İçeriğe geç

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun Kitap Alıntıları – Hatice Meryem

Hatice Meryem kitaplarından Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun kitap alıntıları sizlerle…

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun Kitap Alıntıları

Hayretle anlardım; yaşlılık, insanın etinin yerini öğren­mesiymiş.
Yarın yine bir başıma açacağım gözlerimi yeryüzünün bir yerinde. Uzaktan güzel bir melodi gelecek kulağıma. Esneyip gerinerek hazırlanacağım dünyaya. Hayatta ve ayakta olduğum için şükredeceğim kendime.
Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
Bir şeyin geleceğine, gelip onu çok mutlu edeceğine inananların memnuniyeti içinde beklerdi.
Oburların en sevmediği yerdir çünkü mutfak. Haklıdırlar; çiğ otların, kanlı et parçalarının türlü işlemlere maruz kaldıktan sonra pişirilmesini izlemek, bilmek ne dayanılmazdır onlar için! Ne lüzumu var, verin öylece yesinler! Neyse
Hanımlar, kocalarınız cennetiniz ve cehenneminizdir. Unutmayın ki hem cennetin ve hem de cehennemin kapılarında kocanız bekleyecek sizi! Kocanız uygun bulursa cennete aksi takdirde cehenneme gideceksiniz! Cennetlik kadınlardan olmak istiyorsanız doğurmak üzere bile olsanız kocanızın şehvetinden kaçınmamalısınız, ocak başında yemek pişiriyor olsanız bile kocanız sizi çağırdığında, bu çağrıya uymalısınız
Ben de yaşlı olurdum ve günlerimiz pencere kenarında, karşılıklı iki eski koltukta oturmakla geçerdi. Artık bizsiz akan hayata, sokağa, gençlere, arabalara, alışverişten dönen huzursuz çiftlere, okul dönüşü birbirlerini iteleyen çocuklara bakardık. Şehrin uğultusunu dinler, uzaklardaki konuşmaları duymaya çalışmazdık. Bizsiz de oluyormuş anlar; anlar da birbirimize söylemeye korkardık yaşlı kocamla.
Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
A kızım, sinek kadar kocan olsun, başında bulunsun; sinek kadar olsun ama olsun
Ben bir işçinin karısı olsaydım eğer İki yakamız bir araya gelmezdi bir türlü. Televizyonda, yılda birkaç defa polise karşı direniş eylemleriyle sokaklarının ekranda göründüğü bir mahallenin küçük, üflesen yıkılacak evlerinden birinde otururduk.
Nezaketle hitap mühim meseledir; yap, et, iç, dök, ekle diye emir verircesine yazılmış olaydı, belki de aksileşir yapmayıverirdim.
Doktor bey gözümün alt kapağını aşağı doğru şöyle bir çekince her şeyi bir çırpıda anlamış olurdu; Sizde demir eksikliği var! Şaşırıp kalırdım. Bir tornacının karısında demir eksikliği mi olurmuş, böyle düşünürdüm.
Ben oğlumun karısı olsaydım eğer şaşacak bir şey yok bunda, her kadın bir oğul doğurduktan sonra, kocası ‘dost’u olur doğallıkla.
Meğer ki hayat, ‘mavigözlüdev’ işçi kocam, ben ve çocuklarım, bir de bütün dünyanın karabahtlı ezilmişleri için sırt sırta oynanan hayatta ve ayakta kalabilme oyunuymuş bir tür; bunu bilir bunu söylerdim, bir işçinin karısı olsaydım eğer.
Hanımlar, kocalarınız cennetiniz ve cehenneminizdir. Unutmayın ki hem cennetin hem cehennemin kapılarında kocalarınız bekleyecek sizi! Kocanız uygun bulursa cennete aksi takdirde cehenneme gideceksiniz! (!)
Ben bir işçinin karısı olsaydım eğer iki yakamız bir araya gelmezdi bir türlü. Televizyonda, yılda birkaç defa polise karşı direniş eylemleriyle sokaklarının ekranda göründüğü bir mahallenin küçük, üflesen yıkılacak evlerinden birinde otururduk.
Sonraları birbirine uzak şehirlerde yaşar ve hem bana hem de kızıma aşk dolu şiirler yazarken tek başıma büyüttüğüm kızıma ilk öğüdüm olurdu: Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
Oysa ben bir şairden sihirli sözcükler duyacağımı sanırdım o güne dek.
Ben bir şairin karısı olsaydım eğer ben de şiire meyyal bir kadın olurdum. Hem zaten şiire meyyal olmayanı şair ne yapsın. Ben daha el kadar kızken ve topuklarım kadife gibi yumuşacıkken öğrenmişim büyük şairin canını yakan nasırı ve yine daha dünkü çocukken duymuşum taşların altından süzülerek akan saklı su yun sesini.
Bak nasıl da kırgın, nasıl da kederli yürüyor, sanki tüm hayatını sermiş gözlerinin önüne, öyle ki ben bile görebiliyorum.
Yepyeni, olmayacak adlar gelirdi aklıma vakitli vakitsiz trenler gibi
Ben bir kasabın karısı olsaydım eğer buzluktaki butları çok kıskanır ve yine muhakkak akşamları kasap kocamın kan, et, kemik ve ilik kokan bedeni narin bedenimin üzerine abandığında, acaba bir ineği mi düşlüyor şimdi, diye elimde olmadan düşünür ve her boy bıçak ile öldürmeyi düşlerdim onu, ev işlerinden çok yorulduğum zamanlar.
Boş zamanlarda yazmak diye bir şey olmazmış, zaman zaten bomboş bir şeymiş, onu neyle dolduracağın tamamen sana bağlıymış
Yaz çok sıcak olurdu nedense, herhalde hikaye olsun diyedir.
Nezaketle hitap mühim meseledir.
Yoksa nasıl dayanırdı insan, geçmişine ve geleceğine aynı anda kucak açsa
Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
Hayatta ve ayakta olduğum için şükredeceğim kendime.
Bir şeyin geleceğine, gelip onu çok mutlu edeceğine inananların memnuniyeti içinde beklerdi.
sanki tüm hayatını sermiş gözlerinin önüne, öyle ki ben bile görebiliyorum.
şu yeryüzünde sevgisizliğin yerini dolduracak tek şey
Nezaketle hitap mühim meseledir;
“Doğaya aykırı bu birliktelik!”
Yoksa nasıl dayanırdı insan, geçmişine ve geleceğine aynı anda kucak açsa
Ben oğlumun karısı olsaydım eğer şaşacak bir şey yok bunda, her kadın bir oğul doğurduktan sonra, kocası ‘dost’u olur doğallıkla.
Bir tüccarın karısı olsaydım eğer, hem taşınabilir hem taşınamaz bir sürü dünya malım olsun isterdim. Elbet bir gün beni benden kırk yaş küçük bir kızla aktaracağı gün geldiğinde, şu yeryüzünde sevgisizliğin yerini doldurabilecek tek şey olan param olsun diye.
Ben ince ruhlu bir adamın karısı olsaydım eğer

O, tuvalete yalnızca ellerimi sabunlamak için girdiğimi düşünür, asla ve kat’a büyük abdest yapmayacağım, bu aşağılık faaliyetle katiyen iştigal etmeyeceğim fikrine büyük bir sadakatla bağlı kalırdı.

Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
Şiir yakamı bırakmıyor Damla! derdi bazen. İyi ya Hakan, derdim, Sen de onun yakasına yapış!
Meğer hem sıradan hem de geveze olabiliyormuş şairler de tıpkı diğer insanlar gibi.
Boş zamanlarda yazmak diye bir şey olmazmış, zaman zaten bomboş bir şeymiş, onu neyle dolduracağın tamamen sana bağlıymış
Önüme gelene anlatırdım hikayemi, bildik hikayelere benzerdi zaten.
İkimiz de birbirimizi çok beğenir, kimsenin bizi o gün de keşfetmemiş olmasına şaşırarak son paramızı iki kilo kiraza yatırır, çarşının karşısındaki Zeybek mahallesinin yol kenarındaki tahta banka otururduk.
Yaz çok sıcak olurdu nedense, herhalde hikaye olsun diyedir.
Bilir, bilir de taş gibi susar, göz göze gelmemeye çalışırdık.
Ancak umursardım; üstelik üzülürdüm de.
Ona vurgun olurdum muhakkak. Tüm dünyanın ikimize, ikimizin arasındaki o dışarıdan anlaşılması güç ilişkiye karşı olduğuna sebepsizce inanır; eksiklikleri seyrelten, görünmez hale getiren bu çok güçlü duyguyla yüceltirdim ruhumu.
Ben içimden hiç durmadan, “Bu mu şair! Bu mu şair” deyip duruyor olurdum. Çünkü saklı sulardan, nasırlardan, büyük saatlerden, limonluklardan, mavi gözlü devlerden bahseden şairleri, tanıdığım diğer erkeklerin kalıbına yakıştıramaz, sığdıramazdım. Bir dudağı gökte bir dudağı yerde, bir ayağı Şam’da bir ayağı Halep’te derler ya, işte öyle insanüstü bir yaratık, ne bileyim anka kuşu gibi bir şey, ne bileyim okyanusların altında rastlanabilecek kadar özel bir şey sanırdım şairleri.
Kestirmeden söyleyeyim, böyle lüzumsuz adamın karısı olunur mu hiç, gençlik işte, okumuş yazmış adamdır, eli ekmek tutar, yalnız bir kadına ihtiyaç var zahir diye düşünmüştüm ben de. Meğer adam kendinden geçmiş.
Oburların en sevmediği yerdir çünkü mutfak. Haklıdırlar: çiğ otların, kanlı et parçalarının türlü işlemlere maruz kaldıktan sonra pişirilmesini izlemek, bilmek ne dayanılmazdır onlar için! Ne lüzumu var, verin öylece yesinler!
Ben bir demiryolcunun karısı olsaydım eğer, rahmetli Atatürk’ün vagon penceresinden el salladığı o güzel, o iyi, o umutveren pozun aynısını çoluk çocuk, tek tek çektirmeyi, çerçeveletip oturma odasının duvarına asmayı isterdim en çok.
Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük lütfun öncesiz ve sonrasız zaman olduğunu düşünürdüm.. Yoksa nasıl dayanırdı insan, geçmişine ve geleceğine aynı anda kucak açsa.. Geçmişine ve geleceğine aynı anda mukayyet olabilse
“Ben bir demiryolcunun karısı olsaydım eğer, rahmetli Atatürk’ün vagon penceresinden el salladığı o güzel, o iyi, o umutveren pozun aynısını çoluk çocuk, tek tek çektirmeyi, çerçeveletip oturma odasının duvarına asmayı isterdim en çok.

Sırf çocuklarım bir iyice eğlensinler diye; sırf camdan sarkmanın kötü bir şey olmadığını anlasınlar diye.”

ölene kadar, havayla, suyla, temasımın son bulacağı güne kadar bir koca eksiğiyle ve hayata horozlanmakla geçecek ömrüm.
Ama ben kimsenin karısı değilim ki!
Şimdi her ikimiz de vücudunu, etini, yetmiş yıldır tanıyan ilk insan olarak oturuyor olurduk eski muhitlerden birinde, bir apartmanın giriş katında.
Kadınların canını yakar şairler, doğa gereği.
Bir şeyin geleceğine, gelip onu çok mutlu edeceğine inananların memnuniyeti içinde beklerdi.
Meğer ki hayat, ‘mavigözlüdev’ işçi kocam, ben ve çocuklarım bir de bütün dünyanın kara bahtlı ezilmişleri için sırt sırta oynanan hayatta ve ayakta kalabilme oyunuymuş bir tür; bunu bilir bunu söylerdim, bir işçinin karısı olsaydım eğer.
yüreğim hayata karşı nefret öfke ve küçümsemeyle dolar, bu dünyada yaşayan bütün karabahtlı ezilmişlerin yanında olurdum.
Nezaketle hitap mühim meseledir; yap, et, dök ekle diye emir verircesine yazılmış olsaydı, belki de aksileşir yapmayıverirdim, bazen böyle bir huysuzluk da peydah olurdu bende
Ben ince ruhlu bir adamın karısı olsaydım eğer

o, tuvalete yalnızca ellerimi sabunlamak için girdiğimi düşünür, asla ve kat’a büyük abdest yapmayacağım, bu aşağılık faaliyetle katiyen iştigal etmeyeceğim fikrine büyük bir sadakatle bağlı kalırdı. tabii kabahatin çoğu bende olurdu; karşılaştığımız ve kalbimin kalbine çengelli iğneyle tutturulduğu o ilk günden ta bugüne kadar bir kere bile yanından kalkıp tuvalete gitmeyen, durmadan bağırsaklarını sıkan, gitmek zorunda kalsa bile insan dışkısı değil de ne bileyim bir arının bal yapması gibi tertemiz, mis kokulu bir şey çıkardığıma artık her ikimizde de yer etmiş olan ortak inancı pekiştirmek için camları her daim açık tutarak havalandıran, türlü parfümlerle tuvaleti evin en nezih köşesi haline getiren ben olduğumdan, tabii olarak kabahat bende olurdu.

Ben bir demiryolcunun karısı olsaydım eğer, rahmetli Atatürk’ün vagon penceresinden el salladığı o güzel, o iyi, o umutveren pozun aynısını çoluk çocuk, tek tek çektirmeyi, çerçeveletip oturma odasının duvarına asmayı isterdim en çok.
Ben yaşlı bir adamın karısı olsaydım eğer Ben de yaşlı olurdum günlerimiz pencere kenarında, karşılıklı iki eski koltukta oturmakla geçerdi. Artık bizsiz akan hayata, sokağa, gençlere, arabalara, alışverişten dönen huzursuz çiftlere, okul dönüşü birbirlerini iteleyen çocuklara bakardık. Şehrin uğultusunu dinler, uzaklardaki konuşmaları duymaya çalışırdık. Bizsiz de oluyormuş anlar; anlar da birbirimize söylemeye korkardık yaşlı kocamla..
Ben bu koca yürekli adama aşık olduğumda el kadar bir şeymişim.Bir yanı içi içine sığmayan,bir yanı yıkık dökük el kadar bir şey.
Göz, kadının en günahkar organıdır.. Allah kadınlara gözü sınamak için vermiştir, bir düşünün bakalım, eline beline diline sahip ol demişler ama göz görmezse el de, bel de, dil de uslu durur değil mi hanımlar
Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük lüftun öncesiz ve sonrasız zaman olduğunu düşünürdüm

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir