İçeriğe geç

Söyle Margos Nerelisen? Kitap Alıntıları – Mıgırdiç Margosyan

Mıgırdiç Margosyan kitaplarından Söyle Margos Nerelisen? kitap alıntıları sizlerle…

Söyle Margos Nerelisen? Kitap Alıntıları

Benim ‘ben’ oluşum, varlığım veya var olmayışım, benim hiçte özgür olmayan irademin dışında belirleniyordu.
Dışarda kar dizboyu iken, lapa lapa kar yağarken, ‘kımbo’ ve idare lambasının ışığı altında pestilin içine ceviz içi koyarak hiç ye­diniz mi? Tadını bilir misiniz?
Bemurad! Minkle ısink, zar, ısonkmerir.
Muradıza ermiyesız! Biz de bunlar herhalde öldi dedığh.
Bir şeyi elde edip kavuştuktan sonra hep böyle mi davranıyorlardı? Yoksa elde ettikleri her şey değerini, cazibesini mi yitiriyordu? Öyleyse sahip olmak için neden yırtınıp duruyorlardı? Bu ne biçim iş, ne menem bir gidişti!
”Ti-li-li, ti-li-liü bizim yörelerde Ermeni’nin, Kürt’ün, Türk’ün, Sür­yani’nin, Keldani’nin, hasılı tüm toplumun sevinç çığlığıdır. Dü­ğünlerde, toy larda, nişanlarda, sünnetlerde çağrılıp söylenir. Ti-li­ li siz sevinç olmaz!
Ey göklerdeki babamız, ismin mübarek olsın! Melekûtun gelsin! Gökte oldıği kimi, yerde de senin iraden olsın! Günlığ ekmeğimizi begün bizlere ihsan eyle. Bizi günehlerımızden azad eyle. Bizleri kö­tilığlardan kori; çünkim ilelebed güçli ve herşeye kadir olan Sensen
Amele Sarkis küf, rutubet ve günlük kokan, mum isinin zamanla iyiden iyiye kararttığı, her tarafı solmuş, yağlı boya İsa, Meryem Ana ve aziz tablolarıyla, haçlar, İnciller, şamdanlarla tıkış tıkış dolu olan kiliseye daha ilk adımını attığında gözü Son Yemek Tablosu’na takılırdı. Uzunca bir tahta masanın tam orta yerinde bir iskemleye oturmuş nur yüzlü Hazreti İsa, her iki yanında altışardan on iki havari Hazreti İsa’nın önünde paylaşılmaya hazır bir somun ekmek Tüm havarilerin gözü, kendilerine iyiliği, kardeşliği ve sevgiyi öğretip aşı­layan Hazreti İsa’da Lüsye Baco’nun kocası Amele Sarkis bu tabloya her bakışında bu havarilerle göz göze geliyor ve onlardan hangisinin İsa’ya ihanet ede­rek çarmıha gerilmesine neden olduğunu düşünüyor, ancak bir türlü karar veremiyordu.
Karacadağ’ın yüksek tepelerindeki karlar eriyip küçük birer ak le­keye dönüştüğünde, leylekler Diyarbakır surları üzerinde, Paşa Ha­mamı, Deve Hamamı, Çardaklı Hamamı kubbelerinde, Yıkık Minare üzerinde yuvalarını kurarken, çatal kuyruklu kırlangıçlar akşam sa­atlerinde damlarda kurulan ‘tahf’lara pike yaptıklarında, Dicle Nehri azgın sularından arınıp cılız bir çay gibi aktığı günlerde, Diyarbakır’ a yaz gelmiş demektir. Demek ki cehennemi başka bir yerde aramaya gerek yoktur.
Bizim oralarda, bizim yörelerde, Diyarbakır’da, Dicle kıyılarında, ulu Tanrı’mızın güneşi, özellikle yaz aylarında güneş olmaktan çıkar, ateş topuna dönüşür, başımızdan aşağı acımasızca yağar, avlumuzun zavallı yaşlı siyah taşlarına çöreklenirdi. Toprak evimizin bu yaşlı taş­larında gün boyu durmadan başlarını gök yüzüne çevirir, gelen geçen bulutlardan bir damla yağmur, iki damla gözyaşı dilenir, yaşam kav­gasında ‘su, su, suuu’ diye inlerlerdi.
Evet, doğmak zorunda olduğum için doğmuştum.
Bencil, duygusuz bu insanlarla nasıl başa çıkacağımın hesaplarını yaptığım o ilk günü unutmam mümkün müydü!
ya bu çocuk da maazallah diğer çocuklar gibi, Diyarbakır yazının cehennemi sıcağına dayanamaz da aniden hastalanıp öte tarafı boylarsa
Heredan, Heredan, Heredan, baba ocağı, ana kucağı Tüm bir kuşak, çoluk çocuk, senden koptu, koparıldı, parça parça, berdan berdan . Ama seni hiç unutmadı, unutamadı. Dudaklarda öpücük, gülücüklerde hüzün, kalplerde özlem oldun. Mezarlar üstünde dikilen taşlarda nakış oldun, süs oldun
Dışarda kar dizboyu iken, lapa lapa kar yağarken, kımbo ve idare lambasının ışığı altında pestilin içine ceviz içi koyarak hiç yediniz mi? Tadını bilir misiniz?
Bizler, eş dost, akraba veya komşularımıza kafamıza estiği an, istediğimiz zaman kalkar gideriz. Önceden haber vererek, izin isteyerek, var olmayan telefonlarımızla arayıp,
Yarın ağşam size mısafırlığa gelecağığ, işız vardır?
Evdesız?
Kefız yerındedir?
Bizi kabul edisız? gibi saçma sapan sorularla vakit geçirmeyiz! Kalkar, yola düşer gideriz. Hepsi o kadar.
Hep beraber aynı kaptan yer, aynı tastan içerdik. Hep beraber yenen yemeğin tuzlusu, tuzsuzu olur muydu?
Oçharnerti duvir, ar zavagti!
Tann’nın bizim yöre Ermenicesiyle ilettiği bu buyruğunun Türkçesi şudur: ‘Koyunlarını verdin, al çocuğunu!’
Bu Mıgırdiç adlı velet, yedi kurbanlık koça karşılık yaşama hakkını elde etmekle, aynı zamanda rahmetli dedesinin de adını ve anısını yaşatma olanağını elde eder.
Bu Mıgırdiç, benim!
Diyarbekir dört yıldır
Suyu güzel ve boldır
Senden ricam , bize gel
Ben içeyim sen doldır
Anamın zaman zaman Kürtçe dediği gibi, ‘berdan berdan’ olmuşlar, yani parça parça bitip tükenmişlerdi.
Bu beklenmedik ses bize sanki yıllardan beri kaybettiğimiz, ondan ümit kestikten sonra ansızın karşımızda bulduğumuz bir sevgilinin sesi gibi sıcak ve özlem doluydu.
Galibiyet neden bu kadar tatlıydı?
Saatçi olarak zamanı mı durdurmayı düşlemiştim?
On yaşlarında aşık olmayıp da ne yapacaktım?
“Köylü doğmak elimde miydi? Bunun sorumlusu ben miydim? Orta yerde düpedüz, göz göre göre bir haksızlık vardı. Neden daha doğar doğmaz ben bazı şeylerden yoksun bırakılıyordum?
Karnı doyan insanların mutluluğu yüzüne mi yansırdı?
Tüm bu acımasız işkencecilere küfür etmeden, onlara veryansın etmeden rahatlayabilir miydim!
benim ‘ben’ oluşum, varlığım veya var olmayışım, benim hiç te özgür olmayan irademin dışında belirleniyordu.
Tüm insanların dış görünüşleri birbirinin aynıdır diye, aynı kefede, aynı terazide ne zamandan beri tartılmaya başlanmıştı?
Başkaları da vardı. Bunlara göre de Tanrı’nın esas evi, insanların vicdanı ve onun sesiydi. Bu sese kulak verenler, bu sesi dinleyenler eninde sonunda mevlasını bulurdu. Bulamayanlar ise belasını!
Tanrı’ya ulaşmak, O’na varmak için kendi aramızda kıran kırana yarışırken, bunun sadece ve sadece bir tek yolu olduğunu, onun da Tanrı’ya inanmaktan başka bir şey olmadığını dilimizden düşürmüyorduk, ama yine de o biricik yolu ararken değişik yönlere gidiyorduk.
Biz, geride kalanlar, biz, yaşayanlar, şimdi evimizi, dut ağacımızı, nar ağacımızı ve onların gölgesini arıyoruz
Bizler hep beraber, kardeş kardeşe büyüdük.
Ölilerın adi, uğırsızlığ getıri!
Tanrı’nın işine akıl sır ermez!
Diyarbekir dört yoldur
Suyi güzel ve boldır
Senden ricam, bize gel
Ben içeyim sen doldır
De ki, kış bastırmış, her taraf tipi zozan . İçerde, odun ateşinin ısıttığı sıcak odada anan, baban, deden, nenen, kardeş ve bacılarınla si­ninin başına bağdaş kuruyorsun ve önündeki kocaman tavada erimiş, göz göz patlayan sıcak yağın içinden nefis kavurma sana bakıyorsa, boğazına kadar tok bile olsan kavurmaya dalmaz mısın? Hele bir de dışarda kar bacayı sarmış, damdaki loğ taşını bile örtmüşse, tipiden göz gözü görmüyorsa, rüzgar bacadan üfür üfür girip pencereden çıkıp gitmek için boşuna vınlayıp duruyorsa, daha yeni yeni lambayı gaz­yağıyla doldurmuş, eski fitilini değiştirmişsen, odun sobası nar gibi kızarmış, çıtırtılarıyla tüm odayı türkülere boğmuşsa, o tadına doyum olmayan kavurmanın üstünde anan bir de kümesten getirdiği taze yu­murtalarla güneşler açtırmışsa, hele hele bir baş kuru soğanı da yum­ruklayıp kırmışsan, artık bıçağa, çatala, gerek var mı? Alır koparırsın ekmeği, saldırırsın tavaya!
Bir yanda Müslüman, diğer yanda Hıristiyan biri ve sonunda bir
evlilik olacak şey miydi! Dünya tersine belki dönebilirdi ama, böyle
bir şey olamazdı! Zaten böyle bir duaya da ne hoca, ne hacı, ne imam, ne de papaz ‘amin’ derdi. ‘Amin’ diyecek kişi de henüz anasının karnından doğmamış ve güneş yüzü görmemişti.
Demircilikte kendilerine rakip tanımayan Ermeniler, kuyumculukta Süryaniler tarafından zorlanıyorlardı. Süryanilerin çoğunluğu kuyumcuydu. Kuyumculuğun dışında ipek böcekçiliği,
puşi cilikte de başı çekiyorlardı. En çok da Buğday Pazarı çevresindeki terzi dükkanlannda Kürtlere diktikleri şalvarlarla ünlüydüler.
Onun kaşığı, pabuç kadar büyük pembe diliydi. Dilini kaşık gibi kullanmakta çok mahirdi ama, bu şapur şupurların, bu, ”ben içeyim, sen doldırların Hanım Baco’nun kulağına gideceğini doğrusu hiç tahmin etmiyordu. Oysa Hanım Baco, Mestan’ın gözden kaybolduğu anlarda muhakkak bir yerlerde dümen çevirdiğini bildiğinden, zaten fazla gecikmeden lülüg ü Mestan ın ensesine indirmişti. Mestan ensesinde boza pişiren lülüg ün tadını alınca, onun da ağaçtan değil, bilakis demirden olduğunu ve hele hele kaval-maval gibi bir şey olmadığını şıp diye anlamıştı.
Diyarbekir dört yoldır
Suyi güzel ve boldır
Senden ricam, bize gel
Ben içeyim sen doldır
Uyy, uyy, ezim ezim ezilesen, geberesen! Uyy, uyy, uyy, işşallah
kurtlanasan, koğhasan, eşeğin oğli! Gene nerden düştün?
Diyarbekir dört yoldır
Suyi güzel ve boldır
Senden ricam, bize gel
Ben içeyim sen doldır
“Til-li-li , til-li-liii “ bizim yörelerde Ermeni’nin, Kürt’ün,
Türk’ün, Süryani’nin ,Keldani’nin, hasılı tüm toplumun sevinç çığlığıdır..
Düğünlerde “toy” larda , nişanlarda , sünnetlerde, çağrılıp söylenir .
“Ti-li-li “ siz sevinç olmaz!!
.
Her darbe döneminde şikayet edilmeyen ya da etmeyen kalmıyordu nerdeyse. Toplum nerelere getirilmişti. Kışlalar, hapishaneler dolduruluyordu.
Uyy, uyy, ezim ezim ezilesen, geberesen! Uyy, uyy, uyy, işşallah kurtlanasan, koğhasan, eşegin oğli!
Hep beraber aynı kaptan yer, ayın tastan içerdik. Hep beraber
yenen yemeğin tuzlusu, tuzsuzu olur muydu?
Müslümanlarin tüm Hıristiyanlara toptan gavur demelerine karşılık, Hıristiyanlar da tüm Müslümanlara toptan Dacik diyorlardı.
Başkaları da vardı. Bunlara göre de Tanrı’nın esas evi, insanin vicdanı ve onun sesiydi. Bu sese kulak verenler, bu sesi dinleyenler
eninde sonunda Mevla’sinı bulurdu. Bulamayanlar ise belasinı!
“ Diyarbakır dört yoldır
Suyu güzel ve boldır
Senden ricam bize gel
Ben içeyim sen doldır “
Bizim oralarda, bizim yörelerde, Diyarbakır’da, Dicle kıyı]annda, ulu Tann’mızın güneşi, özellikle yaz aylarmda güneş olmaktan çıkar, ateş topuna dönüşür, başımızdan aşağı acımasızca yağar, avlumuzun zavallı yaşlı siyah taşlarına çöreklenirdi. Toprak evimizin bu yaşlı taş­ lan da gün boyu durmadan başlanru gök yüzüne çevirir, gelen geçen bulutlardan bir damla yağmur, iki damla gözyaşı dilenir, yaşam kav­ gasında ‘su, su, suuu’ diye inlerlerdi.
Ti-li-li, ti-li-lii bizim yörelerde Ermeni’nin, Kürt’ün, Türk’ün, Süryani’nin, Keldani’nin, hasılı tüm toplumun sevinç çığlığıdır.
Diyarbekir dört yoldır
Suyi güzel ve boldır
Senden ricam, bıze gel
Ben içeyim sen doldır.
Yitirdiğim çocukluğumu arıyorum.
Başkaları da vardı. Bunlara göre de Tanrı’nın esas evi, insanların vicdanı ve onun sesiydi. Bu sese kulak verenler, bu sesi dinleyenler eninde sonunda mevlasını bulurdu. Bulamayanlar ise belasını!
Bizim oralarda,bizim yörelerde, Diyarbakır’da,Dicle Kıyılarında Ulu Tanrı’mızın güneşi , özellikle yaz aylarında güneş olmaktan çıkar, ateş topuna dönüşür.başımızdan aşağı acımasızca yağar,avlumuzun zavallı yaşlı siyah taşlarına çöreklenirdi.
“Bir şeyi elde edip kavuştuktan sonra hep böyle mi davranıyorlardı? Yoksa elde ettikleri her şey, değerini, cazibesini mi yitiriyordu? Öyleyse sahip olmak için neden yırtınıp duruyorlardı? Bu ne biçim iş, ne menem bir gidişti!”
Bir şeyi elde edip kavuştuktan sonra hep böyle mi davranıyorlardı? Yoksa elde ettikleri her şey, değerini, cazibesini mi yitiriyordu? Öyleyse sahip olmak için neden yırtınıp duruyorlardı? Bu ne biçim iş, ne menem bir gidişti!
Ben her gün, her mevsim, yaz kış demeden, aşık olmadan edemiyordum.
Mestan adam olmadi olmayacağ! Kedi geldi kedi gidecağ! Yazuğ oldi verdığım emeglere!
Anam haklıydı. Klisemizin papazı Der Arsen bile Mestan’ı haksız bulduğu için, evimize geldiği bayram ziyaretlerinde bu düşüncesini dile getirir, anamı teselli ederdi:
Emeglerine yazuğ olmadi! Sen elınden geleni yaptın, oni doğri yola getirmağa çalıştın, ama o, ne yazuğ ki sukaklarda, ‘küçe çığhmaz’larda dolandi, durdi. Rabbımız her gün ve her daim sızi, ikinızi de yuğharidan seyretti, kimın günağ, kimın sevab işledığıni güni günınde defterine yazdi. ‘Tadastan’ güni, yane Rabbımızın hüzırında son ifadelerımızi veracağımız o hisab günınde, işallah özım de yanınızda olacağam ve nesib olursa, ‘Rabbım, inan ol ki, Hanım kulın eyi bir insandi, özım de onın şahidiyam’ diyecağam.
Diyarbekir dört yoldır
Suyi güzel ve boldır
Senden ricam, bıze gel
Ben içeyim sen doldır.
“Cehü” Yahudilere Kürtçe de verilen addı.
Biz Hristiyanlar ise Yahudilere “Moşe” diyorduk .
Hristiyanların hepsi toptan “Gavur “ veya “Fılle” oldukları halde kendi içlerinde Ermeni , Süryani, Keldani ve Pırot’tular .

Ermeniler ise Süryanilere “Asori” derlerdi .
Müslümanların tüm Hristiyanlara toptan “Gavur” demelerine karşılık , Hristiyanlarda tüm Müslümanlara toptan “Dacik “diyorlardı”

Ama tüm bunların dışında gerçek olan şuydu ki , deliler bir safta, geriye kalan digerleri , yani Dacikler , Gavurlar , Haçolar, Kızılbaşlar, Yezidiler, Ermeniler , Türkler , Kürt’ler ,Keldaniler, Süryaniler , Asoriler, Pırotlar, Fılleler, Moşeler, Cehüler , Dürziler, hep beraber diğer saftaydık .

Her iki safta yerini almayan bir de Rumlar vardı ama onlardan Diyarbakır’da ilaç için arasanız bir tane bulamazdınız. Köşede bucakta belki kalmıştır ,
“kıtti “ gibi turşu kurmaya yarar diye aradığınız zaman, boşuna heveslenirdiniz !!

“Köylü doğmak elimde miydi ? Bunun sorumlusu ben miydim ? Orta yerde düpedüz, göz göre göre bir haksızlık vardı . Neden daha doğar doğmaz ben bazı şeylerden yoksun bırakılıyordum .”
“Bir şeyi elde edip kavuştuktan sonra hep böyle mi davranıyorlardı ? Yoksa elde ettikleri her şey , değerini, cazibesini mi yitiriyordu ? Öyleyse sahip olmak için neden yırtınıp duruyorlardı ? Bu ne biçim iş ,ne menem gidişti !!!”
“Dünyada olacak şeyler vardı, bir de olmayacaklar .”
Bizler ‘ Su akar , deli bakar ‘ diye alay edilmeyi hak etmiş olabilirdik ama bizim de babadan, dededen kalma kendimize özgü alışkanlıklarımız vardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir