Bartolomé de Las Casas kitaplarından Bir Kara Talih: Kızılderililer kitap alıntıları sizlerle…
Bir Kara Talih: Kızılderililer Kitap Alıntıları
Zorba, altın evi vermediği takdirde kralı işkence edilmeye mahkum etti. Bir taraftan idam ederken diğer taraftan da karnına kızgın içyağı atıyorlardı. Sonra her ayağına, kazığa tutturulmuş bir demir bağladılar. Boynunu da başka bir kazığa bağladılar. İki adam ellerini tutuyordu. Kralın ayaklarını ateşe verdiler. Zaman zaman zorba giriyor, altını vermezse böyle yavaş yavaş işkence ederek öldürüleceğini söylüyordu
İspanyollar süt bebeklerini kollarından tutup, atabildikleri kadar uzağa fırlatıyordu. Sebepsiz yere pek çok işkence ve zulümler yapıyorlardı. Bunlar beni dehşete düşürüyordu.
Oraya gelen Ocana isimli bir papaz adayı, yanan bir erkek çocuğu ateşten çekti. Başka bir İspanyol gelerek, çocuğu elinden alıp yeniden alevlerin ortasına attı.. Çocuk orada diğerleriyle birlikte kül oldu. Yerliyi böyle ateşe atan bu İspanyol, aynı gün kampa gelirken aniden yolda öldü.
İspanyolların çok sayıda yerliyi toplayıp, üç büyük eve kapattığını beyan ederim. Evleri tamamen doldurdular sonra da ateşe verdiler.
Bulundukları evden çıkmak istemeyince kılıçtan geçirildiler. Bir yandan da şöyle bağırıyorlardı: Biz size barış içinde hizmet etmeye geldik. Siz de bizi öldürüyorsunuz. Kanımız haksız ölümümüzün ve zulmünüzün kanıtı olarak bu duvarlarda kalsın. Kuşkusuz bu dikkate değer, özellikle, insanlıktan zerre kadar nasibini alamamış bu zorbaları tanımak için önemli bir ibrettir.
İnsan değil, vahşi hayvanların yaptığı bunca iğrenç, korkunç, kanlı eylemi anlatmaktan yorgun düştük.
Fakat bu katliamlar çok fazla olmadı. Çünkü daha fazlasını yapamadan Tanrı onların canını aldı.
İspanyollar, gittikleri her eyalette şarkılarla, danslarla, pek çok altın hediyeyle karşılanıyordu. Sonra en büyük beyi yakalıyorlardı. Bütün bölgeye dehşet salmak için yerlileri kılıçtan geçirip parçalara ayırarak teşekkür ediyorlardı.
Tanrı ve insan sevgisi buyruklarına uyuyor mu, yoksa uymuyor mu, yargıya varılsın! Madem ki yerliler dinsiz, dini ayinlerden uzak ölüyorlar, İspanyollar da kendi insanlarını maddi, manevi ölüm tehlikesine atıyor. Diğer taraftan yerlilere öyle korkunç bir hayat yaşatıyorlar ki onları birkaç günde yokediyor, öldürüyorlar. Çünkü insanların suyun altında nefes almadan uzun süre yaşaması imkânsızdır. Suyun soğuğu aralıksız içlerine işler; hepsi genelde kan tükürerek ölür. Onca zaman ve sürekli nefessiz kalmaktan göğüsleri güçlükle solur. Soğuğun sebep olduğu ishalden de ölürler.
Niyetleri kutsal dini öğretip yaymak, kendilerine sunulacak her türlü acıya ve ölüme çarmıha gerilmiş İsa adına katlanmak ve bütün ruhları kurtarmaktı.
Yerliler onları akrabaları ya da çocukları gibi evlerinde ağırlıyor, verebildikleri her şeyi veriyor, mümkün olan en iyi şekilde onlara hizmet ediyordu. Gerçek şu ki bu sahil sakinlerinin 1510’dan beri İspanyollar yüzünden uğradığı haksızlıklar, küfürler, hakaretler ve sömürüler ne kolayca ne de detaylı olarak anlatılabilir.
O zaman yerliler genellikle şöyle söylerdi: Hadi, kötüsünüz; daha fazla yapamıyorum, beni hemen öldürün, burada ölmek istiyorum. Bunu, derin iç çekişleriyle, elleri kalplerinin üstünde, korku ve acı içinde söylerdiler. Ah! Bu masum yaratıkların, sefil İspanyollar yüzünden çektikleri felaketlerin, belaların yüzde biri anlatılabilseydi! Tanrı onları kurtarabilecek ve kurtarması gerekenlere anlatsın!
Tanrı ve kral hizmetkârları değil kanun ve kral hainleri var. Gerçekte, savaşçı yerlileri barışa, barışçı yerlileri dinimizi tanımaya götürmedeki en büyük engelin, Hıristiyanların barışçı yerlilere yaptığı kaba ve cani muamele olduğunu düşünüyorum. Yerliler bundan dolayı öyle hırçın, öyle huzursuz oluyorlar ki onlar için hiçbir şey Hıristiyan isminden daha iğrenç daha nefret verici olamaz.
1529’da ne Tanrı korkusu, ne de insan soyu için merhamet duyan kararlı büyük bir zorba, kalabalık bir grupla geldi. Beraberindekilerle birlikte öyle çok zarar verdi, katliam ve dinsizlik yaptı ki kendinden öncekileri geçti. Bu eyalette yaşadığı 6-7 yıl boyunca birçok hazine çaldı. Kaldığı yerden kaçarken günah çıkaramadan öldü
Bu insanlar cahillikleri ve sefaletleriyle kalakaldılar. Din adamları, en önemli anda yerlileri Tanrı’nın iyi haberinin ve inancının desteğinden mahrum bırakıyorlardı. Oysa yerliler doymak bilmeden bu bilince varıyorlardı bile. Bu, yeni ekilmiş bitkilerin suyunu kesmek gibi bir şeydi. Ve bütün bunlar İspanyolların açıklanamaz hatası ve ustaca kötülükleri yüzündendi
Acaba bizim tanrılarımız diğer milletlerinkinden daha iyi değil miydi?
Kötülükler ve günahlar onlardan uzaktı. Bu insanlar Tanrı’yı tanımaya kadir ve lâyıktı.
bir zorba, bazı yerlilerin putlarını sakladıklarını keşfetti. İspanyollar onlara daha iyi bir Tanrı’nın varlığını hiçbir zaman öğretmemişlerdi
Bir beyle karşılaştıkları zaman, zafer için, onu yüksek.alevler içinde yakıyorlardı. Böylesine insanlık dışı kasaplıkları 1524’den 1531’e dek aşağı yukarı 7 yıl sürdürdüler. Katlettikleri yerli sayısı tahmin edilemez.
Hiç sebepsiz şu veya bu şekilde öleceklerini anlayınca, toplanmaya, birleşmeye ve bu cani ve iğrenç düşmanlarından intikam alarak savaşta ölmeye karar verdiler. Çünkü çok iyi biliyorlardı ki sadece silahsız değil, aynı zamanda çıplak, yaya ve güçsüz olarak, böylesine vahşi, atlı ve silahlı bir bölüğe karşı galip gelemezlerdi. Sonuçta yok olacaklardı. O zaman atları düşürmek için yollara çukurlar kazmayı akıl ettiler.
Bu çukurlar atların karnına girmesi için, sivriltilmiş ve ateşle sertleştirilmiş ve hiçbir şey görülmemesi için yeşillik ve otlarla kaplanmış kazıklarla doluydu. Atlar bu deliklere yalnızca bir iki kez düştü Çünkü İspanyollar kaçmayı başardılar, ama intikam almak için canlı yakaladıkları bütün yerlileri yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun bu çukurlara atacaklarını ilân ettiler. Böylece hamile veya yeni doğum yapmış kadınları, çocukları, yaşlıları ve yakalayabildikleri bütün erkekleri oralara attılar. Çukurlar kazıklarla deşilmiş yerlilerle doluydu. Onları, özellikle kadınları ve çocukları, görmek çok acıklı bir durumdu. Diğerlerini mızrakla, bıçakla öldürüyor, sonra da parçalayıp aç köpeklere atıyorlardı
Geçtiği her yeri yakıp, yıkıp, çalarak, katliamlara ve yağmacılığa girişti. Bahanesi her zamanki gibiydi. Yerlilere hiç tanımadıkları, hiç ismini duymadıkları İspanya kralı adına bu insanlıktan uzak, adaletsiz, cani adamlara boyun eğmelerini buyuruyordu. Yerliler, kral diğer İspanyollardan çok daha adaletsiz ve cani olmalı diye düşünüyorlardı. İspanyollar ise, onlara düşünme zamanı bile vermeden, mesaj kadar çabuk geliyor, öldürüyor ve yakıyorlardı.
1524’den 1535’e dek korkunç zulümleri ve katliamlarıyla kendilerine şarap, giyecek ve yiyecek getiren gemilere köle sattılar. Her zamanki diktatörlük yönetimleriyle bu eyaletleri, Naco ve Honduras Krallığı’nı yerle bir ettiler. Gerçek bir zevk cenneti olan bu yerler, dünyanın en çok ziyaret edilen, kalabalık topraklarından daha nüfusluydu. Dönüşte bu eyaletlerden geçtik. Öylesine ıssız, yıkıklardı ki sert bir insanın bile bu manzara karşısında içi burkulurdu. Bu 12 yıl boyunca İspanyollar 2 milyonun üzerinde insan öldürdüler ve 100 mil karenin üzerinde ya şayan 2000 kişi bile bırakmadılar. Sözettiğim kölecilik ile, her gün, kalanları da öldürüyorlar
Daha korkuncu, itaat edenlerin en hayvani köleliğe, inanılmaz işlere ve kılıçla ölümden daha uzun süreli işkencelere maruz kalıp, karıları, çoluk çocukları ve bütün soylarıyla tükenip gittiklerini gördüler. Bu veya dünyadaki herhangi bir halde tehditlerden korkarak itaat edip, yabancı kralın otoritesini kabul etse bile -hırsın ve şeytani bir açgözlülüğünün allak bullak ettiği- bu körler görmüyorlar mı, bu onlara en ufak bir hak tanımaz.
Her eyalette yapılan tahribi, zulüm ve cinayetleri anlatmak zor, hatta imkânsızdır. Zaten anlatılsa bile, buna dayanabilecek insanın taş kalpli olması gerekir.
Tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak korkunç savaşlar yapıldı. Bu işgallerde yapılan katliamlarda ölen insanların sayısı ciddi rakamlar oluşturuyordu. Hiçbir dil, hiçbir yazı, hiçbir insanî beceri, bu topraklarda gerçekleştirilen korkunç olayları anlatmaya yetmez. Bu olaylar bazen aynı anda, beraberce; bazen de değişik yerlerde, ayrı ayrı oluyordu
12 yıl boyunca, bu 450 millik alanda, İspanyollar 4 milyonu aşkın insanı, kadın, çoluk çocuk, genç, yaşlı demeden bıçakla veya mızrakla öldürdüler, ya da diri diri yaktılar. Söylediğim gibi fetih dedikleri, aslında vahşi zorbaların şiddete dayalı işgalleriydi. Bu işgaller sürdükçe, yalnız Tanrı’nın değil, bütün insani kanunların da kınadığı cinayetler devam etti.
1517 yılında, Yeni İspanya keşfedildi. Kâşifler yeni ayaklanmalara ve bazı ölümlere neden oldular. 1518’de, kendilerine Hıristiyan diyen adamlar bölgeyi yağmalamaya, insanları öldürmeye başladılar. Bir yandan da orayı boşaltacaklarını söylüyorlardı. 1518’den bugüne, yani 1542’ye dek Hıristiyanların yerlilere yaptığı her türlü haksızlık, adaletsizlik, şiddet ve baskı son sınıra dayandı, taştı. Hıristiyanlar, Tanrı ve Kral korkusunu, kim olduklarını unutmuşlardı. Kıtadaki onca krallıkta yapılan yıkımlar, zulümler, soykırımlar, kıyımlar, boşaltmalar, hırsızlıklar, şiddetler ve zorbaca eylemler o kadar çok, o kadar kaygı vericiydi ki, anlattıklarımız yapılanların yanında hiç kalır.
Açlık bir kadını, yemek için çocuğunu öldürmeye itebildi
Bir reis (veya bey) kendi arzusuyla ya da korkudan (ki bu daha gerçeğe yakın) ona 9.000 castillan vermişti. Bununla yetinmeyen İspanyollar, bu beyi yakaladılar ve yere çakılmış bir kazığa bağladılar. Daha fazla altın verdirtmek için ayaklarının altını ateşe verdiler. Bey evinden 3.000 castillan daha bulup getirmelerini söyledi. Askerler yeniden işkenceye başladılar. Olmadığından, ya da istemediğinden, daha fazla altın vermeyince, tabanlarından ilikleri çıkana dek onu bu şekilde tuttular. İşte böyle öldü. Altın koparmak için, İspanyollar sayısız kez beylere işkence ettiler, onları öldürdüler
Acıdan yüreği parçalanan yerliler çığlıklar atıyorlardı:
Ah! Kötü adamlar! Vahşi Hıristiyanlar! İraları(*) öldürüyorsunuz. Kadınları öldürmek, erkekler için vahşi ve iğrenç bir hayvanlık belirtisi anlamına geliyordu.
Adanın yerlileri, İspanyol adasındaki gibi köleliğe ve işkenceye mahkum edildiklerinde, birer birer öldüklerini ve çaresizce yok olduklarını gördüler. Bunun üzerine ya ormanlara kaçmaya ya da ümitsizliğe kapılıp kendilerini asmaya başladılar. Karı kocalar, çocuklarıyla beraber kendilerini asıyorlardı.
Vaktiyle yerliler yiyecek ve hediyelerle bizi karşılamaya gelmişlerdi. Bize büyük bir miktar balık, ekmek, yemekler ve daha verebildikleri pek çok şeyi verdiler. Birden şeytan, Hıristiyanların kanına girdi. Hiç sebepsiz, önümüzde oturan 3000’i aşkın insanı kadın, erkek, çoluk çocuk demeden gözlerimin önünde kılıçtan geçirdiler. Orada, hiçbir canlının hayal edemeyeceği büyük bir vahşet gördüm
Bunlara bir de daha büyük ve dikkat çekici bir vahşet eklediler. İnsanları öldürdüler, yaktılar, ızgara yaptılar, vahşi köpeklere attılar. Hayatta kalanlara maden ocaklarında veya başka işlerde baskı ve işkence uygulayıp aşağıladılar. Ta ki bu zavallılar tamamen bitip yokolana dek
Hıristiyanlar üzerinden geçtikleri bölgelerin hepsinde bu masum halka bahsedilen vahşeti uyguladılar: Katliam, zorbalık ve baskı! Her seferinde yeni işkenceler buluyor, gitgide insanlıktan uzaklaşıyorlardı.
Hıristiyanlar, yerlilerin sırtlarında taşıdığı hamaklar -bir çeşit file- içinde dolaşırken, yerliler 100 ile 200 mil boyunca 3-4 arrobe¹” yük taşıyorlardı. Onları daima yük hayvanı gibi kullandılar. Omuzlarında ve sırtlarında yorgun hayvanlarınki gibi yaralar vardı. Hıristiyanların kırbaç ve sopa darbeleri, tokat, yumruk ve hakaretleri ve daha binlerce işkenceyi anlatmaya çok zaman ve kâğıt gerekir.
Bir manastırdaki iyi kalpli, munis din adamlarını düşünün. Her şeyleri çalınsa, öldürülseler, ölümden kaçabilenleri yaşam boyu tutsak veya köle olsa bu din adamları ne kadar suçlu olurlar? İşte yerliler de o kadar suçluydu.
Beşinci krallık Higuey’di. Higuanama isimli yaşlı bir kraliçe tarafından yönetiliyordu. Hıristiyanlar onu astılar. Diri diri yaktıkları, parçalara ayırdıkları, her türlü yeni yeni işkenceler yaptıkları insanları gördüm. Canlı bıraktıkları herkesi köle yapıyorlardı. Bu insanlara yapılan soykırım ve yıkımın özellikleri öylesine çok ki sayfalar dolusu anlatmakla bitmez (Aslında söylenecek çok şey var ama hepsini birden anlatmayacağım). Bu savaşlar hakkında tüm ruhum, vicdanımla inandığım bir gerçeği belirterek konuyu kapatacağım. Burada sözettiğim ve anlatılabilecek daha birçok haksızlık ve vahşetin nedeni kesinlikle yerliler değildi.
Öte yandan Hıristiyanlar onlarla tek bir haklı savaş yapmadı. Tam tersine savaşları dünyadaki hiçbir zorbanın olamadığı kadar şeytansı ve haksızdı. Amerika’da geçen bütün savaşlar için durum aynıydı
Çok ender olarak, yerliler birkaç Hıristiyan öldürdüğü için, Hıristiyanlar kendi aralarında bir karar aldılar. Öldürülen her bir Hıristiyan için yüz yerli öldürülecekti.
Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı.
Atlarını, kılıçlarını ve mızraklarını alan Hıristiyanlar, yerli Amerikalıların daha önce hiç görmediği eylemlere başladılar: Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya loğusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı.
Hıristiyanlar halkı tokatla, yumrukla, sopayla dövüyorlardı, hatta köy beylerini ele geçiriyorlardı. Cüretkârlıkları ve küstahlıkları öyle arttı ki, Hıristiyan bir yüzbaşı, bütün adanın beyi sayılan, en büyük hükümdarın öz karısının ırzına geçti. İşte o zaman, yerliler Hıristiyanları topraklarından kovmak için yollar aramaya başladılar.
Herkesin olanakları ölçüsünde kendi rızasıyla verdiği onlara yetmedi
Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti.
Eğer Tanrı’yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları olurlardı.
Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler.
Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine (beylerine) ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir.
‘Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan çok daha fazla.’ Ama bu övgüleri sıralayan Kolomb, günlüğün bir yerinde de şöyle diyor: ‘Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.’
Amerika kıtası, 12 Ekim 1492’ye kadar, üzerinde güneşin batmadığı bir ülkeydi. Coşkun akarsularla kuşatılmış bu verimli topraklar üzerinde, yeryüzünün büyük medeniyetlerini kurmuş, doğayı katletmeden ondan faydalanmasını öğrenmiş, silahı ve savaşı tanımayan insanlar yaşıyordu.
İspanyollar bu krallıklarda 10 yılda 4 milyonu aşkın insanı öldürdü ve öldürmeye devam ediyor.
-Papaz Marcos de Niza-
“Biz size barış içinde hizmet etmeye geldik. Siz de bizi öldürüyorsunuz. Kanımız haksız ölümümüzün ve zulmünüzün kanıtı olarak bu duvarlarda kalsın. “
-Yerli halk-
Eğer hristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler ,yokettilerse,tek amaçları altın sahibi olmak,kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti.
İspanyol Adası’na ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı,bugün ise 200’den fazla kalmadı.
Amerika kıtası keşfedildiğinde oraya medeniyetten önce ölüm gitti. Vahşet,hırsızlık,soykırım gitti. Peki daha sonra medeniyet gitti mi? Hayır! Çünkü oranın yerlileri “Beyaz Adam”dan daha medeniydiler.
Piskopos Bertoleme de Las Casas ,bu kitapta anlattığı her şeyi bizzat yaşadı. O bir “beyaz”dı. Fakat bu vahşete duyarsız kalamayacak kadar da insandı.
Kötü insanlar! Biz size ne yaptık? Niçin bizi öldürüyorsunuz? Defolun!
Bugün bile, en ciddi, en iğrenç cinayetler işlenmeye devam ediyor. Böylece yukarıda belirttiğimiz kural doğrulanıyor; sömürüler ve korkunç eylemler başlangıçtan günümüze kadar sürekli çoğalarak geldi.
Bu alçak adam ve bölüğünün bu krallıklarda yaptıkları soykırımlar, yıkımlar saymakla bitmez.
Bu uğursuz, kötü valinin elinde uyarıları nasıl yapacağına dâir talimatlar vardı. Her ne kadar saçma, mantıksız ve haksız da olsalar, bu talimatlar uyanları haklı gösteriyordu.
Katliam, zorbalık ve baskı! Her seferinde yeni işkenceler buluyor, gitgide insanlıktan uzaklaşıyorlardı.
Tam tersine savaşları dünyadaki hiçbir zorbanın olamadığı kadar şeytansı ve haksızdı.
40 yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar.
Amerika kıtası, yeryüzünün gördüğü en trajik alışverişlerden birine sahne olmuştur. Yerliler altın, yiyecek ve toprak verdiler, karşılığında salgın hastalık, yağma ve ölümle ödüllendirildiler.
Evet . Kolomb, Kızılderilileri böyle değerlendiriyordu. Onun gözünde yerliler konuksever ev sahipleri değil, ‘her istenilenin yaptırabileceği hizmetkarlar’ idi.
Ah! Bu masum yaratıkların, sefil İspanyollar yüzünden çektikleri felaketlerin, belaların yüzde biri anlatılabilseydi! Tanrı onları kurtarabilecek ve kurtarması gerekenlere anlatsın !
Çok yoksuldular. Çok az şeyleri vardı. Dünyevi mallara hayranlık duymuyorlardı. Bundan dolayı kibirli, ihtiraslı ve aç gözlü değillerdi.
Vaktiyle yerliler yiyecek vr hediyerle bizi karşılamaya gelmişlerdi. Bize büyük bir miktar balık, ekmek, yemek ve daha verebildikleri pek çok şeyi verdiler. Birden şeytan, hristiyanların kanına girdi. Hiç sebebsiz, önümüzde oturan 3000’i aşkın insanı kadın, erkek, çoluk çocuk demeden gözlerimin öünde kılıçtan geçirdiler.
Orada hiçbir canlının hayal edemeyeceği büyük bir vahşet gördüm.
Eğer bir ülkede ortalığı kasıp kavuran kötülükler, hatalar, , önyargılar varsa; Bunun tek nedeni kralın bu durumdan haberdar olmamasıdır.
Amerika’nın keşfinden bugüne dek yerliler, hristiyanların haksızlıkları, hırsızlıkları ve ihanetlerine uğramadan önce hiçbir zaman, hiçbir yerde, tek bir hristiyana kötülük etmedi.
Toprak? Bir insanı doyuracak olduktan sonra, daha fazla toprağın o insana ne faydası var? Eğer bu soluk yüzlü yabancılar toprak istiyor ve başka birşey istemiyorlarsa, verilsin toprak onlara.’’
Biz size barış içinde hizmet etmeye geldik. Siz de bizi öldürüyorsunuz. Kanımız haksız ölümümüzün ve zulmünüzün kanıtı olarak bu duvarlarda kalsın.