İçeriğe geç

Neden Nasıl Düşünürüz? Kitap Alıntıları – Jean-Pierre Changeux

Jean-Pierre Changeux kitaplarından Neden Nasıl Düşünürüz? kitap alıntıları sizlerle…

Neden Nasıl Düşünürüz? Kitap Alıntıları

İmge insanlaştırıcıdır, kaygılan yatıştırır, insanları birleştirir. Adını vermeden Hakikati söyleyen sözün soyut ve insan figürsüz evreni, dogmatizm ve ayınmcılıkları daha kolaylıkla taşır.
Bir kere, bir köken mitinden ayn bir hakikat yoktur. Onun
hakikat iddiası, kurtuluş mesajı üzerinden dile gelir, ki kendisi de
bu mesajın öteki yüzüdür zaten. Dille bağlantılı yeni bir simgesellik doğar; ben de bu dil içinde yaşar ve öğrenirim. Belki de başka yerde olsaydım başka bir şey öğrenirdim.
İzninizle dinselliğin var olmaya cesaret şeklindeki bu tanımına yine karşı çıkacağım. Onu fazla dışlayıcı buluyorum. Bu var olma cesareti insan türünün genel bir özelliğidir, güdülenmeyle dönüşlü bilinci bir araya getirir. Sırasında dinle güçlendirilebilir tabii, fakat dinle ilgisiz başka etkinliklerle de aynı şey olur. Bu cesur var olma çabasını, bu ne olursa olsun bilinçli kalma çabasını, bu conatus’u, biz en önce kendi içimizde, kendi beynimizde buluruz, hiçbir üst merciye başvurmaya gerek kalmadan
İnsanın iyilik hâzinesini kurtarmak biz insanların ortak projesidir ve hiçbir dinsel yanı yoktur. Hatta ben bu projenin ancak tartışmayı -olumsal ve zorlayıcı birçok sosyal uzlaşılarıyla belli dinsel ya da felsefi ahlak toplulukları mozaiği düzeyinden, insan türüne özgü tüm ahlak duygulan düzeyine taşımak suretiyle edimselleşebileceğini düşünüyorum. Sempati ya da dayanışmayı din(sellik) kategorisine koymak biraz ölçüyü kaçırmaktır. Dinin tarihsel olarak bu temel ahlaki duygulan istismar ettiği açıktır, ama yaptığı propagandaya karşın bunlar onun tekelinde değildir.
Doğru söylüyorsunuz: Sadece insanlar zalimdir, hayvanlar değil; onlar olsa olsa yırtıcıdırlar
İnsan insana acı çektirir. Bu mutlak olarak asli (temel) bir veridir.
Köleliğin zincirlerini kıran, hak eşitliğini savunan, insanlığa özgürlüğü armağan edenler sevgi dinleri değil, 1789’un devrimcileridir ve bunu Kilise’ye karşı / karşın yapmışlardır. Diderot’dan Condorcet’ye, Voltaire’den d’Holbach’a Aydınlanma filozofları, hayali ve aldatıcı bir sevgi idealinden, çok daha güçlü bir evrensel kardeşlik tasarımına dönüşümün başlatıcılan olmuşlardır. Aydınlanma felsefesinin köklerinin Batı Hıristiyanlık geleneğinde olduğunu yadsımıyorum; ama onun üstüne ne büyük bir ilerlemedir! İnsan Hakları Bildirisi hâlâ insanlık tarihinin en büyük anıtlarından biridir, köleliğin kaldırılması, kadınların gerçek bir hak eşitliğine kavuşması ve ölüm cezasının yasalardan çıkarılması için yılların geçmesi beklenmiş olsa bile.
Bu yolda neden Spinoza’nın, Stoacıların önerdiği gibi kendi hakkımızdaki bilgimizle değil de dinle ilerlemek gerektiğini anlamıyorum – dinin bazılarını götürebildiği yere değil daha ötesine de gitmemizi sağlayan ve bu şekilde dinlerin ne olduğunu da açıklamamıza imkân veren, kendi hakkımızdaki bilgimizle ilerlemek varken
Freud tek Tanrı inancıyla birlikte, hemen hemen kaçınılmaz biçimde -kendisine göre antikçağda bilinmeyen- dinsel hoşgörüsüzlüğün de doğduğunu belirtmişti. Tektarıncı inanç sistemleri elbette hoşgörüsüzlük tedarikçileridir; ama kimi çoktanrıcı sistemler de, Hindistan’da olduğu gibi, onlardan farklı değillerdir. Burada demek istediğim, din, adının da gösterdiği gibi* insanlan birleştirme, bir araya toplama, güven bağı yaratma, düşman bir doğaya ve ölüme karşı manevi güç ve iç huzuru sağlama (muhtemelen türümüzün başlangıcında, ilk insan topluluklarında böyleydi) gibi temel bir toplumsal fonksiyona sahip olmalıdır. Durkheim’a göre din, bireylerin ya da grupların kolektif bir bilinç meydana getiren tasarımlar, fikirler, normlar kurmakta kullandıkları çağrışım süreçlerine bağlı bir kuvvetler sistemi dir. Bir bakıma paylaşılan bir ortak bellek söz konusudur ve buradaki uzun vadeli ortak unsur, günlük hayatta çalışma belleğinde gerektikçe yeniden yüzeye çıkar. Buna göre din, bilinçlerin kaynaşması, aynı düşüncede birleşmesi ve aynı çabada işbirliği yapmasından; her insan topluluğunun üyeleri üzerine uyguladığı manen güçlendirici ve uyarıcı etkiden türer.
Gerçek şu ki, Yahudilerle Yahudi olmayanlar, özellikle Müslümanlar arasındaki ayrımın günlük hayatta ne derece yoğun yaşandığını görmek için İsrail’e bir kez gitmek yeter. Şeriatın, bütün insanlıkdışı ve doğa karşıtı hükümleriyle nasıl uygulandığını görmek için de bir Müslüman ülkeye gitmek yeter: hırsızın elini kesmek, zina yapan kadını taşlayarak öldürmek, suçluları halkın önünde bir vincin tepesine asmak Kapitalizm-komünizm çatışmasının bitiminden beri, dünyadaki anlaşmazlıkların çoğu din kökenli ya da, doğrudan doğruya öyle olmasa bile kültürel kimliğin temel unsuru olarak hep din öne sürülüyor. Cezayir’i kana bulayan katliamları bir düşünün!..
Kimi evrensel etik buyrukların kültürden kültüre değişen özel konumlar ve sosyal uzlaşımlarla çatışması gibi, burada bilimsel bilgiyle özel dinsel inanç ve tutumlar karşı karşıya geliyor. Bilimsel bilgi ile dünyanın büyük dinlerinden bazılarının ahlak adına söyledikleri arasındaki çelişkiler hâlâ sönmüş olmaktan uzak, bu da temele ilişkin bir problem çıkarıyor. Biliminsanı halkı bilgilerdeki ilerlemeden haberdar etmeli, acılarını hafifletebilecek şeyler hakkında aydınlatmalı, hastalığı yenmesine yardım etmelidir elbette, ama laik filozofun da, her bireyin düşünme, eyleme ve tepki verme tarzlarıyla ilgili olarak, kamuoyu nezdinde oynayacak aynı derecede önemli bir rolü vardır. Benim görüşüme göre, bazı dinlerin, bazı dinsel düşünme tarzlarının, evrensel hedefli bir ahlakın önerebileceği ilkelerle çeliştiği fikrini kabul etmeli ve bunu açıkça söyleyebilmelidir.
Kültürel anlaşmazlıkların hüküm sürdüğü bir dünyada doğal ve evrensel bir etik geliştirmek gerçekten son derece nazik bir
sorundur. Çoğunlukla siyasal olan bu anlaşmazlıkların kökleri kültürel farklılıklarda ve özellikle dinsel görüş ayrılıklarındadır.
Arzu düzeyi, korku düzeyidir bu ve daha o anda sessiz bir değerlendirmeyi, Canguilhem’in hayati değerler kavramıyla nitelediği değerlendirmeyi içerir.
A. Comte’un dediği gibi, bilim ( ) evrensel bilgeliğin metodik bir uzantısından başka bir şey değildir .
Bilimin sınırı yoktur; bilinmez değil sadece bilinmeyen vardır.
Bu evrenselleşme girişiminde, insan beyninin kendini bir başkası olarak tasarlama yolundaki öneğilimi, çoğu kez (en azından evlenme konusunda) ayrımcı ve dışlayıcı kuralların eşlik ettiği zorlayıcı kültürel uzlaşımlar tarafından gölgelenir, hatta engellenir.
Bu iyi yaşama teşebbüsü, en azından niyetler düzeyinde, her bireyin beyninin bilinçli alanında ortaya çıkan tasarımlar âlemine mümkün olduğu kadar geniş biçimde erişmesini gerektirir. Kendini özgür olarak düşünmek, aynı zamanda var olabilmenin sevinçle olumlanmasıdır .
Primo Levi gibi ölüm kamplarından sağ kurtulanların anlattıkları
daha da acıklı. Fiziksel ihtiyaç ve ıstırapların baskısı altında, pek çok sosyal alışkanlık ve içgüdüler kayboluyor, diye yazıyor Levi. Yaşam kavgası amansız, zira her kişi umutsuzca ve vahşice yalnız. En kolay yol kendini koy verip ölmek. Fakat insanların çoğu sadece kendi güçleriyle hayatta kalmak için savaşıyor. Akıntıya karşı gitmek; her gün, her saat yorgunluğa, açlığa, soğuğa ve bunlardan doğan duyu körelmesine karşı mücadele vermek; düşmanlara direnmek, rakiplere karşı acımasız olmak, zekâsını bilemek, sabrını pekiştirmek, iradesini çelikleştirmek gerekiyor. Ya da hatta tüm onur ve haysiyeti bir yana bırakmak, her vicdan ışığını söndürmek, vahşi hayvanlar arasında bir vahşi hayvan gibi kavgaya atılmak, nesilleri ve kişileri kötü koşullarda ayakta tutan akla gelmedik yeraltı güçlerine kendini bırakmak
Filozoflar bu kurucu ilke üzerinde, onu sundukları bağlam farklı
olmakla birlikte, biyologlarla hemfikirdir. Spinoza’ya göre, varlığını koruma çabası erdemin ilk ve biricik temelidir .
Esas olarak hayvanlar (fare, maymun) üstüne yapılan çalışmalardan etkilenen Panksepp, duyguların doğuştan gelme beyin devrelerinin etkinliğinden doğduğunu ileri sürer; bu devreler, kimi eylem sınıflarını devamlı biçimde etkinleştirerek ya da ketleyerek, davranış üzerinde organize edici bir rol oynar. Bu devrelerin etkinliği, çevreden gelen ve başlangıçta nötr olan bir uyarıcının şartlı denetimine tabi olabilir; yüksek düzeyde davranışların seçilmesine, başka deyişle eyleme yönelik tasarımların değerlendirilmesine, katkıda bulunur. Panksepp karşılıklı olarak birbirlerini ketleyen ve beynin orta kesimini,
limbik sistemi ve temel sinir düğümlerini devreye sokan dört büyük devre ayırt ediyor: 1) Arzuya da güdülenme, elektriksel ve kimyasal kendi-kendine-uyarılma süreci ile araştırma ve tüketim davranışlarında görevli devreleri işe koşuyor; dopaminli nöronlar bunun parçası. 2) Hiddet ya da öfke, hipotalamus nöronlarını işe koşuyor ve özellikle asetilkolini seferber ediyor. 3) Korku farklı devreleri, özellikle amigdala çekirdeklerini işe koşuyor. 4) Çaresizlik duygusuya da panik ise sosyal birlik ve dayanışmanın çözüldüğü durumlarda kendini gösteriyor; Hintdomuzu yavrusunun kendisini emziren annesinden ayrıldığı zaman kopardığı-ve morfinle seçici biçimde azaltılabilen- ayrılma çığlığı’ bunun ifadesi.
Ahlak kuralları da özetle, insan toplumları tarafından tarihleri boyunca belleğe depolanmış kullanıma hazır davranış araçlarıdır. Bireylerin, kendi yaşamları kadar toplumun yaşamında da karışıklık yaratabilecek tutum ve davranışlara kapılmaktan kaçınmalarını sağlar, açıkça davranış ekonomileri oluştururlar.
Normatiflik ahlaklı özne için belli bir tarihsel, sosyal veya coğrafi bağlam içinde duruma uygun bir seçim yapılmasına imkân sağlar. Normlar insan tutum ve davranışlarını yönlendirir ve bir anlamda sosyal grubun hayatını kolaylaştırır; anında kullanılıveren davranış aletleri işlevi görürler.
Blair bu kavramı, ahlak duygusunun bir gelişim modeli biçiminde çocuğa uyarlamış. Dört ve yedi yaşlan arasında çocuk, saldırdığı kişinin yüzündeki hüzünlü ifadeye, çığlık ve gözyaşlarına karşı duyarlı hale geliyor ve bu durumlarda şiddet edimini kesiyor. Araya ahlaki duygular denebilecek empati, sempati, suçluluk hissi, pişmanlık gibi duygular giriyor. Eyleme geçme itkisine ket vuruluyor.
Biliminsanlarından falcılık istenemez, ama beklenmedik buluşların fikirlerimizde devrim yapacağım şimdiden biliyoruz. Her halükârda biyolojik evrime yapılan gönderme önemlidir, zira her türlü amaçsallığı ve insanmerkezciliği devreden çıkarıyor.
Vitalizmin ölümünden beri ve moleküler biyolojinin kaydettiği ilerlemelerle birlikte beyin, Bilim ile İman arasındaki çoğunlukla gizliden gizliye süren anlaşmazlıkların ayrıcalıklı sahnesi haline gelmiştir.
Daha önce Spinoza’nın ve ardından Auguste Comte’un öğrettiği gibi, biliminsanı her türlü metafiziğe başvurudan ve insanmerkezcilikten kurtulmak, deneysel bilimlere özgü düşünce tarzım benimsemek zorundadır.
bölünmüş beyin (split brain) fenomeni vesilesiyle ortalığı kasıp kavurmuş olan tartışma26 gibi anlamsız tartışmaların başsorumlusudur. Bu vakada sinir biyologlarının, beyni yarımkürelerinden birine veya öbürüne almaşıklı olarak bilinç atfettiklerini görüyoruz. Sağ ya da sol yarımkürenin, kör ya da uykuda olan öbürünün haberi olmaksızın algılayabildiği söyleniyor. Durmadan vurgulayarak kınadığım semantik kafa karışıklığından başka, şu ya da bu yarımküreye atfedilen bilinç kavramı üzerinden de yanılgıya düşülüyor. Bir kere, deneklerin (sıradan sohbet koşullarından çok farklı deneysel ve klinik koşullarda) tabi tutuldukları testler ve diğer sorgular esnasında verdikleri sözel raporlar sorunu hesaba katılmıyor. Bu durumda kimin konuştuğu sorulsa yeridir. Herhalde bir yarım-beyin değil, klinik bakış açısından tek bir vücuttaki tek bir kafatasının içinde beyninin sadece yarısı başat etkinlik halinde bir kişi olmalıdır bu, yoksa beyni bölünmüş bir insandan söz edilmezdi. Burada bilinç adı verilen şey kimlik kavramını da zımnen içerir ve izler burada birbirine karışır. Gerçekten de kimlik kavramı hayli güçlük çıkaran bir kavramdır, ama peşin hükümlerle dolu olan popüler psikoloji, birlik ya da çoğulluk sorununu basit bir sorunmuş gibi ele alır. Sıradan deneyim edebiyat, felsefe veya dinler tarafından yaratılmış bir kültürel tarihin yanı başında gider, bazen de onu taşır. Kişisel kimlik kavramı, sıradan deneyimin kültürün bin yıllık tarihiyle iç içe oluşunun özellikle çarpıcı bir örneği ve göstergesidir. Kimlik kavramı böylece, zamanın sınamasıyla sürekli olarak kırılganlaştığı, ideologlarca manipüle edildiği veya ütopyacılarca yüceltildiği ölçüde, sam/kanı (presomption) statüsüyle hakkını arama (revendication) statüsü arasında gidip gelir.
Tartışmamız, filozofun düşünceleriyle kuramcı sinir biyologunun denemeleri arasındaki tamamlayıcılığı gösteriyor. Filozof fethedilecek kaleleri açığa çıkarıyor, güçlükleri ortaya koyuyor, sinir bilimleri ve bilişsel psikoloji alanında halen yürümekte olan çalışmalardaki aşırı basitleştirici tutumun altını çiziyor.
Hatta Rus nörolog Aleksandr Luria frontal lobdan uygarlık organı diye bahseder. Demek ki sosyal tasarımların, özellikle de kendi ve öteki hakkındaki etik tasarımların nöronal yazılışı konusunda araştırmaları geliştirmek ivedi bir görev olmaktadır.
Çok küçük çocukta kendiliğinden, işbirliği ve sempatiyi
değer sayan bir ahlaki değer sistemi, hatta ahlaki değerlerden ayrı estetik tercihler bile vardır.
Yirmi dört aydan itibaren çocuk, görür, ister ve inanır saydığı
amaçlı/niyetli nesnelere inançlar atfetmeye başlar. Dört yaşında
ruh kuram ına ulaşır. Bu konuda belirleyici sınama yanlış inanç
testidir. Çocuk bir başka çocuğun yeni bir duruma uygun bilgilere sahip olmadığı, kendisininse gayet yeterli bilgiye sahip olduğunu bildiği bir durumu hayal etmeyi başarır. İmgeleminde iki tasarımı, yani ötekinin bilgilerini ve kendi sahip olduğu bilgileri kıyaslar.
Buna karşılık, bilincin organizmanın yaşamı açısından işlevi ise apaçık görünüyor: dünya üzerine etki olayında hatırı sayılır bir tasarruf.
Burada sizin bilinç tanımınız aklıma geliyor: ahlak yargısının varsayımsal modda işlediği düşünce deneylerinin müzakere edildiği uzam . Bana göre çok uygun bir tanım.
Organizma kendine özgü iç değerlendirme mekanizmalarına sahiptir. Bunlar evrim boyunca gelişmiş olup öğrenilebilirler de (Şekil 15B) ve otomatik olarak bir hoşlanma veya hoşlanmama duygusu yaratırlar. Ödüllendirme mekanizmaları duygusal sistemle bağlantı halinde bulunur.
Kafasındaki insan beyni, tasarlanabilir , dolayısıyla bilinebilir şeylerin evrenini dramatik biçimde genişletir ve ilk bilişsel etkinliği de kategoriler koymak, algıladıklarını sınıflamak ve özellikle insana özgü olanı aksinden ayırmak olacaktır.
Gerçekte kesin hiçbir şey bilmeyiz, diye yazar Demokritos, sadece vücudumuzun durum ve havasına, onun içine giren ya da ona direnen şeylere göre değişen şeyleri biliriz. Bu söylemi severim ben, araştırmacının yaklaşımına yakın gibi görünür bana; bu yaklaşım her zaman eleştiricidir, Kesinliklerden ve vahyedilmiş Hakikatlerden ihtiyatla uzak durur.
İdeolojik beyin yıkama kamplarından, fanatik dini mezhepler tarafından uygulanan davranış manipülasyonu ve zihin kontrolü tekniklerinden edinilen acı deneyimler bize beynin manipüle edilebilir olduğunu hatırlatıyor; işte o zaman insan beyninin önüne gelen her şeyi yapamayacağını, işleyişine sınır koyan nöronal kısıtlamalar bulunduğunu anlamak temel bir zorunluluk olarak görünüyor.
İşin aslı, tam olarak yaptığımız, belli bir kaderi veya anlamı olmayan bir dünyanın üzerine eylem amaçları ve anlam talepleri yansıtmak. Daha önce insan tarafından yaratılmış olanları saymazsak kategorilere sahip olmayan bir dünyada, kategorileri beynimizle yaratıyoruz.
Psikolojik olanı nöropsikolojik kılmak için kurguluyoruz. Sadeleştirmek, eleştirel tarzda incelemek parçalamak değildir. Aksine, bilgi olarak kazanç çok büyüktür. Bunu yapmakla kendi insan deneyimimizi zenginleştirmiş oluyoruz.
Gerçekte ben insan bilimleri konusunda Paul Ricoeur’ün şu lafını sık sık zikrederim: daha iyi anlamak için daha çok açıklamak ! Bir model her zaman kısmidir, fakat insana bilgide ilerlemek için araçlar verir. Yitirilebilecek olana oranla kazanç bayağı yüksektir. Benim araştırma alanıma a priori bir sınır koymak niye? Fırtınalara ve dalgalara göğüs gererek, yürürlükteki düşünce sistemleri ve ideolojilere karşın bilinmeyene doğru yelken açabilmek ne büyük özgürlük, ne coşkun sevinç!
Bilimin, gerçekliği organizasyon düzeylerine bölen, nöronal
ve sinaptik cengelin akılları durduran karmaşıklığına girmemizi
sağlayan büyük kategoriler halinde dilimleyen modeller geliştirme yoluyla ilerlediği doğrudur. Ama bu modeller dünyanın tüm gerçekliğini kapsayıp tüketmek iddiasında değildir.
Daha da ileri gidilebiliyor. Pozitron kamerası gerçekten çekilen
veya hayal edilen acıya ait karakteristik beyin görüntüleri sunuyor. Hatta hayali yanıkların sebep olduğu acıyı bile kaydediyor. Bunlar çoğu kez hâlâ statik görüntüler, ama şimdiden psikiyatrist veya psikoloğun gördüğünden daha fazlasını görmemize imkân veriyor. Bu tekniklerin çözünürlüğünde zaman ve mekân içinde beklenen gelişme ve iyileşmeler, düşüncenin dinamiğiyle, duygusal hallerin
evrimiyle daha da sıkı korelasyonlar kurmamızı sağlayacaktır. Depresyon hallerinin karakteristik görüntüleri elde edilmiş ve kısa süre önce şizofrenlerin sanrı halleri kaydedilebilmiştir.
Beyin bir nesnedir, ama geri kalan her şeye kumanda eder
ve hem kişinin kendi bedeninin algılanmasına, hem de onun betimlemesinin yapılmasını sağlayan tasarımların üretilmesine yarar. Beynimi algılayamasam bile beynimde kurduğum tasarımlardan yararlanarak onu betimleyebilirim. Elbette beyni düşünüyorum”. Hatta gerek kendi beynim gerek başkalarının beyinleri üzerinde yaptığım gözlemlere dayanarak, kendi beynimi bile düşünüyorum. Bu sorunu derinleştirmek için, üçüncü ilerlemeye, beynin görüntülenmesine geliyorum. Son yıllarda yeni çıkan gözlem aygıtları, ruhun fiziği üzerine bir pencere açarak beynin incelenmesinde devrim yaptı. Bu yenilikler pozitron kamerası ve fonksiyonel manyetik rezonans [MR] aygıtının yanı sıra elektro-ansefalografıdeki [EEG] son gelişmelerdir. Bu yöntemler, beynin elektriksel ve kimyasal etkinliklerine dair bölgesel ve tipik olarak deneğin psikolojisiyle birlikte değişen dağılımlar gösteriyor. Başka birisinin -ve tabii en başta kendi kendimizin- ruh hallerine ait görüntüleri yorumlamak imkân dahiline giriyor.
Anosognosie’ye,* sağ yarımkürenin somato-duyusal alanlannda
yer alan lezyonlar sebep olur. Somato-duyusal, yani kaslarla, iskeletle, deriyle, deneğin kendi bedeninin algısıyla ilişkili alanlar. Bu lezyonun sonucu olarak, ben imgesinde ağır bozukluk ve çarpılmalar görülür. Demek ki beden imgesinin algılanması bu somatoduyusal alanların tamam olmasını gerektiriyor. Bu bölgenin beden imgesinin biricik yuvası olduğunu söylemiyorum. Fakat lezyon, bedenin bir bütün olarak toptan algısının içinde, nörologların çözülme (dissociation) dedikleri bir yarılma yaratıyor.

* Hastalığım bilmeme hali

Şimdi de psikolojik fonksiyonlar, fizyolojik veriler ve sinir anatomisi arasında iş görür bir denklik kurulabileceğini düşünmeme imkân veren belli başlı ilerlemelere dayanarak söylemimin homojenliğini göstermeye çalışacağım.
Birincisi, az önce söz konusu ettiğim, hayvan davranışlarının incelenmesi ve sonuçların, yansıtıcı amaçlı/niyetli etkinlik biçimi altında insana genellenmesinden çıkmıştır.
Belki daha önemli olan İkincisini Broca’ya borçluyuz. Paris Antropoloji Demeği’nin 18 Nisan 1861 tarihli oturumunda, Broca beynin sol yarımküresinin frontal kıvrımının orta kesimindeki bir lezyonla söyleme işlevinin yitimi yani afazi arasındaki ilk kesin korelasyonu saptadı. Bu tarihten itibaren de yeni bir bilimdalı, nöropsikoloji kurulmuş oldu. Projesi, belli bir nöronal bölge ile -örneğin renkleri görme gibi duyusal algılamadan yazı yazabilme ya da plan yapma gibi işlevlere kadar çeşitli süreçleri kapsayan- özel bir psikolojik ve/veya işlevsel fonksiyon bozukluğu arasında bir yapı fonksiyon ilişkisi saptamaktı.
1914’te Babinski’nin,7 sonradan anosognosie* olarak nitelenen
ilginç bir algı bozukluğunu betimlemesi, tartışmamız açısından özellikle yerinde ve yararlı bir olaydır. Beyin kanaması geçirmiş olan bir hasta sol tarafından tam felçlidir. Doktor sorar: -Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? -Gayet iyi. -Sol bacağınız nasıl? -Gayet iyi. -Sol kolunuzu kaldırabilir misiniz? -Tabii, elbette. Ve hasta sağ kolunu kaldırır. Hasta beyin kanamasına sahne olan sol yarımküreyi algılamadığı gibi, hiçbir heyecana kapılmaksızın herhangi bir periferik bozukluğun varlığını da yadsımakta, hatta doktoru abartı ve yanılgıyla suçlamaktadır. Hasta vücudunun bir yansının algısını bütününün bilinçli algısıyla, yani zihnindeki vücudum imgesiyle, tümleştirme yeteneğini yitirmiştir. Hatta işi, vücudunun felçli kısımlarını bir başkasına atfetmeye kadar vardırabilmektedir!

* Hastalığım bilmeme hali. -ç.n.

Descartes, (Desanti’nin terimini kullanıyorum) bilme aygıtımızı
modellemekten ibaret olup, nihai amacı da Descartes’ın toptan rasyonel ruh dediği şey (bilişsel işlevler) ile ona uyan beyin mimarisi (burada, Şekil 3’te beyaz bırakılmış olan beyin korteksi) arasında mütekabiliyet kurmak olan, bugünkü bilişsel sinir bilimlerinin çalışmalarını öncelemiş oluyor. Burada Descartes’ın, sinir sisteminin işlevsel organizasyonunun ilk bağlantısalcı (connexionniste) modelini geliştirmiş olduğunu söylemekte haksız sayılmayız. Hayvansal ruhların dolaşımı kavramıyla, duyu organlarının algılarını -gözün istençdışı oynaması, soluk alma, yutkunma gibi otomatik hareketlerden uyku ve uyanıklık hallerinin birbirini izleyişine, hatta imgeleme varıncaya kadar- kas hareketlerine ve eylemlerimize neden- sonuç ilişkisiyle bağlayan eksiksiz bir şema öneriyor. Bu açıdan girişimi adeta kehanet niteliğinde!..
Araştırmacı maske takarak ilerlemez; yanılma riskini göze alır.
Bilimsel modeller olguların kararına tabidir, olgular tarafından yargılanır; doğrulukları sınanabilir, çürütülebilirler; yanlış çıkarlarsa terk edilirler. Kuram deney öncesinde dünyanın anlaşılabilirliğini varsayar; ama yine de doğal süreçler tarafından, incelenen fenomenler tarafından kısıtlanır. Tüm varlığın Hakikatini değil, hiçbir bilimsel modelin fiziksel, zihinsel ya da yaşanmakta olan gerçeği tüketemeyeceğinin bilincinde olarak tikel hakikatleri ele geçirme yolunda adım adım ilerlemek söz konusudur.
Daha o devirde ne diyordu Spinoza? İnsanlar, eylemlerini belirleyen sebeplerin değil yalnız eylemlerinin bilincinde oldukları için kendilerini özgür zannederler.
Yaşam, geçirdiği evrim içinde bir bakıma bizi yan yolda bıraktı da ondan; demek istediğim, biyolojik organizasyon belki beni toplumlaşma, iyilikseverlik gibi bazı yönelimlere doğru itiyor, ama öte yandan şiddet var, savaş var; böyle olunca da yasaklar gerekiyor: öldürme yasağı, ensest yasağı vb. Öyle ki kendimizi bir süreklilik-süreksizlik (continuite-discontinuite) ilişkisi içinde buluyoruz: yaşamla kökleri yaşamda olan bir etik arasında süreklilik; yaşam savaşa ve şiddete karşı barışı hâkim kıldıracak kuralları vermeden bizi yarı yolda bıraktığı için bir bakıma vebalini yüklenerek ondan nöbeti devralan bir ahlak düzeyindeyse süreksizlik.
Ahlak kurallarının üretiliş ve edinilişinde insan türü için epigenetik yön temel önemdedir.
Bir şeyin iyi olduğuna hükmetmemizin tek nedeni, ona doğru çaba göstermemiz, onu istememiz, arzulamamız, peşinden koşmamızdır , her türlü amaçsallığın dışında
Özgür insan hiçbir şeyi ölümü düşündüğü kadar az düşünmez; onun bilgeliği ölümün değil yaşamın bilgeliğidir. [ ] Aklın yönetimindeki insan, ortak kararlara göre yaşadığı toplumun içinde, sadede kendi sözünü dinlediği yalnızlıkta olduğundan daha özgürdür.
Baldwin’in daha 1894’te fark ettiği gibi, kendini anlama, ötekine ilişkin (imgelenen ama gerçek) anlayışa koşut olarak gelişir. Kendini bilme ile empati-sempati arasında apaçık bir ilişki kurulur.
Aristoteles [varlıklar için] maddesel neden, biçimsel neden, etkin neden ve nihai neden olarak dört neden ayırt eder. Heykele nispetle taş maddesel nedendir; sanatçı onu işler (etkin neden), amacı bir tapınağı süslemektedir (nihai neden).
Spinoza’nın eleştirdiği özgürlük, Dekartçılığın kişisel özgür seçim kavramıdır. Fakat özgürlüğü, anlaşılmış zorunluluk olarak alan başka bir özgürlük felsefesi daha vardır ki, ancak Etika’nın başı ve sonuyla ilişkisi içinde kavranabilir.
İnsanlar, eylemlerini belirleyen sebeplerin değil yalnız eylemlerinin bilincinde oldukları için kendilerini özgür zannederler.
Acı çekiyorsanız, günah işlediğiniz içindir.
Başkasını sevenin kendiside de sevilecektir; başkasına yarar sağlayanın kendiside de yarar görecektir.
Etobur hayvanlar arasında genel bir kural var. Birbirlerini asla öldürmüyorlar. Çünkü Doğa onlara en güçlülerin bile birleşmek zorunda olduğunu öğretmiş.
Insanlar, eylemlerini belirleyen sebeplerin değil yalnız eylemlerinin bilincinde oldukları için kendilerini özgür zannederler.
bu da onu doğal olarak şu kurala götürmüştür. İnsanların sana ne yapmasını istiyorsan sen de onlara onu yap.
İsa insan eylemlerinin tüm sonuçlarını anlama ve dille ifade yeteneği yeteneğini kavuştukça sempatisini tüm ırklardan insanlara, sakatlara, delilere, toplumun diğer üyelerine ve giderek hayvanlara kadar yayacak ölçüde geliştirmiş, öylece ahlak seviyesi de gittikçe yükselmiştir.
Marx’ın dediği gibi: Ölmüş kuşakların ağrılığı yaşayan kuşakların üzerine çökmektedir .
Doğar doğmaz, hatta doğmdan önce beyni yoğun bir spontane etkinliğe sahne olur. Bu etkinlik el kol ve ağız hareketleri ile kendini gösterir.
Annesinin memesini bulmak için ona yakpışır; oturmaya, sonra sürünmeye ve emeklemeye çalışır.
Deneme ve yanılmaları sonucu hareketleri gittikçe daha iyi eşgüdümlenir.
Sürekli olarak çevresini araştırır, bakışları nesneler üzerinde dolaşır.
Yavru insan ise daha baştan evrimde kendisinden önce gelmiş türlerden miras aldığı ve ona solucanınkinden çok daha zengin bir maddi çevreye ulaşmak için Çok ve çeşitli yollar sunan, türüne özgü bir beyin mimarisinin sahibidir.
Beyin incelenirken çıplak gözle görülmüyor.
Mikroskobik bir karmaşıklık bu ve pratikte ancak bir elektron mikroskobu ile görülebiliyor.
Her sinaps aşağı yukarı bir bakteri boyundadır.
Beynin fonksiyonel işleyişinin anlaşılması tek tek sinir hücrelerinin aralarında kurdukları bağlantıların anatomik incelenmesinden geçer ve bu evren olağanüstü zengin bir verendir.
Tayvan müzesini, özellikle de kehanet kemiklerinin sergilendiği salonu ziyaret edin.
Tunç devrinden, günümüzün yaklaşık bin iki yüz yıl öncesinden kalma kaplumbağa kabukları ya da silinip temizlenmez hayvan kürek kemiği parçaları üzerine Çinlilerin ilk yazı işaretleri kazınmış
Yakından bakınca, bu işaretlerin rastgele dağılmış çatlakların etrafında dolduğu görülüyor..
Yazıtlar okununca bunların fal ya kehanetle ilgili olduğu anlaşılıyor.
Falcı ya da kahin bu çizgileri bir askeri seferin sonucuna, havanın nasıl olacağını ya da bir yakınının hastalığına ve benzeri dair bir soru sorduktan sonra kemiği yanan bir odunun ucuna tutarak elde edermiş; çatlakların yönlerini yorumlayarak sorunun yanıtını çıkarırmış.
Anlamı olmayan şeylere de anlam verme kabiliyetimizin çarpıcı bir örneği!..
İnsan yaşamını her türlü ereksel dünya tasarımından ve insanmerkezcilikten arınık, düş gücünden ve -Spinoza’nın cehaletin sığınağı dediği- dinsel bağnazlıktan korunuk olarak yeniden kurmaya girişmekten daha coşku verici bir proje olabilir mi?
Zihninde sadece bir gerçek var ise, yüzde yüz bildiğin senin olan birşey, sana ait , başkasının verdiği değil.o gerçeğin üzerine her şeyi kurgulayalirsin.
Bundan korunmak için maskeleri atıp durmadan usanmadan, çeşitli dallara özgü tüm biçim ve ifadeleri içinde -ve konu alınan nesnenin organizasyon düzen ve düzeyi ne olursa olsun- bilimsel bilginin ulaşmamızı sağladığı bütün hakikatlerin peşine düşmekten daha iyi bir yol var mıdır?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir