Gaye Boralıoğlu kitaplarından Aksak Ritim kitap alıntıları sizlerle…
Aksak Ritim Kitap Alıntıları
Bilir bilmez herkes bir cümle kurdu Güldane hakkında. Her cümlenin sonuna Yunus darbukasıyla bir nokta koydu.
Deliydi tak.
Zekiydi trak.
Düştüydü tak tak
Uçtuydu trak.
Şuydu . tak.
Buydu trraak.
Ölünce bütün acılar bitiyor, biliyor musun?
Taşıyamayacağım kadar büyüttüm seni. Sen bunun ne demek olduğunu biliyor musun?
Hep sormak istediği sorunun vakti gelmişti işte : O, gerçek miydi ?
Güldane gülümsedi. Gerçekti ya, dedi. Hem de en hakikisinden.
Güldane gülümsedi. Gerçekti ya, dedi. Hem de en hakikisinden.
Güldane’nin hüzünlü, yorgun gözleri ağır aksak kırmızı kurdeleden Halil’ e doğru kaydı o sıra. Niye gelmedin ? dedi.
Halil irkildi. Bakışlarını koyacak yer bulamadı. Acemice odanın o köşesinden bu köşesine taşıdı. Bilmiyordum ki, dedi, Beni beklediğini bilmiyordum ki.
Halil irkildi. Bakışlarını koyacak yer bulamadı. Acemice odanın o köşesinden bu köşesine taşıdı. Bilmiyordum ki, dedi, Beni beklediğini bilmiyordum ki.
Ama şimdi arzu şehvete dönmüştü sanki, merak sabırsızlığa heyecan şiddete, utanç arsızlığa
Bütün arzularına, bütün umutlarına rağmen gururu harekete geçmesini engelliyor, sabretmeyi, ne kadar güç olsa da Güldane’ yi beklemeyi yeğliyordu. Güldane gelecekti. Eğer kalbindeki aşk hakikatse , o mutlaka gelecekti.
Halil günlerce, haftalarca uslu uslu sevdiği kadını bekledi. O gelecekti ve birlikte uzaklara gideceklerdi. Nereye diye hiç sormayacaktı Halil. O nereye isterse gidecekti.
Aklı karışıktı çok karışıktı. Bir anla öbür an arasında o kadar büyük hızlarla gidip geliyordu ki, hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen akşam olduğunda kendisini bütün gün taş taşımış kadar yorgun hissediyordu.
Güldane kapıya doğru yöneldi. Artık o da gücünün sonuna geldiğini hissediyordu. Ne olduğunu bilmiyordu ama bir şeyler olsun istiyordu. Neden olduğunu bilmeden medet umuyordu. Ummak istiyordu, ümit etmek istiyordu.
Zamansız, mekânsız bir ana hapsolmuş gibiydiler. Tutunacak bir yer arıyorlar ama bulamıyorlardı. Boşluğun belirsizliği içinde öylece duruyorlardı. Ne o belirsizliğe kendilerini bırakmaya hazırdılar, ne de belirsizlikten çıkmaya. Yerçekimsiz bir ortamda asılı kalmışlardı birbirlerine.
Arabanın önünde kollarını iki yana açmış duran bu kız, bir seraptı ancak çölde rastlanan türde bir serap. Kurak bir hayatın icat ettiği zavallı bir yanılsama.
Halil o sabah hayatında hiç olmadığı kadar mutsuz, hiç olmadığı kadar endişeliydi. Eğer düşündükleri gerçekse affedilmesi imkânsız bir günah işliyordu. Eğer gerçek değilse tedavisi imkânsız bir hastalığın pençesine düşmüştü. Her halükârda artık kayıp bir ruhtu.
Halil ne yapacağını bilemedi. Beyni boşalmıştı sanki. Bu kız nasıl yapıyorsa yapıyor onu, kolu bacağı aptalca hareket eden, odundan yapılmış bir kuklaya döndürmeyi başarıyordu.
İhtimallerin her biri birbirinden imkânsızdı. Bildiği tek şey o küçük Çingene kızı artık bir an olsun aklından çıkaramadığıydı. İşte bu gerçekti. Belki de emin olduğu tek gerçek.
Şimdi bu dünyada iki kişiden başka hiç kimsenin bilmediği bir günah işleniyordu, şimdi asla ortaya çıkmayacak bir sır yaratılıyordu, şimdi hiçbir hastalığın unutturamayacağı bir an meydana geliyordu.
Bir süre pencerenin karşısında öylece kaldılar. Sonra bu geceyi kendi fakir hayatlarının neresine koyacaklarını düşüne düşüne, birbirlerine tek kelime bile etmeden evlerine döndüler. Yalnız ve soğuk yataklarında hangi günahlara girdiklerini artık Allah bilir !
Bu defa yalnız acı çekmekle kalmıyor, aynı zamanda tadına doyulmaz bir hazzın, tehlikenin, insanın başını döndüren çekiciliğinin de kucağına düşüyordu. Ve düştükçe düşüyordu.
Kızın sözleri, harflerin arasına gizlenmiş alaycı tonlama Halil’i çileden çıkarmıştı. Nasıl da sersem gibi kızın her dediğini yapmıştı. Hiç kimsenin karşısında kendini bu kadar aptal, bu kadar zavallı hissetmemişti. Bir daha asla görmek istemiyordu onu ; asla !
Şimdi zihninin bir yerinde Yunus’un darbukasının aksak ritmini duymaya başlamıştı bile. Sözlerine bu ritim eşlik ediyordu.
Halil bu kez her kelimede, kelimelerin arasındaki her boşlukta, her harfte, her noktada biraz daha güç kaybediyordu.
Güldane pizzayı bitirdiğinde kendini çok daha güçlü hissediyordu ama aslında sunduğu yiyeceği kabul ederek bu adama karşı önemli bir mevzi kaybettiğinin de farkındaydı
Sebebini bilmediği bir şekilde bu adamın verdiği yemeği yemesi gerektiğini düşünüyordu ama gerçekten çok ama çok açtı. Yunus’un da aç olduğunu,eğer yerse ona karşı adaletsiz bir davranış içine girmiş olacağını düşünerek kendini yemek fikrinden uzaklaştırmaya çalıştı. Olmadı. Çünkü aslında Yunus felan umurunda değildi. Midesine biraz yiyecek girsin istiyordu, güçlenmek istiyordu.
Güldane uzun uzun Halil’ e baktı. Halil o anda bu kızın aklından neler geçtiğini bilmek için ne kadar çok şey verebileceğini düşündü. İfadesi öyle güçlü, öyle talepkâr, öyle keskindi ki Halil ondan yana bakmaktan korktu.
İnsan güçsüzlükten ölür müydü ?Güçsüz bir adam ne kadar yaşayabilirdi ? Bir erkek kendini nasıl bu kadar çaresiz hissedebilirdi ? Korkmak, çaresizlik, endişe bu kelimelerden kurtulmanın bir yolu yok muydu ?
Ama görülecek bir hesabı vardı. Hayatının ortasında aydınlatılması gereken alacakaranlık bir köşe vardı.
Aması yok. Soru sormayacaksın. Niye demeyeceksin, ama demeyeceksin. Yoksa bir susarım bir daha da ömrüm boyunca konuşmam seninle.
Yunus korku içinde eliyle ağzını kapattı.
Sustum. Tamam sormayacağım.
Yunus korku içinde eliyle ağzını kapattı.
Sustum. Tamam sormayacağım.
Güldane’ ye kolay kolay kimse posta koyamazdı ; o güzeldi, akıllıydı, büyüleyiciydi, olağanüstüydü, kadındı !
Safiye daha da deliriyor, üstünü başını paralamaya başlıyordu. Kimi gün ağzına lokma koymuyor, kimi gün on günün yemeğini tek öğünde tüketiyordu.
Bir gün unutmak, belleğini onun anılarından temizlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor, ertesi gün kendini bazı anları hatırlamanın olağanüstü zevkine teslim ediyor, o anları zihninde tekrarlayarak daha parlak hale getirmeye çalışıyordu. Öfke ile arzu arasında asılı kalmıştı ; çaresizce salınıp duruyordu.
Unutuyordu Halil. Endişelerini unutuyordu. Dertlerini unutuyordu. Geçmişini unutuyordu. Kendini unutuyordu.
O kadar korkulacak bir şey yok ölümde. İnsan, vakti geldiğinde güzelce ölmeli. Bak otuz beş yaşına geldin sen de.
Daha gencim.
Ben o kadar bile yaşamadım. Senin kadar yaşamadım ben. Ölünce bütün acılar bitiyor, biliyor musun ? Yaşarken hiç tatmadığın kadar hafif hissediyorsun kendini. Böyle uçucu yumuşacık pamuk gibi rüzgârla savrulan küçücük bir tüy gibi tüy gibi
Daha gencim.
Ben o kadar bile yaşamadım. Senin kadar yaşamadım ben. Ölünce bütün acılar bitiyor, biliyor musun ? Yaşarken hiç tatmadığın kadar hafif hissediyorsun kendini. Böyle uçucu yumuşacık pamuk gibi rüzgârla savrulan küçücük bir tüy gibi tüy gibi
Yüzü ellerinin arasındayken garip bir şey fark etti. Uzun, çok uzun zamandır kimse Halil’ e dokunmamıştı. Beş altı yıl önce olsa böyle bir durumu hiç umursamaz, hatta muhtemelen fark etmezdi bile. Galiba yalnızlık biriktikçe büyüyor, derinleşiyordu. Bunca zamandır başka bir tenle hiçbir temas kurmamış olmak insanı acılaştırıyordu.
Yağmur böyle değildi, yağmur çabucak aşağı düşerdi, gözyaşı gibi. Ama kar acayipti. Bazı taneler o kadar kararszdı ki tekrar gökyüzüne dönecek gibi yukarı savruluyorlardı zaman zaman.
Bitti, dedi. Her şey bitti. Bu beton binaların arasında namusluyken namussuz olduk, adamken hiç olduk ? Anladın mı ? Bu şehir bitirdi bizi.
Milleti o beslemişti, kafaları o iyi etmişti. Herkesin bir başka saygısı vardı Cevdet’ e, çünkü herkesin hayatlarının en kritik noktasında sardıkları cigarada Cevdet’in parmağı vardı.
İçinden bir dolu küfürü sıfat etmişti herife. Ama dışından, Kızımız kayıp diye yinelemişti.
Keşke bu an hiç bitmese Keşke bu yol, sonsuza kadar uzanan bir büyülü patika olsa
Bedeninde dalga dalga dolaşan öfke, iktidara dönüşüyor ve bu hiçbir cinsel deneyimin sağlayamadığı olağanüstü bir haz duymasına yol açıyordu.
Nereden ve nasıl geleceği belli olmayan ama nefesini her an ensesinde hissettiği bir düşmanla yaşamaya başlamıştı Güldane.
İki erkek birbirini sınamıştı böylece. Güçlerini tartmışlardı. Ne galip vardı, ne mağlup.
Olağanüstü bir şey vardı bu kızda ; sanki bedenini saran bir hâre onu koruyan sihirli bir bulut doğaüstü bir güç !
Sanki gezip dolaşırsa, hareket halinde olursa hafızasındaki yaralar daha çabuk iyileşecek, boşluklar dolacak gibi hissediyordu.
Halil orada öylece durup bekledi. Kendisine bir şey olmasını bekledi. Bir ışık görmeyi, bir karanlığa düşmeyi,, ardından bir yarılma olmasını ve sonra da kapı aralığından sızan sert rüzgârlar gibi hafızasındaki bütün kayıp noktaların zihnine dolmasını bekledi bekledi.
Evrenin merkezi oldu. İşte o noktada unutmanın, hatırlamanın, geçmişin ve geleceğin hiç önemli olmadığının, sadece o anda bulunmuş olmanın, hiç acı çekmeden bir an içinde varolabilmenin ne kadar yüce bir imtiyaz olduğunu anladı.
Halil eve dönerken kendini berbat hissediyordu; sokakta unutulmuş cins bir köpek gibi,geçmişi hafızasında kayıtlı olmayan aptal bir balık gibi, önünde bir cam olduğunu fark etmediği için bir türlü dışarı çıkamayan çaresiz bir kara sinek gibi !
Onlar bu meyhanede anonim bir şarkının sıradan bir mısrasıydılar, bir aşk şarkısının nadide bir güftesi değil.
Elleri terliyordu. Elleri terleyen bir erkekten daha iğrenç bir varlık olabilir miydi şu yeryüzünde ? Bir an önce uzaklaşmalıydı buradan, bir an önce kalkıp gitmeliydi
Bir zamanlar mangalda kül bırakmayan, kocaman seslerle konuşup büyük büyük kahkahalar atan, yürüdü mü güm güm diye yeri titreten o adamı cezaevinde bırakmıştı Cevdet. Dışarıya çıkan kişi suskundu, sessizdi. Konuştuğu duyulmuyor, yürüdüğü belli olmuyordu.
En kararlı anında, nefesini tutup kapıya kadar geldiği bir seferinde, bir polis ilişti gözüne, panikle sindi bir köşeye. Sonra tekrar çıktı o köşeden, tekrar kapı, tekrar köşe Gitti geldi, durdu döndü. Ikındı sıkındı, dalgalandı durdu. Girmek için otuz iki bahane dönüp gitmek için yirmi sekiz neden buldu, daha da bulurdu ya, sıkıldı bir noktada. Kafası dönmeye başladı artık.
Ama şimdi ilk kez, bu yalnızlığı bu kadar acı bir biçimde hissediyor, buradan nasıl çıkacağını kestiremiyor, bilinmezlik onun içini sertleştiriyor, acılaştırıyordu.
Görmemen işe yarıyor, bak her şeyi hissediyorsun.
Her şeyi hissetmek iyi bir şey mi bilmiyorum. Ben görmemeyi tercih ederim.
Her şeyi hissetmek iyi bir şey mi bilmiyorum. Ben görmemeyi tercih ederim.
Keşke bu anıyı hatırlamasaydı. Keşke hafızasını geri çağırırken bazı anıları bulundukları yerlerde bırakmayı başarabilseydi. Ama Halil bunun mümkün olmadığını biliyor, kurtardığı her anı için, kalbini parçalasa bile seviniyordu.
Hafızasını doldurmak, dehlizlerde kaybolmuş anılarını geri çağırmak istiyordu. Aslında geçmişi umurunda değildi, kişisel tarihinde hatırlamak isteyeceği çok az iyi anı olduğunu aklıyla bilmese de kalbinde hissediyordu.
Müge, sıkıntılıydı ama aslında bir yandan da dünyanın en olağan durumunu yaşıyormuş gibi davranıyordu. Sıkıntısı mı sahteydi, yoksa o her şey normalmiş havası mı anlaşılmıyordu.
Ama dokununca her şeyi anlıyorsun, değil mi ? Dokunmak yetiyor, gözlerini açman gerekmiyor. Bak şimdi uzat ellerini dokun bana.
Kör kalmak ? Hiçbir şey görememek Ebedi siyah !
Bazı vakalarda kazadan sonra hafıza merkezi geçici olarak işlevini yerine getirmeyebiliyor.
Anlamak ! Hiçbir şey anlamıyordu Halil. Bildiği bir şey varsa, canı çok acıyordu. Madem hastanedeydi, madem bu kadın doktordu, o zaman neden acısını dindirmiyorlardı ? Neden hep karanlıktaydı ?
Zamanın boşluğunda çabasız, sessiz bir şekilde yüzüyordu. Yapabileceği bir şey olmadığını hayvani bir sezgiyle biliyor, kendini tamamen teslim etmenin o garip huzurunu yaşıyordu ; neye teslim olduğunu bilmese bile.
Ben seni çok sevdim Halil. Hâlâ da seviyorum. Sevebiliyorum yani. Biliyor musun bunu ? Hiç söylemiş miydim ?
..
Söylememiş olabilirim tabii. Söyleyememişimdir. Biz öyle büyüdük oğlum. Bizim zamanımızda öyleydi. Anneler çocuklarına sevgilerini söylemezlerdi. Ne olmuş ki, benim de annem bana söylemedi hiç.
..
Söylememiş olabilirim tabii. Söyleyememişimdir. Biz öyle büyüdük oğlum. Bizim zamanımızda öyleydi. Anneler çocuklarına sevgilerini söylemezlerdi. Ne olmuş ki, benim de annem bana söylemedi hiç.
Derin bir uykudan ağır aksak uyandı Halil. Ortalık zifiri karanlıktı. Ne bir ışık huzmesi ne bir nefes ihtimali. Yalnızca biteviye mekanik bir sinyal kalp sesi ! Bir de oraya buraya saçılmış birkaç kırık dökük kelime öncesiz ve sonrasız. Hiçbir özneye, hiçbir yükleme ait olmayan sahipsiz dertsiz kelimeler. Sonra onlarda dağıldılar. Uyku bastırdı yeniden.
Güldane arkasına bakmasa da gürültüyü duydu. Ne olduğunu gözleriyle görmese de yüreğiyle anladı. İçinde sahiden ve de derinden bir rahatlama hissetti. Öyle ki zihinde kalan eski bir dokuz sekizlik ritimle çaktırmadan sekiverdi.
Şimdi gözleri ileri bakıyordu ama, kalbi sırtında atıyordu.
Trafik ışığı hangi aralık yanıyor, hangi aralık sönüyor. Arabalar nasıl duruyor, nasıl kalkıyor, birbirlerine nasıl yaklaşıyor, nasıl uzaklaşıyor. Güldane’yi saklayacak boşluklar nerelerde oluşuyor, sokağın başında görünen bir araba, ne zaman sokağın başında görünen bir araba, ne zaman sokağım sonunda oluyor hepsini bir bir zihnine kaydetti.
Dolaştıkça zihnine yapışan tozlar, egzoz dumanları temizlendi. Sonra o tazelenmiş kan kalbine aktı ; korkular, endişeler, ümitsizlikler usul usul dağıldı. Kollarına, bacaklarına, parmaklarının, bedeninin en ücra köşelerine aktı; Güldane’nin bedeni canlandı, esnedi, kıvraklaştı.
Güldane banyoda tek bir mum yakmış, cama arkasını dönmüştü. Dışarıda kaç kişi var, kim onlar, yaşları kaç, hiç bilmiyordu. Umurunda da değildi. O kendi halindeydi. Sadece seyredildiğini biliyordu ve bu gizli oyun onun kalbinin zarını titretiyordu. Hiçbir dokunyş, en derin öpüşme, en tatlı sevişme bu oyunun yerini tutamazdı. Güldane on âşık oluyordu; seyredenlerin gözündeki kendine âşık oluyordu.
Neredeyse soğuk, hemen hemen tekdüze, bir nevi ferman gibi vurdu kasnağın kenarına. Ferman, Güldane hakkındaydı. Mahallenin bıyıkları yeni yeni terleyen delikanlıları tak diye mesajı aldı. Kimse diğerine bir şey belli etmedi. Gözlerini birbirinden kaçırdı.
Bu gecekondu ormanı Güldane’nin İstanbulu’ydu. O bir fare gibi bu pislikten besleniyordu ve beslendikçe daha da güzelleşiyordu.
Kendi varlığının ya da yokluğunun bu kadar farkında olmak, tarifi zor bir haz veriyordu ona. Zihni on beş yıllık küçücük hayatının üzerinde bir salıncak gibi sallandı