Osman Nuri Topbaş kitaplarından Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) 2 kitap alıntıları sizlerle…
Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) 2 Kitap Alıntıları
Yani İslam miras hukuku‘nda ki kadın erkek farkı,yükümlülük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur.
Kadın nesli korumak ,bunun için evlat yetiştirmek ve aile düzenini temin etmek gibi ağır mükellefiyetler sebebiyle ailenin geçiminden sorumlu değildir. Bu sebeple de mirasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisseden, bir kısım kadınların evlenmesi, ya da boşanma durumunda kalması veya birtakım şahsi ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir
Sanatını güzel ve sağlam yapan kişiye Allah rahmet etsin! Sen bu işe devam et görüyorum ki işini iyi yapıyorsun. Buyurdu
Cenâb-ı Hak da, müslümanların her işini güzel olmasını murad ediyor ve ayeti kerime de “احسنو :Yaptığınızı güzel yapın,işlerinizi iyi yapın! “diye emrediyor Hemen akabinde de”Allah işini güzel yapanları sever.” buyuruyor(el-Bakara,195)
700 sene evvel, medine ya (o zamanki ismiyle Yesti be) gelen Yemen hükümdarlarından Tübba Ebu Kerib, Resulullah’ın Mekke’de zuhur edip Medine’ye hicret edeceğini Yahudi âlimlerden öğrenince orada bir ev yaptırmıştı. Bir de mektup yazarak altın mühürle mühürledikten sonra Medine âlimlerin en büyüğüne vermiş kendisi erişemezsin nesilden nesile emanet edilerek Âlemlerin efendisine takdim edilmesini emretmişti.
Tübba daha o zamandan Allah Resulüne iman ederek Müslüman olmuştu.
-ya Resulallah ünlem Enes akıllı bir çocuktur, size hizmet etsin! Dedi. Böylece Resulullah’ın hizmetçisi oldum. Hazarda ve seferde parantez on sene) hizmetini gördüm. Vallahi işlediğim bir kusurdan dolayı: Niçin böyle yaptın? veya yerine  bir vazifeden ötürü niçin böyle yapmadın? dememiştir.
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyâr kadın bî-kes kalır, Ömer mes’ûl! Yetimi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Yavrucuğum!
Âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Zira Allah Teâlâ bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalpere hayat bahşeder.
(Heysemî, I, 125)
Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günâhtan çeksin! Ey insanlar! Günah, nîmetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğunda idârecileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman ise idârecileri de kötü olur.
(Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)
Mevlânâ Hazretleri bu hususta şöyle der: “Hava, toprak, su ve ateş, hepsi de Allâh’ın kuludur ve O’na itaat ederler. Onlar, sana bana karşı bî-rûh (cansız), fakat Allâh’ın huzûrunda zî-rûhtur (canlıdırlar).”
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allâh yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sâhibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.
Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allâh’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allâh’ın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allâh adına söz vererek helâl edindiniz! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, âile şerefini hiçbir kimseye çiğnetmemesidir.
râzı olacağı sözden başkasını söylemeyız! Vallâhi ey İbrâhîm! Biz senin firâkınla çok mahzûnuz!” buyurdu. (Buhârî, Cenâız, 44; İbn-ı Sa’d, ı, 138)
-aleyhissalâtü vesselâm-’ın da emâneti olması hasebiyle
Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir ehemmiyet atfederlerdi. O’nu namazlarında okumakla birlikte, seyahat ve gazvelerde, sohbetlerde, gece namazlarında bol bol kıraat ederlerdi. Kur’ân’ın zevkine hiçbir zaman doyamazlar, O’nu okumadan bir gün bile geçirmezlerdi.(İbn-i Sa’d, III, 75-76)
Günlerine Kur’ân ile başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hattâ Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti. (Kettânî, II, 197)
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslümanları alâkadar eden bir mesele hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla berâber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)
bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabûl edilmeyince de; “Bâri bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabûl edilmedi. Nihâyet çâresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmaktan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “‹İllâ siz yıkın!” diye ısrâr etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre’yi gönderdi. Ne gariptir ki put kırılırken Sakîf kabîlesinin kadınları evlerden dışarı çıkıp yas tutarak ağladılar. Fakat ‹slâm’ın yüceliğ ini ve ahlâk yapısını öğrendikçe, cümlesi hâlis birer müslüman olup putların isimlerini dahî tamâmen unuttular.
tamamlayıp Medîne’ye döndüklerinde, Tâif reisi Urve bin
Mes’ûd, nefes nefese arkalarından gelmiş ve müslüman olmuştu.
Ardından Tâif’e dönerek kabîlesini İslâm’a dâvet etmeye başladı. Ancak bir zamanlar kendilerine İslâm’ı teblîğ için gelen
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bile taşlayan
bu insanların Urve’ye karşı tavrı daha da sert oldu. Onu ok yağmuruna tutarak şehîd ettiler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-, müslüman olup kendisine vazîfesi iâde edilen Hevâzin
reisi Mâlik -radıyallâhu anh-’a Tâişileri sıkıştırması için emir
verdi. Bu emir dolayısıyla Mâlik’in zaman zaman hücûm etmesi
üzerine kalelerinde mahsur kalarak dışarı çıkamayan Tâişiler,
nihâyet iyice usandılar ve kabîlenin ileri gelenlerini Medîne’ye
gönderdiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sakîf heyetini, kalbleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti.3Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler. Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini:
“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddettiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)
mü’minlerin, çok az bir güçle büyük muvaffakıyetler elde ettiği
görülür. Bedir, Mûte, Endülüs, Malazgirt ve birçok zaferler bu
hakîkatin birer misâlidirler. Diğer taraftan bütün dünyâya “i’lâyı
kelimetullâh”ın imzâsını atan muhteşem Osmanlı Devleti’ni
de 400 atlı kurmuştur.
(verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar
Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu) Tevrât’ta,
İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh’ın kendi üzerine aldığı bir vaaddir.
Allâh’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O
hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı
sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
olmaları ve menfî tesirlerden korunabilmeleri için sâdıklarla berâber olmalarını emretmiştir. Îmanlarında, ahitlerinde, hak dîne olan bağlılıklarında, gerek niyet gerek söz veya fiil olarak, yâni her hususta doğru ve dürüst kişilerle berâber olmayı, onlarla yakınlık kurmayı, onların tarafını tutmayı, hâsılı onlardan ayrı kalmamayı emretmiştir. Yeryüzünün gönle dar gelmemesi, vicdanların sızlamaması ve Allâh’ın azâbından kurtularak O’nun rızâsına nâil olabilmek için bu zarûrîdir. Sâdıklarla berâber olmanın faydasını, şâir ne güzel ifâde etmiştir:
İmhâya çalışırlar yalnız olunca diken,
Lâkin sulanır gülle berâber iken…
*. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 556.
“Ensâr’dan bir grup kadınla Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’
a gidip:
«–Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak,
zinâ etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, hiçbir zaman iftirâ
atmamak, meşrû emirlerinde Sana isyân etmemek üzere bey’at
ediyoruz.» deyince Âlemlerin Efendisi hemen:
«–Gücünüz yettiği ve tâkat getirebileceğiniz hususlarda!» buyurdu. Bu şefkat ve merhamet yüklü sözü üzerine biz:
«–Allâh ve Rasûlü bize karşı bizden daha merhametlidir,
haydi bey’at edelim!» dedik.
Kadınlar, bey’ati musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına
toptan söylediğim bir söz, her kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır.” buyurdu. (Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizî, Siyer, 37/1597)
(Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)
Kur’ân idi. Kur’ân ahlâkı da en güzel bir şekilde O’nda sergileniyordu. Kendine yönelik olarak işlenen bütün suçları hiç tereddüt etmeden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırıncaya ve hak sâhibinin hakkını alıncaya kadar, O’nu kimse sâkinleştiremezdi.
idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret ederken
kasten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı
Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı mızrağıyla vurarak deveden aşağı
itmişti. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti.
Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu
bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da
affetti. Ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını yasakladı.*
Çünkü Kur’ân-› Kerîm’de:
“(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” buyruluyordu.
(el-A’râf, 199)
*Vâkıdî, II, 857-858.
ve emri istikâmetinde îmân etmektir.
O hâlde Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne, dînin bir rüknü sadedinde bu pâyeyi vermiş ve mü’minlere de îmânın şartı olarak O’na şehâdet ve itaati emretmişken, bugün birtakım gâfillerin, Rasûl’e itaati, ilâhî beyâna rağmen kaldırmak demek olan sünnet-i seniyyeyi kabûl etmemeleri ve sığ idrâkleriyle Sâdece Kur’ân bize yeter! demeleri, zâhirde Kur’ân’a bağlılık ifâde eden şu sözlerine bile ne kadar ters ve câhilâne, yâhut hâinâne bir harekettir.
“–Bizimle ancak cihâdı isteyenler gelsin!..” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 92, 106)
sellem-’in kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ- ile Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- evlenmişlerdir.
Hazret-i Fâtıma’ya daha önce Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer gibi Kureyş eşrâfından birçok kimse tâlip olmuş, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben onun hakkında ilâhî hükmü bekliyorum.” buyurmuştu.
Bu sebeple Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, akrabâları
Hâşimoğulları’nın teşviklerine rağmen böyle bir şeye teşebbüs
edemiyordu. Bir müddet sonra yakınlarının da ısrârı ile Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Nihâyet Allâh Rasûlü’nün huzûruna çıktım. Kendisinin bütün mânevî vakar ve heybeti üzerindeydi. Önüne oturdum ve
sükût ettim. Konuşmaya muktedir olamadım. Bana:
«–Niçin geldin, bir ihtiyâcın mı var? Herhâlde Fâtıma’yı
isteyeceksin!» buyurdu. Ben de ancak; «Evet!» diyebildim.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 379)
“Sa’d bin Muâz’ın vefâtı sebebiyle Rahmân’ın arşı titredi.”
buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 12; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 125)
Sa’d -radıyallâhu anh- iri vücutlu olduğu hâlde, insanlar
onun cenâzesini taşırken çok hafif olduğunu gördüler. Allâh Rasûlü, bunun hikmetini şöyle beyan buyurdu:
“–Onu başkaları taşıyor! Varlığım kudret elinde bulunan
Allâh’a yemin ederim ki, melekler Sa’d’ın rûhuyla sevindiler!” buyurdu.(İbn-i Hişâm, III, 271; Tirmizî, Menâkıb, 50/3848)
Peygamber Efendimiz, Sa’d -radıyallâhu anh-’ın cenâze
namazını kaldırıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet tesbîhâtta bulundu. Ashâb-ı kirâm da Allâh Rasûlü’ne tâbî olarak tesbîhâtta bulundu. Sonra Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- tekbîr getirdi. Ashâb da tekbîr getirdi. Daha sonra ashâb:
“–Yâ Rasûlallâh! Niçin tesbîh ettiniz ve tekbîr getirdiniz?”
dediler. Allâh Rasûlü:
“–Allâh ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” buyurdu. (Ahmed, III, 360) Ardından sözlerine şöyle devâm etti:
“–Şâyet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki Sa’d kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allâh ona genişlik verdi.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, X, 334)
“–Yâ Rasûlallâh! Anam babam Sana fedâ olsun, yüzünüzde
gördüğüm şu hâl beni çok üzdü, bunun sebebi nedir?” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, o kimsenin
yüzüne bir müddet baktıktan sonra:
“–Açlık.” buyurdular. Sahâbî hemen çıktı, koşarak evine
geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan çektiği her kova su karşılığında bir hurma almak üzere anlaştı. Bir avuç hurma biriktirince onları alıp
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı.
Peygamber Efendimiz aynı mecliste bulunuyordu. Sahâbî:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bunları yiyiniz!” dedi.
Âlemlerin Efendisi, hurmaların nereden geldiğini sordu, o
da durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Öyle zannediyorum ki, sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorsun!”
buyurdu. O zât:
“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki,
Sen bana kendimden, evlâdımdan, ehlimden ve malımdan daha
sevgilisin.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Mâdem öyle, fakirliğe karşı› sabırlı ol, belâlara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belâlar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 298)
“–Ey uykucu! Sen uykuya daldın, silâhların da kaybolup
gitti!” buyurduktan sonra:
“–Bu çocuğun silâhlarının nerede olduğunu bilen var mı?” diye sordu.
Umâre -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh, ben biliyorum, silâhlar bende.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Silâhlarını ona teslîm et!” buyurdu ve şaka olarak da
olsa müslümanları korkutmayı veya onların herhangi bir şeyini
alıp saklamayı yasakladı. (Vâkıdî, II, 448)
Mustafâ’yı o kadar çok seviyorlardı ki, O’nun değil şahsına, bir kılına bile herhangi bir zarar gelmesine râzı olmuyorlardı. Bir kimsenin O’na yan bakması veya saygısızlıkta bulunması onları çileden çıkarıyor, bunu yapan babaları dahî olsa, onu göz
kırpmadan öldürmeyi göze alabiliyorlardı.
-Gel şunu taşı! dedi. Selmân -radıyallâhu anh- da gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
-Senin yükünü taşıyan bu zât, vâlidir! dediler.
Şamlı derhâl:
“-Seni tanıyamadım. diyerek özür diledi ve sırtındaki yükü almaya davrandı. Selmân ise:
“-Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim. dedi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
Allâh bize yeter, o ne güzel vekîldir. sözünü Ibrâhîm-aleyhisselâm-, ateşe atılırken söylemiştir. Peygamberimiz de bu sözü; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız! denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların îmanları artmış ve hep birlikte; Allâh bize yeter, O ne güzel
vekîldir! diyerek, Allâh’a karşı büyük bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.
Bkz. Buhârî, Tefsîr, 3/13.
aleyhi ve sellem- onun yanına vardı ve:
“–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu.
Hazret-i Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak
deveye birkaç defâ hafifçe dokundu. Deve, Allâh Rasûlü’nün
devesiyle yarışır hâle geldi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda Hazret-i Câbir’le
sohbet ediyordu. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek
çok borcu olduğunu öğrenen Allâh Rasûlü, Câbir’e elinde mal
olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-, Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslîm etmek için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihâd, 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât, 109)
| Haşr Suresi 9. Ayet Meali
Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun’î ve haksız bir
eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini zaafa uğratmakta ve âileyi yaralamaktadır. Bu sebeple zamânımızda sıkça yaşanan çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliye devrinin kadını arasında sırf bir gardrop ayrılığı›, yâni giyim-kuşam farkı kalmıştır. Bu ise rûhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum felâketidir.
Yâni İslâm mîras hukûkundaki kadın-erkek farkı, yükümlü-taalük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur. Kadın, nesli korumak, bunun için evlât yetiştirmek ve âile düzenini temin etmek gibi ağır mükellefiyetler sebebiyle
âilenin geçiminden mes’ûl tutulmamıştır. Bu sebeple de mîrasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisse de, bir kısım kadınların evlenememesi, ya da boşanma durumunda kalması veya birtakım şahsî ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir.
Hanımlara bir de duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân edilmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan hayâtin çeşitli safhalarında birtakım sürprizlerle karşılaştıklarında bazen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. Bu yüzdendir ki, İslâm’da kadının şâhitliği yarımdır. Bunu dillerine dolayarak İslâm’a hücûm edenler, İslâm’ın; fitrî ve değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasından doğan bu kâidesindeki mükemmelliği, ya garazkârlıklarından ya da câhilliklerinden dolayı görmezlikten gelmektedirler.
“Bedir gününde, müşriklerden bir adam vurup öldüreyim
diye tâkip ettim. Kılıcım daha ona dokunmadan başının yere düştüğünü gördüm! Anladım ki onu benden başkası (yâni bir melek) öldürdü!” (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 450)
“İşte Cebrâîl! Atının başından tutmuş, üzerinde de savaş teçhizâtıyla (yardımınıza gelmifl durumda)!” buyurdular.
(Buhârî, Meğâzî, 11)
“ Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar
yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! O gün cehennem ateşinde (bu biriktirilen altın ve gümüşler)
kızdırılıp bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. (Ve onlara denilir ki:) «İşte bu, nefisleriniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yapmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
muhtemel azgınlıklarına set çekmek, muhtaçların zenginlere
karşı kin ve haset gibi menfî temâyüllerle dolmalarını engellemek, ictimâî hayâtı korumak ve fertleri birbirine muhabbetle kenetlemek gibi pek çok ferdî ve ictimâî hikmetleri vardır. Fakir ve zengin arasındaki denge ve muhabbeti temin açısından İslâm ictimâî nizâmında “zekât ve infak” ibâdetinin çok mühim bir yeri vardır.
Zekât ve infaktaki hikmetlerden biri de, ferdî sermâyenin
dehhâmeleşmesine (anormal büyümesine) ve bu sûretle zayıfları
n istismârına veya aralarında kin ve haset husûle gelmesine
mânî olmaktır. Çünkü zenginlik, bir övünme ve büyüklenme vesîlesi olursa, zengin için âkıbet hazîn olur. Oysa bir toplumda,
yardım eden veya yardım edilen bütün fertler, maddî ve mânevî
cihetlerden birbirlerine muhtaçtırlar.
(Buhârî, Cihâd, 21; Müslim, İmâre, 108-109)