José Saramago kitaplarından Küçük Anılar kitap alıntıları sizlerle…
Küçük Anılar Kitap Alıntıları
Bunun affedilebilecek bir şey olmadığı söylenebilir, ama en iyi ailelerde bile her şeyin güllük gülistanlık olmadığını hepimiz biliriz.
Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki.
Aynen böyle dedin. Ben oradaydım.
Aynen böyle dedin. Ben oradaydım.
Dışarıdan bakıldığında hiç belli olmuyor ama ruhum yetmiş yıldan bu yana topallamakta.
Zaten biz böyleydik, içimiz kan ağlardı ama dışımızdan belli etmezdik. Dünya böyledir, şimdi doğarsın, sonra yaşarsın, sonunda da ölürsün, bunun üzerine daha fazla düşünüp taşınmaya değmez.
Büyülü tarlaların ve ağaçların sessizliği içinde,90 yaşına vakarıyla ve hiçbir zaman kaybetmediğin bir gençlik ateşiyle dedin ki “Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki. “
Bırak alıp seni götürsün
bir zamanlar olduğun o çocuk
bir zamanlar olduğun o çocuk
Bırak alıp seni götürsün bir zamanlar olduğun o çocuk..
Dışarıdan bakıldığında hiç belli olmuyor ama ruhum yetmiş yıldan bu yana topallamakta.
Duygular yönlendirilmez ki
Dünya böyledir, şimdi doğarsın, sonra yaşarsın, sonunda da ölürsün, bunun üzerinde daha fazla düşünüp taşınmaya değmez, José Dinis de geldi geçti, zamanında birkaç gözyaşı dökülmüştür, ama doğrusu insanlar hayatlarını ölçülerine ağlamakla geçiremezler.
Hatırlamak isteyeceğimiz şeyi çoğu kez unuturuz, bazen de geçmişten görüntüler, tek tek sözcükler, debdebeli sahneler, en küçük uyarıya tepki göstererek; bunun hiçbir açıklaması yoktur, öylece oradadırlar.
Aslında ben yanlış anılar diye bir şey olmadığını düşünüyorum, yanlış olarak hatırladıklarımız şeylerle kesin ve güvenilir olarak kabul ettiklerimizin arasındaki fark, basit bir güven sorunuyla sınırlıdır; kesinlik dediğimiz o iflah olmaz belirsizliğin içindeki her durumda duyduğumuz bir güvendir bu.
Aslında ben yanlış anılar diye bir şey olmadığını düşünüyorum, yanlış olarak hatırladıklarımız şeylerle kesin ve güvenilir olarak kabul ettiklerimizin arasındaki fark, basit bir güven sorunuyla sınırlıdır; kesinlik dediğimiz o iflah olmaz belirsizliğin içindeki her durumda duyduğumuz bir güvendir bu.
Dünyada suyun sessizliğinden daha derin bir sessizlik olduğunu sanmıyorum.
Doğrusu çocuklardaki acımasızlığın haddi hesabı yok (büyüklerinkinin de sınırsız olmasının en büyük nedeni de bu zaten)
ancak kendisine bir şeyin verileceğini uman kişi onu istemeyi göze alır.
İnsan ruhundaki ermişliğin, yani bizim kalıcı, göründüğü kadarıyla da yok edilemez hayvanlığımızı altüst edebilen bu teratolojik tezahürün, doğanın düzenini bozduğunu, onu şaşırttığını ve yanlış tarafa yönlendirdiğini göstermekti.
Bir manzarayı seyrederken edindiğimiz izlenim her zaman mizaç farklılıklarına ve o manzaranın tam da gözlerimizin önünde olduğu anda içimizde harekete geçen neşe ya da şiddet unsurlarına bağlı olacaktır.
Her şey bilinemiyor, hiçbir zaman da bilinemeyecek, ama öyle zamanlar olur ki bildiğimize inanabiliriz, belki de o anda, ruhumuza, bilincimize, aklımıza ya da bizleri az çok insan yapmakta olan şeyin adı her neyse onun içine daha fazla bir şey sığamayacağı içindir.
Her şey bilinmiyor, hiçbir zaman da bilinmeyecek, ama öyle zamanlar olur ki bildiğimize inanabiliriz, belki de o anda, ruhumuza, bilincimize, aklımıza, ya da bizleri az çok insan yapmakta olan o şeyin adı her neyse onun içine daha fazla bir şey sığamayacağı içindir.
İnsan başladığı işi bitirmeli yağmur ıslatır ama kemikleri kırmaz.
Duygular yönlendirilemez ki, o an işimize geldiği gibi takılıp çıkarılabilen şeyler değildir onlar hele özgür bir yüreğe sahipsek.
Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki .
İnsan başladığı işi bitirmeli , yağmur ıslatır ama kemikleri kırmaz .
Bırak alıp götürsün, bir zamanlar olduğun o çocuk.
O zamanlar henüz doğmamış olan ve gelmekte öylesine geciken Pilar’a Bırak alıp seni götürsün
bir zamanlar olduğun o çocuk
bir zamanlar olduğun o çocuk
Dünya böyledir, şimdi doğarsın, sonra yaşarsın, sonunda da ölürsün..
Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki.
Dünyada suyun sessizliğinden daha derin bir sessizlik olduğunu sanmıyorum.
Elimden be gelirdi ki?Hissetmediğim bir sevgiyi var gibi mi göstermeliydim?Duygular yönlendirilmez ki,o an işine geldiği gibi takılıp çıkarılabilen şeyler değildir onlar,hele hele,yaşımız dolayısıyla el değmemiş özgür bir ruha sahipsek.
..Elimden ne gelir ki? Hissetmediğim bir sevgiyi var gibi mi göstermeliydim?
Bırak alıp seni götürsün bir zamanlar olduğun o çocuk
Evde işler iyi gitmediğinde kadınların falcıya gittikleri zamanlardı bunlar
Zaten biz böyleydik, içimiz kan ağlardı, ama dışımızdan belli etmezdik. Dünya böyledir, şimdi doğarsın, sonra yaşarsın, sonunda da ölürsün, bunun üzerinde daha fazla düşünüp taşınmaya değmez.
Benim o el değmemiş, özgür çocuk yüreğim, hayatta bir rol üstlenmeye karar vermişti sonunda: olguları tarafsız bir gözle kaydederken duygularını ikinci plana iten soğukkanlı bir gözlemci rolü.
Duygular yönlendirilemez ki, o an işimize geldiği gibi takılıp çıkarılabilen şeyler değildir onlar, hele hele yaşımız dolayısıyla, el değmemiş, özgür bir yüreğe sahipsek.
“Aman durmasın kimse
Verdim bu sırrı sana
Sırlı bir kalp verdimse
Benimki senden yana.”
Verdim bu sırrı sana
Sırlı bir kalp verdimse
Benimki senden yana.”
En azından ama en azından gümüş menekşe madalyasına layık görüleceğimi kabul etmeniz gerekir
Bırak alıp seni götürsün
bir zamanlar olduğun o çocuk.
bir zamanlar olduğun o çocuk.
Günün geri kalanını yüreğim sıkışıp midem kasılarak ve başıma en kötüsünün geleceğinden korkarak itiraf etmekten başka çarem yok.
Artık eve dönmek üzere Rossio’da yürüyorduk,ben sanki bütün dünyayı bir ipin ucuna bağlı olarak havada götürüyormuşçasına gururluydum, tam o sırada birinin arkamdan güldüğünü duydum. Dönüp bakınca gördüm. Balon sönmüş, ben farkına varmadan yerlerde sürünmekten pis, buruşuk, biçimsiz bir şey olup çıkmıştı, arkadan gelen iki adam da gülerek parmaklarıyla beni gösteriyolardı, herkesin içinde rezil olan beni.Ağlamadım bile. İpi elimden bıraktım, sanki bir cankurtaran simidiymiş gibi annemin koluna yapışarak yürümeye devam ettim. O pis, buruşuk, biçimsiz şey aslında bütün dünyaydı.
Doğrusu insanlar hayatlarını ölülerine ağlamakla geçiremezler
Duygular yönlendirilmez ki
Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.
Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.
. (refleksleri harekete geçirmek için harika bir oyundur, çünkü avuçları aşağı doğru duran oyuncu, avuçları yukarı doğru olanın kendisine indirmeyi deneyeceği şaplaktan kaçmaya çalışır), ben de, artık hangi amaçla olduğunu bilmiyorum ama belki bir filmde gördüğümdendir, mızrağın nasıl kullanıldığını göstermek için işaret sopasını mızrak tutar gibi kavrayarak, herhalde atından düşürmem gereken düşmanım olan karatahtaya doğru koştum.
benim için Hitler’in, Mussolini’nin ve Salazar’ın aynı topun kumaşı olduklarını, aynı soydan geldiklerini, demir yumruk olarak birbirlerinin eşi olduklarını, yalnızca kadifenin kalınlığı ve yumruğu sıkma konusunda birbirlerinden farklı olduklarını işte bütün bunlar sayesinde bilirim.
Eşek ahırına sığınıp yağmurdan korunmamın iyi olacağını düşündüm, ama dedemin sesi beni yarı yolda durdurdu: İnsan başladığı işi bitirmeli, yağmur ıslatır ama kemikleri kırmaz. Doğruydu. Dönüp yabayı elime alarak hiç aceleye getirmeden, hiç telaş etmeden, iyi bir ırgat gibi işimi bitirdim. Sırılsıklam olmuştum, ama mutluydum.
O zamanlar, o yörelerde, her şey göründüğü gibi olurdu, olduğu gibi de görünürdü..
Yüzü sanki keserle yontulmuş, durağan ama anlamlı bir ifade taşıyor, keskin bakışlı küçük gözleri ara sıra ışıldıyor, sanki düşünmekte olduğu şeyi kesin olarak anlamış gibi.
Garip bir tarzda bakıyor uzaklara, hatta o uzaklar karşısındaki duvar olsa da.
O kadar az konuşuyor ki, yüzünde uyarı ışığına benzer bir şey yandığında ona kulak vermek için hepimiz susuyoruz.
Yorgun argın yürüyor yaşlı adam. Yokluklarla, cehaletle geçmiş yetmiş yıllık zor bir hayatı sürüklüyor arkasında. Yine de bilge bir adam, suskun, yalnızca kaçınılmaz olanı söylemek için açıyor ağzını.
Onun bu kaprisinden Allah razı olsun, o sayede ilk Roma yolumu tanımış oldum
Karşımda yusyuvarlak, koskoca bir ay duruyordu, mehtabın tüm gücüyle aydınlattığı ışıltılı bir beyazlık, bunun karşıtı olarak da gölgeli yerlerde son derece yoğun bir siyahlık görünüyordu. Ömrümde bir daha böyle bir mehtap görmedim.
Acı ve gözyaşları şimdi buraya çağrılacak olsalar, o şiddet dolu, acımasız gerçeğin tanıkları olurlardı.
Benim hayatımın da oracıkta, kırık bir testiyle başladığı söylenebilir.
Duvarlarda ne bir çizik yerlerde ne bir kâğıt parçası ne bir sigara izmariti olurdu, bugünkü gençliğin davranışında öylesine olağan olan o aşırılıkların ve kayıtsızlıkların hiçbiri yoktu, sanki o zamandan bugüne kadar geçen süre bunları mükemmel bir eğitim formasyonu için vazgeçilmez öğeler haline getirmiş gibi.
yüksek sınıflardan büyük öğrencilerin bizim sınıfa gelip, herhalde öğretmenlerin benim hakkımda söyledikleri sözler yüzünden olacak, Saramago adındaki öğrencinin kim olduğunu sordukları olmuştu.
Beni yerime yolladığında başarılı olmamdan duyduğum sevinç o kadar büyüktü ki, platformdan aşağı inerken arkadaşlarımı güldürecek bir yüz ifadesi takınmadan edemedim. Sırf heyecanımdan olmuştu bu, ama öğretmen bunun gelecekteki yaramazlıkların bir habercisi olmasından korkmuş olmalı ki hemen o anda bana vermek niyetinde olduğu notu düşüreceğini söyledi.
..çocuklarla muhteşem birkaç kavgayı hatırlıyorum, birbirimizi taş yağmuruna tuttuğumuz bu savaşlarda neyse ki ne kan dökülmüştü ne de gözyaşı, ama adamakıllı ter dökmüştük. Kalkanlarımız, gidip çöplüklerden bulduğumuz tencere kapaklarıydı.
Gerçi, doğrusunu isterseniz, o ilkel zamanlardaki ana babaların bu tür ayrıntıları pek de umursamadıkları gibi bir izlenim var bende. Her şey sınıfı geçtin mi geçmedin mi, sınavı verdin mi vermedin mi sorusuna indirgenmişti. Geri kalanı vız geliyordu.
Gazeteyi okurken bildiğim bir kelimeyi sökmek, sokakta giderken doğru yolda olduğumu, doğru yönde ilerlediğimi söyleyen bir işaret görmek gibiydi.
Sonunda hiç kimsecikler görünmemiş ve dolunay gökyüzünde bütün gece yol almış (bırakın da öyle olduğunu hayal edeyim), o arada anneannem de yatağa uzanmış, gözlerini yummadan kocasının gelmesini bekliyormuş. Birbirlerine sarıldıklarında artık sabah olmuşmuş .
Hava adamakıllı soğuk olduğunda, evin içinde olmakla dışarıda olmak arasında fazla bir fark yoktu.
(Çok sonraları, kırk yaşımı çoktan aştığım zamanlarda, Lizbon’daki bir antikacıdan ona benzer bir saat satın almıştım, sanki çocukluğumdan ödünç alınmış bir şeymiş gibi onu hâlâ saklarım.)
Çamur tamamen kurumadıkça üstüne basmamız yasaktı. O ıslak çamurun kokusu hâlâ burnumda, suyu buhar olup uçtukça yavaş yavaş solan o kırmızı renk de hâlâ gözlerimin önündedir.
Ay’daki adam, hani buradan aşağıdan bakıldığında son derece belirgin bir şekilde gördüğümüz, sırtında bir çalı çırpı demeti taşıyan şu adam, kötü örnek olmaya devam etmekten kendilerini alamayan pervasızlara ibret olsun diye, o yükü sonsuza kadar taşımak üzere yerleştirilmişti oraya.
O ölümlerin failinde merhametten eser olmadığı gibi, ırmak da döktükleri azıcık kanı alıp götürür, o arada ben de, zafer kazanmışçasına bir edayla, aptallığımın bilincine varmaksızın, yeni kurbanlar peşinde ırmağın bir aşağısına bir yukarısına dolaşıp dururdum.
Bir defasında sapanımla bir serçe avladığım olmuştu, ama onu o kadar isteksizce ve öylesine acıklı bir şekilde öldürmüştüm ki, günün birinde pişmanlıktan kıvranarak içimi döktüğüm bir yazımda bu iğrenç olayı anlatmaktan kendimi alamamıştım.
Güneş tepemde fazla kaynamıyorsa güneşin altında ya da herhangi bir ağlayan söğüdün gölgesinde oturup beklerdim balık oltaya gelsin diye.
çünkü ben hiç farkına varmadan, gelecekte benim için daha az önemli olmayacak şeyleri tutuyordum : hayalleri, kokuları, sesleri, esintileri, duyguları).
Portatif yatağın şiltesi yoktu, ama yorgun kemiklerimle uzandığım yaprak tabakası hoş kokuyordu.