İçeriğe geç

Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) 2 Kitap Alıntıları – Osman Nuri Topbaş

Osman Nuri Topbaş kitaplarından Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) 2 kitap alıntıları sizlerle…

Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) 2 Kitap Alıntıları

Hanımlara bir de duygu derinliği , incelik, şefkat, merhamet, haya fedakarlık çocuk bakımı neslin muhafazası gibi meziyetler ihsan edilmiştir. Onların bünyesi narin, hisleri fevkalede kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan hayatın çeşitli sayfalarında bir takım süprizlerle karşılaştıklarında bazen bedeni ve ruhi zaaflara düşerler.Bu yüzdendir ki,İslam’da kadının şahitliği yarımdır Bunu dillerine dolayarak İslama hücüm edenler, İslamın fıtrî ve değişmez olan hususiyetleri dikkate almasından doğan bu kaidesindeki mükemmelliği , ya garazkârlıklarından ya da câhilliklerinden dolayı görmezlikten gelirler
İslam miras hukukunda paylar ile mükellefiyetler arasında adaletli bir denge gözetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe,kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir.Çünkü evlenirken mehir verip düğün masraflarını üstlenmekle beraber ev geçindirmeye kadar bütün maddi harcamalar hususunda ailenin mesul şahsı erkektir.
Yani İslam miras hukuku‘nda ki kadın erkek farkı,yükümlülük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur.
Kadın nesli korumak ,bunun için evlat yetiştirmek ve aile düzenini temin etmek gibi ağır mükellefiyetler sebebiyle ailenin geçiminden sorumlu değildir. ‏Bu sebeple de mirasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisseden, bir kısım kadınların evlenmesi, ya da boşanma durumunda kalması veya birtakım şahsi ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir
Bir vatandaşlık anlaşması olan medine vesikası, İslam’ın muamelatı olmayan bir din olduğu, kanunda hüküm koymayıp yalnızca ibadetleri düzenlediği yanındaki batıl iddialara en kati bir cevaptır.
Mescidin inşaası esnasında Hadramevtli, iyi çamur karan bir adam geldi Allah Resulü o adama:
Sanatını güzel ve sağlam yapan kişiye Allah rahmet etsin! Sen bu işe devam et görüyorum ki işini iyi yapıyorsun. Buyurdu
Cenâb-ı Hak da, müslümanların her işini güzel olmasını murad ediyor ve ayeti kerime de “احسنو :Yaptığınızı güzel yapın,işlerinizi iyi yapın! “diye emrediyor Hemen akabinde de”Allah işini güzel yapanları sever.” buyuruyor(el-Bakara,195)
Allah Rasulu ,”Mescid-i Nebi” yapılıncaya kadar Ebu Eyyub el-Ensari hazretlerinin evindeki bu misafirliğinin,asırlar öncesine dayanan bir mazisi vardı:
700 sene evvel, medine ya (o zamanki ismiyle Yesti be) gelen Yemen hükümdarlarından Tübba Ebu Kerib, Resulullah’ın Mekke’de zuhur edip Medine’ye hicret edeceğini Yahudi âlimlerden öğrenince orada bir ev yaptırmıştı. Bir de mektup yazarak altın mühürle mühürledikten sonra Medine âlimlerin en büyüğüne vermiş kendisi erişemezsin nesilden nesile emanet edilerek Âlemlerin efendisine takdim edilmesini emretmişti.
Tübba daha o zamandan Allah Resulüne iman ederek Müslüman olmuştu.
Rasûlullah Medine’ye teşrif ettiklerinde (üvey babam) elimden tutarak beni Allah Resulüne götürdü ve:
-ya Resulallah ünlem Enes akıllı bir çocuktur, size hizmet etsin! Dedi. Böylece Resulullah’ın hizmetçisi oldum. Hazarda ve seferde parantez on sene) hizmetini gördüm. Vallahi işlediğim bir kusurdan dolayı: Niçin böyle yaptın? veya yerine  bir vazifeden ötürü niçin böyle yapmadın? dememiştir.
Ibrahim Mekke’yi harem olarak ilan etmişti, ben de Medine’ nin iki tepesi arasını harem ilan ediyorum. (Ahmed,4,141)
Kimin bir çocuğu varsa onunla çocuklaşsın. (Deylemî,3,513)
Hikmetin başı, Allah korkusudur.
İnsan tabiatı itibariyle, ihsân ve iyiliğe mağluptur. İhsân edilen kimse, düşman ise düşmanlığı zâil olur; ortada ise daha çok yakınlaşır; yakında ise muhabbeti ziyâdeleşir.
Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.
Emanet ehline verilmediği zaman, işte o zaman kıyameti bekle!
Ey Allah’ım! Hayat, ancak ahiret hayatıdır.
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyâr kadın bî-kes kalır, Ömer mes’ûl! Yetimi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Bazen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Bazen de bir şeyi sever, istersiniz, hâlbuki o sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara,216)
Cennete giren hiç kimse dünyâya geri dönmek istemez. Yeryüzünde bulunan her şey (kat kat fazlasıyla) orada da vardır. Ancak şehîd, gördüğü ikram sebebiyle dünyaya on defâ dönüp her seferinde şehîd düşmeyi temenni eder. ”
Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canın hayatta kalmasına vesile olursa bütün insanlara hayat bahşetmiş gibi olur
Asıl fetih ise gönüllerin fethidir.
Hoşlanmadığınız bir şey çoğu kere sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de çoğu kere hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
Gıdânın maddi tesirinin yanında bir de mânevî tesiri vardır. Lokmanın helâl, haram veya şüpheli yollardan gelmiş olması, ruhumuzu tesiri altına alır.
Kişinin yediği şeylerin en helâl ve güzel olanı, bizzat kazanarak yediğidir.
Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahabe toplumunun tanımadığı bir yaşantı sekliydi. Onlar dâimâ; Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır. idrâkı içindeydiler. Bu sebeple dünya nimetlerini kendi nefislerine tahsis etmekten ve haddinden fazla kullanmaktan dâimâ kaçındılar.
Kimin bir çocuğu varsa onunla çocuklaşsın.
Lokman(a.s) oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:
Yavrucuğum!
Âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Zira Allah Teâlâ bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalpere hayat bahşeder.

(Heysemî, I, 125)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Medîne’ye dönüşlerinden sonra on üç gün kadar süren çetin hastalıkları netîcesinde 632 Milâdî yılının 8 Haziran’ı, Hicrî 11. yılın 12 Rabîulevvel Pazartesi günü artık kendilerine cemâl ufukları açılmıştı, O yüce Habîb, Refîk-ı A’lâ’sına, yâni en yüce dost olan Allâh Teâlâ’ya kavuşmuşlardı.
Fâtıma annemizin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra yaşadıkları altı ay zarfında bir defâ olsun güldükleri görülmedi. (Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, XI, 25-26)
Rasûlullah s. a. v :
Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günâhtan çeksin! Ey insanlar! Günah, nîmetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğunda idârecileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman ise idârecileri de kötü olur.
(Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)
Cemâdât da cezb ve incizâb kânûnuna tâbîdir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğü, o nûrânî hissiyât ile dolmuş, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir yerde hutbe okumaya başlayınca da içli içli ağlamıştır. Bu hâdiseyi nakleden hadîs-i şerîfler, mütevâtir olarak gelmektedir.
Mevlânâ Hazretleri bu hususta şöyle der: “Hava, toprak, su ve ateş, hepsi de Allâh’ın kuludur ve O’na itaat ederler. Onlar, sana bana karşı bî-rûh (cansız), fakat Allâh’ın huzûrunda zî-rûhtur (canlıdırlar).”
Rahmet ve kahır tecellîsi, bâzen cemâdâta dahî aksetmektedir. Bu yüzden rahmetin tecellî ettiği Kâbe, mescidler, sâlihlerin meclisleri gibi mekânlardan istifâde edilmelidir. Bunun aksine, günah ve isyânın irtikâb edildiği ve dolayısıyla kahrın tecellî ettiği mekânlardan da kaçınmak îcâb eder.
Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allâh yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sâhibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.
Ey insanlar!
Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allâh’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allâh’ın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allâh adına söz vererek helâl edindiniz! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, âile şerefini hiçbir kimseye çiğnetmemesidir.
“Göz ağlar, kalb de mahzûn olur, ancak biz Rabbimizin
râzı olacağı sözden başkasını söylemeyız! Vallâhi ey İbrâhîm! Biz senin firâkınla çok mahzûnuz!” buyurdu. (Buhârî, Cenâız, 44; İbn-ı Sa’d, ı, 138)
Ashâb-ı kirâm, Allâh Teâlâ’dan gelen bir ferman ve Rasûlullâh
-aleyhissalâtü vesselâm-’ın da emâneti olması hasebiyle
Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir ehemmiyet atfederlerdi. O’nu namazlarında okumakla birlikte, seyahat ve gazvelerde, sohbetlerde, gece namazlarında bol bol kıraat ederlerdi. Kur’ân’ın zevkine hiçbir zaman doyamazlar, O’nu okumadan bir gün bile geçirmezlerdi.(İbn-i Sa’d, III, 75-76)
Günlerine Kur’ân ile başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hattâ Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti. (Kettânî, II, 197)
Ömer -radıyallâhu anh- der ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslümanları alâkadar eden bir mesele hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla berâber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)
Tâifliler, bu sefer Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde
bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabûl edilmeyince de; “Bâri bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabûl edilmedi. Nihâyet çâresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmaktan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “‹İllâ siz yıkın!” diye ısrâr etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre’yi gönderdi. Ne gariptir ki put kırılırken Sakîf kabîlesinin kadınları evlerden dışarı çıkıp yas tutarak ağladılar. Fakat ‹slâm’ın yüceliğ ini ve ahlâk yapısını öğrendikçe, cümlesi hâlis birer müslüman olup putların isimlerini dahî tamâmen unuttular.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hedeşenen fetihleri
tamamlayıp Medîne’ye döndüklerinde, Tâif reisi Urve bin
Mes’ûd, nefes nefese arkalarından gelmiş ve müslüman olmuştu.
Ardından Tâif’e dönerek kabîlesini İslâm’a dâvet etmeye başladı. Ancak bir zamanlar kendilerine İslâm’ı teblîğ için gelen
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bile taşlayan
bu insanların Urve’ye karşı tavrı daha da sert oldu. Onu ok yağmuruna tutarak şehîd ettiler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-, müslüman olup kendisine vazîfesi iâde edilen Hevâzin
reisi Mâlik -radıyallâhu anh-’a Tâişileri sıkıştırması için emir
verdi. Bu emir dolayısıyla Mâlik’in zaman zaman hücûm etmesi
üzerine kalelerinde mahsur kalarak dışarı çıkamayan Tâişiler,
nihâyet iyice usandılar ve kabîlenin ileri gelenlerini Medîne’ye
gönderdiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sakîf heyetini, kalbleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti.3Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler. Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini:
“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddettiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)
İslâm târihine bakıldığı zaman, Allâh’ın yardımı sâyesinde
mü’minlerin, çok az bir güçle büyük muvaffakıyetler elde ettiği
görülür. Bedir, Mûte, Endülüs, Malazgirt ve birçok zaferler bu
hakîkatin birer misâlidirler. Diğer taraftan bütün dünyâya “i’lâyı
kelimetullâh”ın imzâsını atan muhteşem Osmanlı Devleti’ni
de 400 atlı kurmuştur.
“Allâh, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine
(verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar
Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu) Tevrât’ta,
İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh’ın kendi üzerine aldığı bir vaaddir.
Allâh’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O
hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı
sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
Allâh Teâlâ mü’minlerin dâimâ müsbet tesirlere muhâtab
olmaları ve menfî tesirlerden korunabilmeleri için sâdıklarla berâber olmalarını emretmiştir. Îmanlarında, ahitlerinde, hak dîne olan bağlılıklarında, gerek niyet gerek söz veya fiil olarak, yâni her hususta doğru ve dürüst kişilerle berâber olmayı, onlarla yakınlık kurmayı, onların tarafını tutmayı, hâsılı onlardan ayrı kalmamayı emretmiştir. Yeryüzünün gönle dar gelmemesi, vicdanların sızlamaması ve Allâh’ın azâbından kurtularak O’nun rızâsına nâil olabilmek için bu zarûrîdir. Sâdıklarla berâber olmanın faydasını, şâir ne güzel ifâde etmiştir:

İmhâya çalışırlar yalnız olunca diken,
Lâkin sulanır gülle berâber iken…

Nefs cihâdı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil hâline getirmektir. Bunun yolu da ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile tezyîn edilmiş bir kalb, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek kemâle ermektir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den ayrılmadan önce, şehri idâre etmek ve Müslümanların hac işlerini düzenlemek üzere, Attâb bin Esîd’i vâli tâyin etti. Daha önce Huneyn Savaşı’na çıkarken de onu Mekke’de vâli olarak vazîfelendirmişti. (İbn-i Hişâm, IV, 69, 148) Attâb -radıyallâhu anh-, o esnâda henüz yirmi yaşlarındaydı.* Hâlbuki orada yaşlı ve fazîlet sâhibi insanlar vardı. Bu hâdiseden anlaşıldığına göre, mevkî ve makâm; liyâkat ve kâbiliyet sâhibi, yâni sâlih, bilgili, fazîletli, verâ ve takvâ ehli kimselere verilmelidir.

*. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 556.

İnsan tabiati itibâriyle, ihsân ve iyiliğe mağluptur. İhsân edilen kimse, düşman ise düşmanlığı zâil olur; ortada ise daha çok yakınlaşır; yakında ise muhabbeti ziyâdeleşir.
Ümeyme bint-i Rukayka -rad›yallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Ensâr’dan bir grup kadınla Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’
a gidip:
«–Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak,
zinâ etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, hiçbir zaman iftirâ
atmamak, meşrû emirlerinde Sana isyân etmemek üzere bey’at
ediyoruz.» deyince Âlemlerin Efendisi hemen:
«–Gücünüz yettiği ve tâkat getirebileceğiniz hususlarda!» buyurdu. Bu şefkat ve merhamet yüklü sözü üzerine biz:
«–Allâh ve Rasûlü bize karşı bizden daha merhametlidir,
haydi bey’at edelim!» dedik.
Kadınlar, bey’ati musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına
toptan söylediğim bir söz, her kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır.” buyurdu. (Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizî, Siyer, 37/1597)
“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!”
(Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı bir
Kur’ân idi. Kur’ân ahlâkı da en güzel bir şekilde O’nda sergileniyordu. Kendine yönelik olarak işlenen bütün suçları hiç tereddüt etmeden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırıncaya ve hak sâhibinin hakkını alıncaya kadar, O’nu kimse sâkinleştiremezdi.
Hebbâr bin Esved de İslâm düşanlarının önde gelenlerinden
idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret ederken
kasten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı
Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı mızrağıyla vurarak deveden aşağı
itmişti. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti.
Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu
bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da
affetti. Ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını yasakladı.*
Çünkü Kur’ân-› Kerîm’de:
“(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” buyruluyordu.
(el-A’râf, 199)

*Vâkıdî, II, 857-858.

(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh’a ve Rasûl’e itâat ediniz! Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allâh, kâfirleri sevmez! (Âl-i İmrân, 32) beyânından da yalnızca Allâh’a îman ve itaatin kâfi olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sâdece Allâh’a veya sâdece Rasûl’e îman ve itaat eden kimseler, âyete göre Allâh’ın sevmediği kâfirler olarak vasıflandırılmaktadır. Zirâ mühim olan, kulun âciz ve noksan idrâkine göre değil, ilâhi irâdenin arzusu
ve emri istikâmetinde îmân etmektir.
O hâlde Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne, dînin bir rüknü sadedinde bu pâyeyi vermiş ve mü’minlere de îmânın şartı olarak O’na şehâdet ve itaati emretmişken, bugün birtakım gâfillerin, Rasûl’e itaati, ilâhî beyâna rağmen kaldırmak demek olan sünnet-i seniyyeyi kabûl etmemeleri ve sığ idrâkleriyle Sâdece Kur’ân bize yeter! demeleri, zâhirde Kur’ân’a bağlılık ifâde eden şu sözlerine bile ne kadar ters ve câhilâne, yâhut hâinâne bir harekettir.
Ashâbına Hayber Gazâsı’na çıkacağını îlân ederek:
“–Bizimle ancak cihâdı isteyenler gelsin!..” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 92, 106)
Hicretin ikinci yılında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ- ile Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- evlenmişlerdir.
Hazret-i Fâtıma’ya daha önce Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer gibi Kureyş eşrâfından birçok kimse tâlip olmuş, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben onun hakkında ilâhî hükmü bekliyorum.” buyurmuştu.
Bu sebeple Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, akrabâları
Hâşimoğulları’nın teşviklerine rağmen böyle bir şeye teşebbüs
edemiyordu. Bir müddet sonra yakınlarının da ısrârı ile Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Nihâyet Allâh Rasûlü’nün huzûruna çıktım. Kendisinin bütün mânevî vakar ve heybeti üzerindeydi. Önüne oturdum ve
sükût ettim. Konuşmaya muktedir olamadım. Bana:
«–Niçin geldin, bir ihtiyâcın mı var? Herhâlde Fâtıma’yı
isteyeceksin!» buyurdu. Ben de ancak; «Evet!» diyebildim.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 379)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sa’d bin Muâz’ın vefâtı sebebiyle Rahmân’ın arşı titredi.”
buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 12; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 125)
Sa’d -radıyallâhu anh- iri vücutlu olduğu hâlde, insanlar
onun cenâzesini taşırken çok hafif olduğunu gördüler. Allâh Rasûlü, bunun hikmetini şöyle beyan buyurdu:
“–Onu başkaları taşıyor! Varlığım kudret elinde bulunan
Allâh’a yemin ederim ki, melekler Sa’d’ın rûhuyla sevindiler!” buyurdu.(İbn-i Hişâm, III, 271; Tirmizî, Menâkıb, 50/3848)
Peygamber Efendimiz, Sa’d -radıyallâhu anh-’ın cenâze
namazını kaldırıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet tesbîhâtta bulundu. Ashâb-ı kirâm da Allâh Rasûlü’ne tâbî olarak tesbîhâtta bulundu. Sonra Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- tekbîr getirdi. Ashâb da tekbîr getirdi. Daha sonra ashâb:
“–Yâ Rasûlallâh! Niçin tesbîh ettiniz ve tekbîr getirdiniz?”
dediler. Allâh Rasûlü:
“–Allâh ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” buyurdu. (Ahmed, III, 360) Ardından sözlerine şöyle devâm etti:
“–Şâyet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki Sa’d kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allâh ona genişlik verdi.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, X, 334)
Fahr-i Kâinât Efendimiz birgün ashâbının yanına çıkmıştı. Ensâr’dan bir zâtla karşılaştı. O:
“–Yâ Rasûlallâh! Anam babam Sana fedâ olsun, yüzünüzde
gördüğüm şu hâl beni çok üzdü, bunun sebebi nedir?” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, o kimsenin
yüzüne bir müddet baktıktan sonra:
“–Açlık.” buyurdular. Sahâbî hemen çıktı, koşarak evine
geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan çektiği her kova su karşılığında bir hurma almak üzere anlaştı. Bir avuç hurma biriktirince onları alıp
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı.
Peygamber Efendimiz aynı mecliste bulunuyordu. Sahâbî:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bunları yiyiniz!” dedi.
Âlemlerin Efendisi, hurmaların nereden geldiğini sordu, o
da durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Öyle zannediyorum ki, sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorsun!”
buyurdu. O zât:
“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki,
Sen bana kendimden, evlâdımdan, ehlimden ve malımdan daha
sevgilisin.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Mâdem öyle, fakirliğe karşı› sabırlı ol, belâlara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belâlar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 298)
Küçük-büyük bütün müslümanlar hendek kazma işinde çalışıyordu. On beş yaşlarında bir çocuk olan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- bir ara uyuyakalmıştı. Müslümanlar onu hendeğin kenarında uyur bir hâlde bırakarak gitmişlerdi. Yanına varan Umâre bin Hazm -radıyallâhu anh- şaka olsun diye onun silâhlarını alıp sakladı. Zeyd uyanıp silâhlarını bulamayınca telâşlandı ve korktu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu işitince Zeyd’i yanına çağırttı ve ona:
“–Ey uykucu! Sen uykuya daldın, silâhların da kaybolup
gitti!” buyurduktan sonra:
“–Bu çocuğun silâhlarının nerede olduğunu bilen var mı?” diye sordu.
Umâre -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh, ben biliyorum, silâhlar bende.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Silâhlarını ona teslîm et!” buyurdu ve şaka olarak da
olsa müslümanları korkutmayı veya onların herhangi bir şeyini
alıp saklamayı yasakladı. (Vâkıdî, II, 448)
Sahâbe-i kirâm, Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed
Mustafâ’yı o kadar çok seviyorlardı ki, O’nun değil şahsına, bir kılına bile herhangi bir zarar gelmesine râzı olmuyorlardı. Bir kimsenin O’na yan bakması veya saygısızlıkta bulunması onları çileden çıkarıyor, bunu yapan babaları dahî olsa, onu göz
kırpmadan öldürmeyi göze alabiliyorlardı.
İslâm, kadınlık ve erkekliğin îcaplarını da gözetmektedir. Bunun için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadına benzemeye çalışan erkeklerle, erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etmiştir. Bu tehlikeden muhâfaza için hanımlar, sâliha hanımların meclislerinde bulunmaya gayret etmelidirler. Çünkü insan, kiminle oturup kalkarsa, onun hâliyle hâllenir. Bu, bir psikoloji kânunudur. Kadın, erkeklerle karışık bir sokak hayâtına girdiği zaman, kadınlık duygularını ve o güzel kadınlık husûsivetlerini kaybeder.
Ey Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harâma) dikmemelerini, irzlarını da korumalarını söyle! Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allâh, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harâma bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere zînetlerini teşhîr etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler (en-Nûr, 30-31)
İslâm Devleti, yapılan fetihlerle geniş bir coğrafyaya hâkim olunca, vaktiyle bir yahûdînin kölesi olan Selmân -radıyallâhu anh-, Medâin bölgesine vâli tâyin edildi. O sırada Şam’dan Teymoğulları kabîlesine mensup bir zât Medâin’e geldi. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selmân -radıyallâhu anh- ‘ın sırtında gâyet mütevâzî bir aba vardı. Şamlı zât, Hazret-i Selmân’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce:
-Gel şunu taşı! dedi. Selmân -radıyallâhu anh- da gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
-Senin yükünü taşıyan bu zât, vâlidir! dediler.
Şamlı derhâl:
“-Seni tanıyamadım. diyerek özür diledi ve sırtındaki yükü almaya davrandı. Selmân ise:
“-Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim. dedi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- ‘nın rivâyet ettiğine göre:
Allâh bize yeter, o ne güzel vekîldir. sözünü Ibrâhîm-aleyhisselâm-, ateşe atılırken söylemiştir. Peygamberimiz de bu sözü; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız! denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların îmanları artmış ve hep birlikte; Allâh bize yeter, O ne güzel
vekîldir! diyerek, Allâh’a karşı büyük bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.

Bkz. Buhârî, Tefsîr, 3/13.

Yolculuk esnâsında Câbir -radıyallâhu anh-, devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- onun yanına vardı ve:
“–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu.
Hazret-i Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak
deveye birkaç defâ hafifçe dokundu. Deve, Allâh Rasûlü’nün
devesiyle yarışır hâle geldi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda Hazret-i Câbir’le
sohbet ediyordu. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek
çok borcu olduğunu öğrenen Allâh Rasûlü, Câbir’e elinde mal
olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-, Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslîm etmek için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihâd, 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât, 109)
“Muhakkak ki Allâh; içkiye, onu sızdırana, sızdırıldığı yere, içene, içirene, taşıyana, satana, satın alana, bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir! buyurdu. (Ahmed, I, 53; II, 351; Nesâî, Eşribe, 1-2; Hâkim, II, 305/3101)
Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
| Haşr Suresi 9. Ayet Meali
Kadınlığın kemâli, Allâh’ın verdiği güzel kâbiliyetleri muhâfaza ile tahakkuk eder. Şâyet kadın, husûsiyetlerini ilâhî tâyine ters bir sûrette yönlendirir ve kendi hakîkatine vedâ ederse, kıymetini mahveder; huzursuz ve bedbaht olur. Âile ocağını kurutur. Böylece toplum hayâtı çoraklaşır.

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun’î ve haksız bir
eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini zaafa uğratmakta ve âileyi yaralamaktadır. Bu sebeple zamânımızda sıkça yaşanan çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliye devrinin kadını arasında sırf bir gardrop ayrılığı›, yâni giyim-kuşam farkı kalmıştır. Bu ise rûhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum felâketidir.

İslâm mîras hukûkunda, paylar ile mükellefiyetler arasında adâletli bir denge gözetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe, kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir. Çünkü evlenirken mehir verip düğün masrafını üstlenmekle berâber ev geçindirmeye kadar bütün maddî harcamalar husûsunda âilenin mes’ûl şahsı erkektir.
Yâni İslâm mîras hukûkundaki kadın-erkek farkı, yükümlü-taalük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur. Kadın, nesli korumak, bunun için evlât yetiştirmek ve âile düzenini temin etmek gibi ağır mükellefiyetler sebebiyle
âilenin geçiminden mes’ûl tutulmamıştır. Bu sebeple de mîrasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisse de, bir kısım kadınların evlenememesi, ya da boşanma durumunda kalması veya birtakım şahsî ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir.
Hanımlara bir de duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân edilmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan hayâtin çeşitli safhalarında birtakım sürprizlerle karşılaştıklarında bazen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. Bu yüzdendir ki, İslâm’da kadının şâhitliği yarımdır. Bunu dillerine dolayarak İslâm’a hücûm edenler, İslâm’ın; fitrî ve değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasından doğan bu kâidesindeki mükemmelliği, ya garazkârlıklarından ya da câhilliklerinden dolayı görmezlikten gelmektedirler.
Allâh Rasûlü, insanlara iyilik ve ihsân ile güzel muâmele ederek onlara hâl ile teblîğ de bulunur, böylece gönüllerini yumuşattıktan sonra da İslâm’ı anlatırdı. Bedir esirlerinin pek çoğu, bu güzel muâmelelerin tesiriyle müslüman olmuşlardı.
Ebû Dâvûd el-Mâzinî şöyle der:
“Bedir gününde, müşriklerden bir adam vurup öldüreyim
diye tâkip ettim. Kılıcım daha ona dokunmadan başının yere düştüğünü gördüm! Anladım ki onu benden başkası (yâni bir melek) öldürdü!” (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 450)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bedir günü:
“İşte Cebrâîl! Atının başından tutmuş, üzerinde de savaş teçhizâtıyla (yardımınıza gelmifl durumda)!” buyurdular.
(Buhârî, Meğâzî, 11)
Allâh’a yaklaşmak için, tezellül ve tazarrû ile O’na yalvarmak kadar sağlam bir yol mevcut değildir.
Başa kakmak, kötüsünden vermek gibi zekâtı ve sadakayı boşa çıkaran davranışlardan uzak durmak gerekir. Bilhassa veren, alana karşı› bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Verilen sadakalar ise, aynı zamanda, veren kişiyi hastalık ve musîbetlere karşı koruyan birer siper-i sâikadır. Yoksullar, fakirler, ve garipler, aslında varlık sâhipleri için büyük bir nîmettir. Zîrâ cennet kapıları onların duâları ile açılır.
Bilinmelidir ki mülk, mutlak mânâda Allâh’a âittir. İnsanların mülk üzerindeki sâhipliği ise günümüzde yeni îcâd edilen devre mülk usûlüne benzer. Yâni servet, Allâh’ın kuluna geçici olarak verdiği bir emânettir. Bu yüzden fertlerin onu kullanması, birtakım ilâhî ölçülere bağlanmıştır. O, mülkün hakîkî sâhibinin emrettiği istîkâmette kullanılmalı veya sarf edilmelidir. Şâyet servet, ilâhî emirlere zıt bir sûrette kullanılırsa, insanları azdırmaya, türlü kibir, zulüm ve haksızlıklara sürüklemeye çok müsâittir. Böyle bir âfete sürüklenenlerde mal sevgisi, kalbe yerleşir. Cenâb-ı Hakk’ın dünyâ nîmetleri içinde sâdece mal ve evlâd› “fitne” olarak zikretmiş olması, bunların kalbe girerek âdeta putlaşması tehlikesine binâendir. Bu bedbahtlığa düşenleri îkâz için Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“ Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar
yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! O gün cehennem ateşinde (bu biriktirilen altın ve gümüşler)
kızdırılıp bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. (Ve onlara denilir ki:) «İşte bu, nefisleriniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yapmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)

Zekâtın; varlıklı insanların servete râm olma netîcesinde
muhtemel azgınlıklarına set çekmek, muhtaçların zenginlere
karşı kin ve haset gibi menfî temâyüllerle dolmalarını engellemek, ictimâî hayâtı korumak ve fertleri birbirine muhabbetle kenetlemek gibi pek çok ferdî ve ictimâî hikmetleri vardır. Fakir ve zengin arasındaki denge ve muhabbeti temin açısından İslâm ictimâî nizâmında “zekât ve infak” ibâdetinin çok mühim bir yeri vardır.

Zekât ve infaktaki hikmetlerden biri de, ferdî sermâyenin
dehhâmeleşmesine (anormal büyümesine) ve bu sûretle zayıfları
n istismârına veya aralarında kin ve haset husûle gelmesine
mânî olmaktır. Çünkü zenginlik, bir övünme ve büyüklenme vesîlesi olursa, zengin için âkıbet hazîn olur. Oysa bir toplumda,
yardım eden veya yardım edilen bütün fertler, maddî ve mânevî
cihetlerden birbirlerine muhtaçtırlar.

Cennete giren hiç kimse dünyâya geri dönmek istemez. Yeryüzünde bulunan her şey (kat kat fazlasıyla) orada da vardır. Ancak şehîd, gördüğü ikram sebebiyle dünyâya on defâ dönüp her seferinde şehîd düşmeyi temennî eder.
(Buhârî, Cihâd, 21; Müslim, İmâre, 108-109)
Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim (de) bir canın hayatta kalmasına vesîle olursa bütün insanlara hayat bahşetmiş gibi olur (el-Mâide, 32)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir