İçeriğe geç

Cin Aynası Kitap Alıntıları – Ercan Kesal

Ercan Kesal kitaplarından Cin Aynası kitap alıntıları sizlerle…

Cin Aynası Kitap Alıntıları

Aşk bitmez. Asıl olan yolculuktur. Vuslat olursa da aşkın manası kalmaz  
Sinema, sanatın tüm dallarıyla illiyet oluşturabilen, etkilenen ve etkileyebilen, hayatın her anından fazlasıyla beslenen bir sanat. 
İsterseniz, bir evreni  bir kum tanesinin içinden de görebilirsiniz.  
Hayat, tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir.
Dünyayı değiştirecek olan şey filmler, resimler ya da edebiyat değil, o filmleri seyreden, o kitapları okuyan ya da o resimlere bakan işte tam da bu yüzden değiştiği için, dünyayı değiştirmeye karar veren insanlardır.
Baba, ‘Hayatın nasıl geçti?’ diye sorsalar sana, ne söylerdin mesela, nasıl anlatırdın yaşadıklarını,  geçen ömrünü?’ diye sormuştum bir gün.
Gece yarısı, ıssız bir tarladan, tek başıma geçmiş gibiyim oğlum. demişti.
İnsan yaşadığı yere benziyor demek ki,  
Emeğe, masumiyete ve inceliğe yer kalmadı ülkemde.
 Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş, 
Anılar belleğinizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara.
Anılar bizi saldırıları açık, acı çekmeye hazır hale getiriyor.
Bazen, intiharın eşiğindeki birini dikkatle dinleyip ona yol gösterirsin, ki bu hekimlik sanatıdır; bazen başka bir hayatın mümkün olduğu rüyasını yaşadığın bir meydanı terk etmezsin, ki bu direnme sanatıdır; bazen de geçip giden bir zaman parçasını kamera ile mühürleyip kaydedersin, ki bu da herhalde sinema sanatıdır.
Özgürlük bir kelime değil, barış bir rüya değil.
Direnmek, inanmakla ilgili bir şey. İnandığın şeyin bilincinde olmak. Bu yüzden başına gelebilecekler karşısında korkmamak ve acı çekmemek. Prometheus, tanrılardan ateşi çalıp insanlara verdiğinde başına gelecekleri biliyordu. Yüreğinin her sabah bir kartal tarafından yenilmesine, ancak yaptığı işin bilincinde olduğu için direnebildi.
Diyarbakır cehennemini yaşayanların en çok şaşırdıkları şey ise, sadece askerliklerini yapmak için orada bulunan ve bir süre sonra köyüne, kasabasına dönecek olan gencecik erlerin nasıl inanılmaz bir heves ve iştahla ve çoğu zaman hiçbir emir almaksızın mahkûmlara saldırmaları olmuştu.
Hayat, tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir.
Ünlü bir romancıya atfedilen bir hikâye: Evinde uzun zamandır romanı için çalışmakta olan yazarı, yakın bir dostu ziyaret eder. Hüzünlü ve içlenmiş bir halde bulur onu. Ağladı ağlayacak. Nedir üstat bu hal? dediğinde aldığı cevap:

Romanımın kahramanlarından biri intihar edecek! Ona üzülüyorum.

Senin elinde değil mi üstat, öldürmezsin olur biter.

Cevap, kurmacanın gücünü anlatıyor:

Ah! Keşke. Ama, benim elimde değil ki bu. O, ölecek çaresiz. Böyle istiyor çünkü.

( )

Yaratmanın kendine ait bir gücü vardır ve çoğu zaman gidilecek yolu o çizer. Sizin istediğiniz yol değil, onun gitmek istediği yol geçerlidir en sonunda.

1996 Ölüm Oruçları’nda hayatını kaybeden bir mahkûm anlatıyor:

Bugün, ölüm orucundaki 52. günümüz. İlk 45 gün açlık grevi olarak başlamıştık. Çay, ıhlamur, şekerli su ve şeker alabiliyorduk. Ölüm orucuna geçince sadece şekerli su almaya başladık. Fakat, artık onu da içemiyorum. Hemen kusuyorum. Arkadaşlar iki gündür damlalık usulünü bulmuşlar, onunla ağzımıza su akıtmaya başladılar. Ama, damlayı bile yutamıyorum, sanki boğazımın ucuna takılıp kalıyor. Bu sabah yeni bir şey denedik, fena olmadı. İçinde biraz şeker olan suyu buz yapmış arkadaşlar, buzu emiyoruz. Zihnim karışıyor sürekli ve çok halsizim. Hep yatmak istiyorum. Yürümek zaten tam bir sorun. Tuvalete giderken arkadaşların kollarındayım. Ziyaretimize gelen ailelerimiz ziyaret esnasında gözaltına alınıyor. Doktor görüşmelerinde hiçbir mahremiyet yok. Ayrıca, tecrit uygulaması yapılan cezaevleri meselesi var. Tüm bunlar için ölüm orucundayız, ama Adalet Bakanı, ‘Bunlar kantinden yemek stoklamışlar, numara yapıyorlar. Hiçbiri ölmeyecek,’ diyormuş.

Bugün cezaevinde farklı bir hareketlilik var. Ziyaretimize arabulucu bir heyet gelecekmiş. İçlerinde Yaşar Kemal de var. ‘Bir insanın açlıktan ölümünü izlemek acıların en büyüğüdür. İnsanlığa yakışmaz,’ diyormuş. ( )

1969 Temmuz. Okullar tatil olmuş. Her gün buğday pazarının karşısındaki gazozhanemizde çalışıyorum. Ağabeylerim nefes aldırmıyor. Sadece radyodaki Çocuk Saati programını dinlememe izin var, o da cuma günleri saat beşte. Şişeleri yıkadıktan sonra, arka taraftaki küçük sedire uzanıp, Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı okuyorum. Çok komik bir kitap. Yan komşumuz Hacı Osman Amca, namaz vakitlerinde dükkâna geliyor. Elinde ibrik, abdest almak için su dolduracak. Birkaç kez yanıma gelip bana bakıyor. Kitaba öyle dalmışım ki, dünyadan haberim yok. Abime söylediklerini duyuyorum ama: ”Oğlum, buna dikkat edin. Kendi kendine gülüyor. Çok okumaktan aklını oynatmış olabilir. Babana söyle de bir doktora göstersin.”

Az sonra dükkâna, abimin arkadaşı Hasan Hüseyin Abi giriyor. Biz, “Hacı Dayı” deriz. Pek mutlu. Bir film çekiliyormuş Zelve’de. Adı ne, kim çekiyor, bildiği yok. Hüseyin Zan’la konuşmuş, anlaşmışlar. Bütün işleri o ayarlıyormuş zaten. Yemek, yevmiye çok iyi. Bir problem var yalnız. Film boyunca kafasında boynuzlu bir miğferle dolaşacakmış, ona canı sıkılıyor. Arkadaşları dalga geçerler çünkü. Zaten dediği gibi de oldu. Uzun yıllar bu boynuzlu miğfer meselesi konuşuldu kasabada.

İtalyan yönetmen Pasolini, Maria Callas’ın başrolde oynadığı “Medea” filmini Avanos Zelve’de çekti. Hacı Dayı ve birçok Avanos’lu o filmde oynadı. Geçenlerde tesadüfen Medea yı seyrederken, Pasolini’nin fantastik boynuzlu askerlerinin arasında Hasan Hüseyin Abi’yi gördüm. Pause’a bastım, bekledim… Sinemanın ne olduğunu düşündüm. Pasolini’nin hayal edip çektikleri mi, kasabanın tarihine iyi yevmiye ve köfte ekmekle giren sosyal bir hadise mi ya da benim, gece yarısı odamda, belleğimin elinden tutmuş, bugünün gözüyle geçmişimi okuduğum bir metin mi?

Hasan Hüseyin Abi çok sigara içerdi. Erken yaşta akciğer kanserinden öldü. Pasolini’nin feci halde dövülmüş ve kafasının üzerinden arabayla geçilmiş cesedi 2 Kasım 1975 yılında, bir sahilde bulundu. Maria Callas 1977 yılında Paris’te öldü. Vasiyeti üzerine yakılmıştı. Küllerini çaldılar. Epey sonra bulundu ve Ege Denizi’ne serpildi.

***

Yıl 1970. Avanos’ta “Paralı Askerler” isimli bir film çekiliyor. Tony Curtis çarşıda dolaşıyor, yanında Charles Bronson. Ahali peşlerinde. Tüm kasabalı işi gücü bırakmış, çekimleri izliyor. Filmin bir sahnesinde büyük sofralar kurulmuş, eğlence var. Sahnenin sonunda da silahlar patlıyor, masalar devriliyor, kavga kıyamet. Set ara verince, çoluk çocuk kırılmamış tabak ve bardakları kapışıyoruz. Bir fırsatını bulup, atın üzerinde beyaz kıyafetiyle dolanan Tony Curtis’e, “Peri Gazozu veriyorum. Gülerek alıyor ve içiyor. Lakin, yanlarında getirdikleri ve ilk kez orada gördüğüm kutu kolalar karşısında hiçbir şansımızın olmadığını da anlıyorum.

Tony Curtis 2010 yılında öldü. O günlerde, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Sinema Merkezi’nde, Mithat Bey’in konuğu olmuştum. Sohbet sonrası bana merkezin film arşivini gezdirdi. Zengin bir koleksiyonlarının olduğunu ve aradığım bir film varsa verebileceklerini söyledi.

”Paralı Askerler” dedim. ”Yönetmenini bilmiyorum. 1970 yılında çekildi, Avanos’ta. Türkiye’de oynamadı bildiğim kadarıyla… Var mı?”

Bir an duraladı Mithat Bey ve ortadan kayboldu. Geldiğinde hafif mahcup ve biraz da canı sıkkın: ”Yok,” dedi. ”Vizyona farklı bir isimle de girmiş olabilir.”

Sonunda filmi buldu Mithat Bey. ”You Can’t Win’Em All”muş orijinal adı, Peter Collinson’ın filmi, ‘Hepsini Kazanamazsın’ diye çevrilebilir,” dedi ve CD’yi önüme koydu. Akşam bilgisayarımda çocukluğumu, eski evimizi, ölmüş komşularımızı izledim ağlayarak. Mithat Alam, bir film üzerinden geçmişimi hediye etmişti bana. Belki de sinema, sadece bu kadarcık bir şeydi.

Abdülhamid’in sadrazamlarından Cevat Paşa çocuk yaşlardan beri bir şeyhin dergâhına gidermiş. Bir gün dergâhta şeyhin yanına bir demirci esnafı gelir. Gördüğü bir rüyayı anlatarak şeyhten yorumlamasını ister. Rüyayı dinleyen şeyh, Cevat’a dönerek:
İki mecidiyen var mı? diye sorar. Cevat, cebinden iki mecidiye çıkararak verir. Bunun üzerine şeyh, adama: Rüyanı iki mecidiyeye bu çocuğa satar mısın? deyince, adam şaşırsa da kabul eder ve parayı alarak gider. Adamın ardından şeyh: Oğlum, bu rüya sadrazamlık rüyasıdır. O yüzden henüz rüyanın sahibi o iken rüyayı tabir etmedim. Şimdi rüya senin olduğuna göre mesele kalmadı. Demirciden sadrazam yapacak değiliz ya, değil mi! der.

Sadrazamın hikâyesi, Yorumlanmamış rüya okunmamış mektup gibidir, diyen Jung’u haklı çıkarıyor.

( )

Şeyhin rüya satın aldığı bir gelenek var ülkemizde. Egemenlerin korkusu, demircinin sadrazam olması!

Sana bir şey söyleyeceğim, bu meseleyi iki gün içinde tahkik edip bana derhal bildir: İki metre eninde, iki buçuk metre boyunda ve ortadan dikişli bir yorgan çarşafı Malatya’da kaç para eder? Ve orda bizden bu boyda ve ende toptan yorgan çarşafı almak isteyen tüccar var mı? Malımız çözgü 20 numara, atkı 12 numara ipliktendir. Ve beher çarşaf en aşağı 600 gram çeker. Bir mesele daha: Bana oradan, karaborsadan, iplik bulmak kabil midir ve paketi, muhtelif numaraların kaç parayadır?

İlk okuduğunuzda işinin ehli, yaman bir tüccarın, elindeki mallar için değişik pazarlar aradığını, Malatya’daki arkadaşından da, karaborsa iplik istediğini düşüneceğiniz metin, Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı bir mektuptan. Yıl 1943. Nazım, Bursa Cezaevi’nde, Kemal Tahir ise Malatya. Savaş tüm şiddetiyle sürüyor. Milli Şef İnönü başta. Varlık vergisi konmuş ve ekmek karneyle alınıyor.

Nazım, aç kalmamak bir yana, Piraye ve Kemal Tahir’e de para gönderebilmek için çocukça denebilecek bir masumiyetle, cezaevinde dokuma tezgâhı kurarak patronluğa soyunmuştur. Akıbeti tahmin edebilirsiniz:

Bizim tezgâhlar, 249 lira borç bırakarak bu ayın başında iflas ettiler. Bizi karaborsa mahvetti. Burada bizim kazandan bir öğün yemek alıp yiyoruz. Bir öğünü de marulla filan idare ediyoruz. Bu perhiz böbreklerime yaradı. Zaten yaş ilerledikçe yemeyi içmeyi kısmak lazım

Nazım, Böbreklere iyi geliyor, dediği açlıkla boğuşurken, tüm inancıyla Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazıyordu. Benzer şartlarda yaşayan Kemal Tahir de Karılar Koğuşu’nu.

Ancak, umudun ve iyiliğe inancın rüzgârı düşürür bu ülkenin ateşini, başkası düşürmez!
Aklımızı zorlayan değil, duygularımızı harekete geçirendir asıl olan
Kendi hayatını anlamıyorsan ne hikâyelerdeki karakterleri ne de diğer insanların hayatını anlarsın
Yediğimiz ekmeğe yasak kitapların kokusu sindi, inkâr edemem!
Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya burası. Ama, Homeros, Odysseia’da şöyle der: Tanrılar ölümlülerin başına çorap örerler, gelecek kuşakların şarkısını söyleyecek bir şeyleri olsun diye. Zalimlerin başımıza ördüğü çoraplar, galiba ileride çocuklarımızın söyleyeceği şarkılar olsun diyedir

Borges, sanat için, anılar için, şiir için, belki de unutulmak için yaratıldığımızı söyler. Bilmiyorum doğrusu, belki de öyledir, ama bir şey kalacaktır mutlaka

Çok eskilerde ünlü bir saz ustası varmış. Onun yaptığı sazın sesi başka hiçbir sazda olmuyormuş nedense. Herkes onun yaptığı saza sahip olmak, o sazı çalmak istermiş. Uzun zamandır ona saz yaptırmayı bekleyen genç icracı, söz verilen gün giderek ustanın karşısına oturmuş ve sazını beklemeye başlamış. Yaşlı saz ustası az önce bitirdiği pırıl pırıl sazı alarak bir süre bakmış. Delikanlı da birazdan sahip olacağı sazını hayranlıkla seyrediyormuş. Yaşlı adam birden elindeki sazı sapından tutarak havaya kaldırmış ve birkaç saniye sonra da yere bırakıvermiş. Delikanlı, ah! etmiş. Güzelim saz kırılarak dağılmış. Usta, dağılan sazı sakince toplayıp, yeniden tamir etmiş. Eskisinden pek farklı değilmiş saz, lakin dikkatli bakılınca yaralı olduğu da anlaşılmaktaymış. İşini bitiren usta sazını delikanlıya teslim etmiş:

Şimdi çalabilirsin artık!

Delikanlı şaşkınlıkla almış sazı ve çalmaya başlamış. Şimdiye kadar hiç duymadığı derinlikte ve güzellikte sesler çıkıyormuş sazdan

Yaşlı adam sakince konuşmuş: Sazın büyüsü yarasındadır. Ancak yaralı bir gövdeden çıkan ses içli ve ezik olabilir.

İnsan kalbi değil rakamlar hükmediyor hayatımıza ve artık sadece istatistikleri var bu ülkenin. Suçluyuz ve kederliyiz. Alnımız, kaybettiklerimizin ve anılarımızın ateşiyle yanıyor.
Emeğe, masumiyete ve inceliğe yer kalmadı ülkemde.
Geçmişle ilişkim özlemden daha çok bir keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder.
Anılarımı yazmak içimdeki tortulları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortullar biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım!
Babamın hastalığının ilerlediği ve yatağa bağımlı olmaya başladığı günlerde, hayat ve ölüm üzerine daha çok konuşuyorduk. İşin doğrusu, bu bahisleri özellikle ben açmaya gayret ediyordum. Yakında kaybedeceğimi bildiğim bir insandan, şimdiye kadar edindiği deneyimler ve tespitlerle ilgili bir yaşam tüyosu almaya çalışıyordum belki de. Bunca yıldan sonra, paylaşmak istediği bir şeyler olmalıydı, değil mi? Hayata, dünyaya ve yapacaklarıma dair bir şeyler, öneriler, birkaç ipucu belki.

Baba, ‘Hayatın nasıl geçti?’ diye sorsalar sana, ne söylerdin mesela, nasıl anlatırdın yaşadıklarını, geçen ömrünü? diye sormuştum bir gün.

Gece yarısı, ıssız bir tarladan, tek başıma geçmiş gibiyim oğlum, demişti.

Oğlum büyüyor artık. Yeni cesaretler ve korkular edinerek. Bir süredir karanlıktan korkuyor. Koridorda tek başına odasına gitmekten çekiniyor. Geçenlerde onunla yalnız kaldığım bir akşam, psikoloji okumalarında rastladığım bir diyaloğun aynını yaşadım. Alt kattan çantasını almış karanlık merdiveni tırmanırken, bir yandan da üst kattaki çalışma odama duyurmaya çalışıyordu sesini:

Baba, konuş benimle. Korkuyorum, burası çok karanlık.

Korkacak bir şey yok oğlum Hem, ne faydası olacak, beni görmüyorsun ki.

Olsun, konuş. Biri konuşunca aydınlık oluyor.

İki gündür aralıksız yağan kar tüm aileyi bir araya toplamıştı. Hepimiz salondaki sobanın etrafına dizilmiş, ortadaki tepsiden kavurga, kuru üzüm ve ceviz yiyorduk. Adam boyunca kar, çarşıya inen tüm yolları kapatmış, fırtına herkesi evin içine hapsetmişti sanki. Tam bu sırada elektrikler gitti. Bir süre hiçbir şey yapmadan sessizce bekledik. Annem kalkarak depo gibi kullandığımız yan odaya geçti. Az sonra camını hohlayarak temizlediği bir gaz lambasıyla döndü. Epeydir kullanılmadığı anlaşılan lambanın kaybolmuş fitilini yavaşça uzattı, abim fitili yaktı ve cam yerleştirildi. Gölgelerimizin uzadığı, hüzünlü bir ışık yayıldı salona. Hiç kimse konuşmuyordu artık. Hızını artıran rüzgâr, görünmeyen deliklerden odaya sızıyor, lambada küçük titreşimler yaparak duvara vuran gölgelerimizi ileri geri oynatıyordu. Annemin, babamın ve ebemin yüzlerine baktım çekildiğim köşeden. Sessiz, içli bir andı. Herkes, uzak ülkelerden tesadüfen bir araya gelmiş seyyahlar gibi oturuyordu odanın ortasında. Bu hal ne kadar sürdü hatırlamıyorum, birden elektrikler geldi. Kamaşan gözlerimizle rüyadan uyanmış gibi baktık birbirimize. Annem bir yandan lambayı söndürüyor, bir yandan da mırıl mırıl bir dua okuyordu:

Nur içinde yat Edison, mekânın cennet olsun. Allah senden razı olsun

( ) Mekânlar, kendi başına hiçbir şey değildir. Bir ‘yer’in ‘yer’likten çıkabilmesi ve ‘mekân’ olarak nitelenmesi için, ‘iletişim’in bir uğrak noktası olması gerekir. Mekân, ancak en temel bir insani deneyim olan iletişim ile ilişkisi halinde mekân olur, aksi halde bir ‘yer’ olarak kalır. (*)

( )

Mekânlarımızı anılarımızla var ederiz. Anılarımız kalbimizdir.

( )

Ünlü gezgin Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatır Kubilay Han’a. ‘Peki, köprüyü taşıyan taş hangisi?’ diye sorar Kubilay Han. ‘Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,’ der Marco. Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: ‘Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.’ Marco cevap verir: ‘Taşlar yoksa kemer de yoktur.’ (**)

Ah, bir anlayabilseniz şu basit gerçeği.

#8212; #8212;
(*) Serdar Öztürk – Mekân ve İktidar
(**) Italo Calvino – Görünmez Kentler

Faşizmi çocuklar da anlayabilir, diye başlar bir şiirine E. Günçe. O’na göre faşizm, dayak yemektir serseri bir babadan ve karanlık bir odaya kapatılmaktır, hakkını istemekte direttiğin zaman

Faşizm, bence de anlaşılması zor bir şey değildir.

( )

Yüksek teknolojili emar merkezlerinin yanı başında, hâlâ ishalden ölen çocuklardır. Yoksulluktur, kederdir. Dünyanın en ağır hastalığıdır faşizm.

Uykusuz ve yorgun bir hastane sabahındasınız diyelim. Gözünüzden uyku akıyor ve servisin koridorundan sallanarak odanıza gidiyorsunuz. Sabah kahvaltısını dağıtan görevliler geçiyor yanınızdan. Epeydir 401’de yatan ve artık terminal safhada olduğunu bildiğiniz kadın hastanızı görürsünüz yarı açık kapıdan. Genç anne, kendisine verilen kahvaltıya hiç dokunmadan saklayıp, her sabah okula giderken yoksul giysileriyle yanına gelen küçük oğluna yedirmeye çalışır, binbir zahmetle yatağından doğrularak. Faşizm, bu kadının ve çocuğunun yaşadıkları olabilir mi mesela?

( )

Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir.

( )

Faşizm, parmağını sallamaktır her seferinde. Çocuklara, kadınlara ve yaşlılara düşman olmaktır. ( ) Nefes alacak hava, bakacak gökyüzü, içecek temiz su bırakmamaktır faşizm.

Evet, iyi anladınız; faşizm sıraya girmektir. Hizaya gelmektir. Mecburen selam vermektir. Başını önüne eğmektir.

Ben hep böyle gidecek zannettim ömrümü.
Urfalı Şahe’nin kuşağı ise oğluna kaldı. Şahe, çok erkenden ve kendinden bilmem kaç yaş büyük bir adamla evlendirilmişti. Kocasının evine zılgıtlarla gönderilirken, babasının söylediği lafı da hiç unutmadı Şahe.

Artık senin evin orası. Bizimle bir bağın kalmadı. Buraya geri dönersen ancak tabutun içinde dönersin.

Hikâyenin sonunda babasının dediği çıkar. Onca eziyet ve dayaktan sonra, baba evine dönemeyen Şahe kendine başka bir yolculuk seçer, evin banyosundaki bir çengele asar kendini. Bir buçuk yaşındaki oğlunu da geride bırakmayıp, kendinden ayırmamak için, bir kuşakla sıkıca sırtına bağlar. Çocuğun ağlamasıyla kapıyı kırıp içeri girdiklerinde, Şahe’nin ölüsünü bulurlar.

Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor, ne tuhaf. (*)

( )

Niye bitmez bu toprakların acısı?

#8212; #8212;
(*) Onur Ünlü – Resulullahla Benim Aramdaki Farklar şiirinden

Ebemi, kocaman pütürlü elleriyle sıvazlayıp dualar okuyarak, yıkanmış şeker çuvalından biçilmiş göynek leri cılız bedenime giydirirken hatırlarım hep. Bir de her sabah, salonun köşesindeki yatağına oturmuş, uzun bir kuşağı annemin yardımıyla döne döne beline sarmasını. Kuşak beline dolandıkça havaya doğru dikilir, canlanırdı sanki. Evimizin direğiydi ebem ve kuşağı da o direğin nişanesi gibi sallanırdı belinde.

( )

Otobüsten inip hızlı adımlarla evimize yürüyorum. Evin önünde gezinen ebem olmalı. Uzakta pek anlaşılmasa da, yaklaştıkça, beline bağlı ince uzun bir kuşağın diğer ucunun evin kapısına bağlı olduğunu anlıyorum. Bir zamanlar törenle beline sarılan kuşak, şimdi zinciri olmuş. Kuşağın bir ucu dış kapının koluna, diğer ucu da beline bağlanmış. Epeydir başka bir gerçekliğin içine yuvarlanmış ebemi sıkıca kucaklıyorum.

Kaçıyor, gidiyor oğlum, köye gideceğim diye. Ne yapalım, başka çare bulamadım, diyor annem elinde tepsiyle bahçedeki fırına giderken. Bir elim ellerinde, diğeri kuşağının ucunda sessizce oturuyorum ebemle.

Bir anne peşindeki cellatlardan iki çocuğuyla birlikte kaçamayacağını anlayınca büyüğünü bırakıp küçüğüyle kaçmaya çalışır. Geride bıraktığı kız çocuğu annesinin arkasından, Daye, ça mı cawerdana? (Anne niye beni bırakıyorsun?) diye ağlar. Anne, dayanamaz döner, onu bıraktığı yerden alır, ama bu kez de küçüğünü bırakır. Annenin, kendisine niye küçüğünü bırakıp büyüğüyle kaçtığını soranlara verdiği cevap, dilerim ölünceye kadar aklınızdan çıkmaz:

Büyüğü arkamdan ağladı, ağlamasına dayanamadım. Küçüğününse dili yoktu, o kaderine razı geldi, onun için bıraktım onu!

Can Yücel, Siyasi Şiirler in birinde, bir mahkûmun işkencede başına gelenleri anlatır. Falakada patlatılan tabanlarından kopardığı deri parçalarını mahkemeye sunmak için kibrit kutusunda saklayan mahkûm, yapılan aramada şüpheli nesneyi yakalatır. Mahkemede konuşmasını engellerler diye buldukları şeyin ne olduğunu söylemez. Kibrit kutusunda esrar saklıyor, diye cezaevi müdürünün karşısına çıkartırlar. Orada, çaresizce tüm gerçeği anlatır mahkûm. Sorgulama, kibrit kutusundaki bilinmeyen maddeyi ilk yakalandığında esrar a yorarak (!) daha iyi anlamak için deri parçalarını ısırıp yalayan gardiyanın kusmasıyla biter.
Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye saygısı olmaz
Kişi gönlü ile konuşabilir
İnsan kalbi değil rakamlar hükmediyor hayatımıza ve artık sadece istatistikleri var bu ülkenin. Suçluyuz ve kederliyiz. Alnımız, kaybettiklerimizin ve anılarımızın ateşiyle yanıyor
Yalnızca öldüğümüz yer bizimdir
Tüm bunları niye yapıyoruz birbirimize? Süslü ve büyük lafların arkasına saklanarak. Hiç utanmadan ve bundan sonra bu utançla nasıl yaşayacağımızı düşünmeden.
İnsanlığın ortak vicdanına dair, çocuklarımızın acılarından ve sitemlerinden başka bir şey gelmiyor aklıma
Onların saçlarından başka tutunacağımız vicdan kalmadı artık
Hâlâ bir ateş var avuçlarımızda biliyorum, üflenmeyi bekleyen
Unutmak ihanettir çünkü!
İnsanın vicdanı da zamana bağlı ve yalnız onunla var oluyor
Zulmün en son vardığı yer gibi gözükse de, haklılığın son çaresidir susmak.
“Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünya’da yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız.

Ercan Kesal / Cin Aynası

Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara.
Dünyadaki en büyük suç ırkçılıktır.
Hayat, hiçbir şeyin artık hiçbir zaman değişmeyeceğini bağırarak kaybolan haylaz bir sokak çocuğu gibi bakıyordu sokağın köşesinden.
Ahlâk, en olmaz zamanlarda Ben buradayım arkadaş, diyebilmektir.
Çocuklarımız için bir dünya kurmak yerine, kendi sülfi iktidarlarımız için çocuklarımızı feda ettiğimiz bir dünya yarattık Yazıklar olsun.
Dünyayı değiştirecek olan şeyler filmler, resimler ya da edebiyat değil, o filmleri seyreden, o kitapları okuyan ya da o resimlere bakan ve işte tam bu yüzden değiştiği için, dünyayı değiştirmeye karar veren insanlardır. Belki de en büyük suçumuz, kendi kendimizi değiştirmeden başkalarını değiştirme, başkalarına öğretme girişiminde bulunmamız, ‘dünyayı sanat yoluyla değiştirme’ çabasına girmemiz. Dünyayı değiştirmeden önce insanın kendini değiştirmesi gerekiyor.
Zamanın kendine ait bir şiddeti ve gücü var. Bu yüzden hatırlamak bize keder veren bir şey. Ama aynı anda, yaşamla doğa arasında, doğayla sanat arasında ve insanın kendisiyle bilinci arasında güçlü bir bağ kurmasına da vesile oluyor. Bu tarafıyla da sağaltıcı, diri tutucu bir şey. Kişinin bilincini diri tutuyor. Vicdanını yani
Aslolan hayattır!
Dünyayı değiştirecek olan şey filmler, resimler ya da edebiyat değil, o filmleri seyreden, o kitapları okuyan ya da o resimlere bakan ve işte tam da bu yüzden değiştiği için, dünyayı değiştirmeye karar veren insanlardır. Belki de en büyük suçumuz, Kendi kendimizi değiştirmeden başkalarını değiştirme, başkalarına öğretme girişiminde bulunamamız, ‘dünyayı sanat yoluyla değiştirme’ çabasına girmemiz. Dünyayı değiştirmeden önce insanın kendini değiştirmesi gerekiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir