir arazdır (belirtidir). Suret, farklı cevherlere girer ve ayrılır. Cevher ise tektir. Bölünme, cevherde değil, surettedir.
Bilmek, bilinenin tasavvur edilmesi olmadığı gibi aynı zamanda bilineni tasavvur eden bir anlam da değildir. Çünkü bilinen her şey tasavvur edilemediği gibi bilen herkes de tasavvur edemez. Bilenin tasavvur etmesi, tahayyül edici olmasından kaynaklanır. Bilinen için suret ise hayalin kendisini tutabileceği bir halde olmasına bağlıdır. Bu bağlamda hayalin asla tutamayacağı bazı bilinenler vardır. Böylelikle onların sureti olmadığı da açıktır.
Zati gerektirmediği halde sınırlı, Mutlak’ı nasıl bilebilir ki?
Delil ile delilli, kanıt ile kanıtlı arasında ilişkiyi gerçekleştiren bir yön bulunmalıdır. Bu yön ile delil ve bu delil ile ulaşılan şey arasında bir bağıntı olmalıdır. Bu yön olmasaydı, delilliye delil ile ulaşılamazdı.
Allah isimlerinin otoritesi ortaya çıksın diye âlemi yarattı. Çünkü güç yetirilen olmaksızın kudret,
merhamet edilen olmaksızın, merhamet edici olmak, etkileri olmayan işlevsiz hakikatlerdir.
Hakkın bizi bilmesinden ibaret olan örneğimiz, Hakkın kadimliği nedeniyle kadîmdir. Çünkü Hakkın bizi bilmesi, Hakkın bir niteliğidir ve sonradan yaratılanlar, O’nun zatıyla var olamaz. Allah böyle bir şeyden münezzehtir!
Sonra Allah nuruyla bu Hebâ’ya tecelli etmiştir. Söz konusu Hebâ’yı akılcılar bütün Heyula diye isimlendirmiştir. Bütün âlem, onda bilkuvve ve uygunluk olarak bulunur.
O’nun nurunun misali içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. (Nur 24:35)
Sayının bir olduğunu bilseydin, hiç kimse ile tartışmaya girişmezdin
Hebâ, içinde istenilen şekil ve suretlerin meydana getirilmesi için binanın harcı ve toprağı gibidir ve o âlemde yaratılmış ilk varlıktır.
O halde âlemin gayesi, Hakkın hakikatlerini izhar, büyük âlemin feleklerini bilmektir.
Yaradılışın başlangıcı Hebâ’dır. Onda var olan ilk şey ise Rahmân’a nispet edilmiş Hakikat-i Muhammediye’dir. Mekanda yerleşme olmadığı için onu sınırlayacak bir yer yoktu.
üstün olanın düşük olandan ayrışması gerektiğini bilmezler. Yoksa bir şeyi meydana getirmek istediğinde ona ‘Ol der, o da olu verir’ ayetinin anlamı kalmazdı. Bu anlam, eşyanın en güzel kanuna göre yaratılmasından başka bir şey midir?
Her ilâhî isim, bütün isimleri içerir ve her isim kendi anlamında bütün isimlerle nitelenir.
Aksi halde her ilâhî isim kendi kulu için bir Rab nasıl olabilirdi? Heyhat ki heyhat!
Ûlvi ve süfli alemde bilinen bütün isimleri incelediğimde, onların kelâm ilmi bilginlerine göre sıfatlar diye ifade edilmiş yedi isim tarafından içerildiğini görürsün.
Bütün yeryüzü onun kabzasıdır. (Zümer, 67)
Gökler sağ elinde dürülmüştür. (Zümer, 67)
mülküm kendisini benim tasarrufumdan alıkoyamaz. Onda tasarruf edenler, benim izin verdiğim kölelerim olsa bile malımı kullandığımda ve tasarrufum esnasında şöyle söyleyebilirim:
Malım tasarruf etmem için benim elimdedir.
Teşbih ehlinden sapanlar, Allah için zorunlu tenzihi dikkate almaksızın, tevil edip ayet ve rivayetleri zihne gelmeyen anlamlara yordukları için sapmıştır.
Hz. Ebû Bekir idraki idrakten acizlik, idraktir. demiş. Bu sözün iki yorumu vardır. Anla!
İşte fikir ehlinin Allah’ı bilme yöntemleri burada sona erer.
hayal gücü, her nasıl idrak ederse etsin, duyudan asla ayrılmaz. Hâlbuki bize göre duyunun Allah’a ilişemeyeceği kesin olarak sabittir. Dolayısıyla hayalin O’na ilişmesi geçersizdir.
‘Bir şeye dayananın hükmüyle dayanılan şeyin hükmü aynı olsaydı, iş teselsüle gider ve var olmak geçerli olmazdı.’
(Teselsül: birbirine bağlama, zincirleme)
Bir şeyin öncelediği herhangi bir varlık, önceleyen şeyin aşağısındadır ve orada sınırlanmıştır. Sonsuza dek olsa bile, bu nitelik kendisinden ayrılmaz. Böylece varlık, iki Lâm vasıtasıyla sabit olmuştur.
Bir durumdan müstağni kalamayan herhangi bir şey, o durumun hükmüne sahiptir.
Egitimli şöyle demiş: Dört bilgin istiva çizgisinin altındaki Eryen kubbesinde buluşmuş. Birincisi Mağripli, ikincisi doğulu, üçüncüsü Şamlı, dördüncüsü Yemenli idi. Bilimler hakkında ve isimler ve betimler arasındaki farktan söz etmiş, birbirlerine şöyle demişler: ‘Sahibine ezeli mutluluk vermeyen ve taşıyıcısını zamanın etkisinden kurtarmayan bilgi yararsızdır. Geliniz! Sahip olduğumuz ilimler arasından hangisinin istenilenlerin en yücesi, kazanılan ilimlerin en kıymetlisi, öğrenilenlerin en üstünü ve övünülen şeylerin en kıymetlisi olduğunu araştıralım. Batılı şöyle demiş: ‘Bende (arazların) taşıyıcısı kendi başına var olan cevherin bilgisi vardır.’ Doğulu ‘Bendeki ilim, taşıyan-taşınan ve gereklinin bilgisidir’, Şamlı ‘Bende örneksiz yaratma ve bileştirme ilmi’, Yemenli ‘Bende özetleme ve düzenleme ilmi vardır’ demiş. Ardından şöyle demişler: ‘Her birimiz sahip olduğu bilgiyi izhar etsin ve ortaya koysun.