M. Bilgin Saydam kitaplarından Deli Dumrul’un Bilinci kitap alıntıları sizlerle…
Deli Dumrul’un Bilinci Kitap Alıntıları
Anne için oğlu tek şansıdır. Aşağı olan statüsü onunla yükselecek, sosyal bir varlık olarak tanınacak, kendisine kadın olarak gösterilmeyen saygı anne olarak gösterilecektir. Bu yüzden anne, bazen acı içinde oğlunu, babasının bir rakibi haline getirecektir.
Gücü elinde tutan kesimin, sınıfın, cinsiyetin kendisini tanımlarken, aynı zamanda kendi dışında kalan doğal ve toplumsal öğeleri de tanımlama hakkını elinde tutması, kaçınılmaz olarak, tanımlananın, tanımlayanın tanımlaması içinde esir olması durumunu getirir. Böylece, varoluşunu baskın öğenin dizgeleştirilmesi içinde aramaya zorlanan öteki kendi tanımlamasını, tanımlayanın tanımlamasına uydurur.
Eski Ahit’te ak güvercin, inançsızlara ölüm getiren Büyük Tufan’ın sona erişini müjdeleyen kuştur. Yani yeryüzünde yeni bir yaşam olasılığı başladığının duyurucusudur. Güvercin aynı zamanda tinselliğin, ruhun, göğe yakınlığın da sembolüdür.
Şamanlar bir öğretiyi yayan kişiler değildir; tapınılacak yüce varlıklar hiç değildir. Onları bir inanç sisteminin merkezi yapmak, işlevlerini kavramadaki temel bir yanlıştan ileri gelmektedir. Şamanların peşlerine düşülecek şekilde bir önderlikleri söz konusu değildir. Bir özdeşim figürü ya da amaç da değildirler; kendilerine öykünülmez. Şamanlar, omuzlarına ağır bir yük bindirilmiş arap’lar ve aracı’lardır. Ait oldukları topluluklar tarafından kullanılırlar; kendileri kullanıcı ya da yönlendirici değildirler; kuramcı olmaktan çok teknisyendirler. Amaç doğaüstü güçlerle, yani ruhlarla, cinlerle ilişkiye geçmek, onlarla savaşmak ya da uzlaşmaktır.
Ruh bedenden çıkmak ister; zira onun zafiyetinden, yani ölüme açık olmasından korunmuş/kurtulmuş olmayı arzu eder.
Kültür, zayıfın icadıdır;
Biz hepimiz, hala çok “teorik insanlarız” ve bilmenin gerçekten de “erdemli” yapmaya yettiğini sanabiliyoruz. Psikanaliz bunun böyle olmadığını ispatlamıştır. Bilgi başka şeydir, iyileştirici etken başka. En derin bilinçdışını değiştirmek, insanın diğer hayati organlarını değiştirmek kadar güçtür. Psikanaliz sayesinde ulaşabileceğimiz tek şey, benin bilinçdışı karşısında farklı bir tavır alabilmesidir. Ama bu da az bir şey değildir, hatta insanlığın gelişme tarihinin gösterdiği gibi, her şeydir.
“Mürşid, diğerlerinin kendisinden yaptıkları putu parçalamalıdır.”
Ben, ‘biz’in içindeki ben’ olduğunu unutmamalıdır.
Gücü elinde tutan kesimin, sınıfın, cinsiyetin kendisini tanımlarken, aynı zamanda kendi dışında kalan doğal ve toplumsal öğeleri de tanımlama hakkını elinde tutması, kaçınılmaz olarak, tanımlananın, tanımlayanın tanımlaması içinde ‘tutsak’lığını getirir.
İnsanı insan yapan, biyolojik doğumu değildir; ikinci, kültürel-toplumsal doğumudur.
Her zaman, karşılaşılan yabancı, öznenin yabancısı’dır; ötekinin kendisi değildir.
Değişimin bilincinde olmak ve yaşantı sonrası konumu ‘yeni bilinç düzlemi’ olarak benimsemek kelimenin sözlük anlamıyla yaşantı öncesine ‘yabancılaşma’ dır.
Düşünce ufku ‘kim’likle sınırlanmış herkesin Tanrısı bir ayna imgesi gibi kendine benzer.
Vicdan, insanın hakikatten mahrum olmasını telafi etmeye çalıştığı yerdir. Hakikati bilseydik, hakikatin bilgisiyle sınırlanmış olsaydık vicdanımıza gerek kalmazdı.
Parçaların eylemlerindeki öngörülemezlik ve etkileşimlerin raslantısallığı, bütün’ü kaotik yapar. Kargaşaya düzen getirmek, ancak müdahil şiddetle mümkündür.
Henüz ayrışmamış ebeveyne yöneltilmiş yıkıcılık, suçluluk hissini de beraberinde getirir. Bu ‘suç’ en eski suçtur, kişinin öznel gerçekliğinde ‘en gerçek suç’ tur; diğer suçluluk duygusu doğuracak durumlarda, kişinin yaşamında tekrar tekrar karşılaşacağı prototiptir.
Doğum olayı, çaba gerektirmeyen bir durumdan kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeyi gerektiren bir yaşama geçişi simgeler. Sorumluluğumuzu üstlenme doğrultusunda gösterdiğimiz çabalar yaşamın özüdür, ama kimi bu çabayı göstereceği yerde, vaktiyle dölyatağı ile birlikte olduğu türde beraberlikleri yaşamında da sürdürmeyi seçer. Böyle bir seçim o beraberliğin ya da beraberliklerin içinde yok olma anlamına gelir ve ölümü simgeler.
var olanın doğal dışavurumu engellendiğinde, bastırılan nitelikler kendilerini gösterecek bir yolu mutlaka bulacaktır.
Ataerkil kültürlerde olduğu gibi erkeğin içindeki dişil öğeyi, kadının içindeki eril öğeyi bastırması; kendi cinsiyetine uyumlu zihin ve davranış modelini ise abartması hem bireyin hem kültürün hastalanmasına neden olabilir.
Hiç bilemeyecek (kaygı), ama hep bilmek isteyecek (merak) ve hep telaş ya da coşku içindeki ‘hep-çocuk’tur.
Doğduğu yerden uzaklaşan bilinç, varlığını sürdürebilmek için, göbek bağını takip ederek arasıra geriye (rahme) dönmek, yaşam enerjisinin kaynağına uzanmak zorundadır.
Mitlerine hapsolan birey ya da toplumlar tarih içinde etken rol oynayamazlar: Kendi tarihsellikleri yoktur; ‘yabancı tarih’ler içinde sığıntıdırlar, sürüklenmeye mahkum olurlar.
Mit bir ihtiyaçtır; ihtiyaçtan yaratılmıştır. Bu ihtiyaç, anlamlılıktır.
İnsan kendisini, öykülendirerek şekillendirir.
Erkeklik metaforu, düşüncelerin felsefi olarak dile getirilişlerinde ve akıl ideallerinin derinliklerinde gömülü olan bir metafordur aklın erkekliği, tam olarak ne cinsiyetten ne de toplumsal cinsiyetten gelen bir şeydir. Ona uygun olan özne, ne erkeklerdir ne de kadınlar; sadece kavramlar ve ilkelerdir.
Mitler, eski/köhne , henüz aydınlanma çağı nı yaşamamış, rasyonelleş-e-memiş insanoğlunun, naif-çocuksu tarzda dünyayı anlama ve kavrama biçimi değildir. Bilimselliğin, akılcılığın güneşi üzerlerine vurunca kaybolacak yanılsamalar ve saçmalıklardan öte gerçeklikleri ve geçerlilikleri vardır.
Her şey başka türlü de yorumlanabilirdi. Karşıtların biraradalığı ve çokanlamlılık bilinçdışının temel özelliklerinden biridir. Aklın (bilincin) yolu bir olabilir; ancak gerçeğin (gerçekliğin) yolu çoktur: Bilinçdışının yansımaları çok zengin, zengin olduğu kadar da çokanlamlı dır. Bu nedenle yorumlanması (bilinç tarafından ele geçirilmesi) hiçbir zaman tam olmayacak, yalnızca bazı karanlık köşeleri aydınlatabilecektir.
Unutmamak gerekir ki, bir mit yaşayan bir nesnedir ve her bireyin içinde yer alır. Eğer onun, içinizde örülüpöbiçimlendiğini fark edebilirseniz, mitin katkısız ve gerçek özünü elde edebilirsiniz Herhangi bir mitten alabileceğiniz en değerli ürün, onun kendi psikolojik yapınız çerçevesindene denli canlı olduğunu görme olanağıdır.
Yaşam bir karşılaşmalar ve ilişkiler yumağıdır. Birey girdiği ilişkiler içinde ya özgürlüğünü ve eylem inisiyatifini yitirir, ya da eylemlilik alanını genişletecek, özgürleştirici bir sentez oluşturur.
Şaman bir dinin uygulayıcısı değil, kendi başına hareket eden bir ‘yalnız’ adamdır
Şamanizm veya Şamanilik bir din olmaktan çok bir teknik, anacil animistik dizge içinde kutsala yaklaşım biçimidir
Bilinç-lilik, bir ‘şey’in bilincinde olmaktır; özne’nin bir şeyin bilincinde olmasıdır. Bu tanım bilincin (bilinçliliğin) ‘özne’ye ait bir işlev olduğunu vurgular.
Dede Korkut’un ölmüş olduğu konusunda kuşku vardır:
Kazakların ilahilerinden birinde:
Ölü dirsem ölü imes
Tiri dirsem tiri imes
Ata Korkut Evliya. Denmektedir
Kazakların ilahilerinden birinde:
Ölü dirsem ölü imes
Tiri dirsem tiri imes
Ata Korkut Evliya. Denmektedir
Bakan/yorumlayan her gözün kör noktaları vardır
yaşanan her an, ölüme bir adım daha yaklaşmaktan başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında, yaşam sonsuz bir yenilgiler dizgesidir. Öleceğini bilerek yaşamaya – hiç ölmeyecekmiş gibi, unutmuş gibi yaparak-,yaratıcı eylemlerle devam edebilmek,’insan’ı yapan şeydir. Yaşam mağlupların zafer yürüyüşüdür.
Homini sum, nihil humani a me alienum puto
– İnsanım; insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir.
– İnsanım; insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir.
Tertullianus
İnsanların tarihte en fazla aradığı ve ilgilendiği şey mitlerdir, bunun farkında olmasalar da Fakat mitik duyarlılıkları çok fazla zedelenmiş olduğundan, insanlar Ulysses’i, Promete’yi, Aşil’i, Sir Galahad’ı kendi hayat tecrübeleri içinde yeniden canlandırma şansına sahip bulunmuyorlar. Bunun yerine bu özellikleri liderlere, siyasi partilere,derneklere atfediyorlar ve ırkçı,cinsiyetçi ve milliyetçi düşmanlıkların meşrulaştırılmasında mit en kötü versiyonlarıyla kullanılıyor. Çünkü iyi mitleriniz olmazsa, kötüleri mutlaka olur.
Anacıllık bir veridir, babacıllık ise -bilincin inşa ettiği- bir oluşumdur/verili olandan apartılan, ayrıştırılarak kazanılandır; bilinçliliğin katma değeridir.(Neumann 1974, 1975)
Biyolojik, psikolojik ya da sosyal nedensellik ayrımını yapmadan, tüm travmaların oluşumunda ‘yabancılaşma’yı seçebiliriz: Travma, özne açısından bakıldığında bir tür ilişki yitimi, engellenmesi ve/veya terkinin sonucudur. Özne kendisine (depersonalizasyon) ve/veya çevresine (derealizasyon) yabancılaşır.
Evet, kadının adı vardır, ama bu ad ‘kendi’ adı değildir.
Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde, İslam’ın kadına ve doğaya yaklaşımıyla ilintili; ‘hiç’leyici düzeyde ‘mutlak tahakküm’ unsurları yoktur. Kadın-erkek arasında hiyerarşik bir ayrım mevcuttur; ancak kadına herhangi bir saygısızlık ve aşağılamadan söz edilemez.
Bireysel ve toplumsal patolojikerin çekirdek sorunu tam da budur. Yaratıcılık tıkanmıştır; güvensiz/kaygılı/ürkek bir itaat ve taklit vardır.
Aşkınlık, şaşkınlıktan geçer.
Her sıçrama, sıçranılan zeminden farklı bir ‘eylemlilik alanı taslağı’ çizer; içinden çıkılan kültürü/ortak bilinci sorgular, değişime zorlar.
‘Yabancı’yı anlamak için, yabancının çıktığı kaynağı yani ‘yaban’ı tanımak gerekir.
Mitsel olana kapalılık, mitlere kapılmamayı sağlamaz; yansıtmalar -bilinçsizce- sürükler.
Kavrayan kavradığını ideolojik bir zorbalıkla tahrif eder.
Bu nedenle Hegel ve Freud, birbirine karşı konumda oldukları izlenimi verseler de Hegelci ve Freudcu insan bir ve aynıdır: ‘Tamam’ olmak.
‘Dişilik organının sembolü olan’ mağara kuşkusuz insanlığın bildiği en eski dölyatağıdır
Parça kendini ayrı bir tanımlama gayretine girmedikçe bütüne aittir; ölümsüzdür. Bilinç-lililk, ölümlülüğü doğurur.
Rüyalar, masallar, mitler aynı kumaştan biçilmiştir. Üçü de bilinçdışının ürünüdür: Rüyalar ortak bilinçdışından beslenen ilksel kaynakları ile kişisel bilinçdışının içerik ve dinamiklerinin öykülenmesidir. Masallar ve mitler gibi ortak (kolektif) ürünler ise ortak bilinçdışının, ortak bilinçle etkileşerek şekillenmesi, ‘resim’lenmesidir: Psikanalizin öncülerinden Karl Abraham ve Otto Rank, mitleri ‘halkların kitle rüyaları/fantezileri’ olarak tanımlar.
Uydurmak, asla gerçekdışı değildir. İç dinamikler ve duruşun, dış gerçekliğe uydurulmasıdır. Tersi de mümkündür ve dahi gereklidir.
Bilinmeyenin, bilinir hale gelmesi her zaman paradigmatik bir sıçrayıştır./Kuhn
‘Işık’ metaforunu kullanırsak, bilinç’in hem dalga, hem partikül (tanecik) özelliklerinden söz edebiliriz: ‘Dalga’ olarak etkileşimlerin fark edilmesi/ayırt edilmesi, ara-alanda gerçekleşen bir şeydir: Bir şeyin bilincine varırız. Bu eylemin -yaşantıların çökelmesi, atâlet ve şekil kazanmasıyla oluşan- öznesi ‘partikül’ bilinçtir. Yani bilincinde olunanın ve bilincinde olmanın örgütlenme/kristalizasyon şemasını içkin haliyle Bilinç/Ben-Bilinci. Partikülü yapan dalga hali, dalgayı mümkün kılan partiküldür.
Psikanaliz bir psikomitoloji alt dalıdır; psikoanalitik uygulama, bir psikomitolojk çözümleme yöntemidir.
Keşke ve eğer sözcükleri yaşamın gerçekliğine, zamanın geri döndürülemezliğine yabancıdır.
Dört noksansızlığı, barışı,kararlılığı ve zamana bağlı olmamayı ; üç ivediliği, eksikliği, huzursuzluğu ve uğraşı temsil eder. Üç kararsızlığı içinde bocalayan ve üç ile uğraşmak zorunda olan kişi, ya üçü dörde yükseltmeli ya da bire indirmelidir çünkü sadece dört ve bir sayılarında çözüm olasılığı vardır. Bazen kendisini felce uğratan, çıkmaza sokan ve hareketsiz bırakan bir duruma düşen kişi, yeniden canlanmak ve gücünü toparlamak amacıyla, bilinç düzeyini biraz alçaltmak zorunda kalır. İleri gidebilme ve sonraki sayıya geçebilme olanağı olsa hiç kuşkusuz, en iyisi tamlığa erişmektir ama dörde erişme olanağından yoksunsa biraz geri çekilerek kendini kurtarması ve yeniden harekete geçebilme gücüne kavuşması tek seçeceğidir. İki, kötüdür çünkü kişi ikinin düalitesinde sıkışıp kalır. Oysa bir ve dört, elverişli işletilebilir simgelerlerdir. İki ve üç aynı düzeyde zor, kararsız ve eksiktirler. Gerçi onların da kişinin aşması gereken sayılar olmaları bakımından saygınlıkları vardır ama kişinin o sayılarda oyalanmaması gerekir.
Johnson 1992:106-7
Johnson 1992:106-7
İki çift sayı olarak ‘dişil’e atıfta bulunurken üç, ‘bir’ gibi tekildir ve eril nitelik taşır. Dolayısıyla iki, doğanın ve annenin; bir ve üç ise bilincin, tinin ve baba ile oğulun sembolüdür.
Yeni koşullar içinde kendini rahat hissetme olanağını henüz elde edememiş olan Dumrul, içinde bulunduğu anomiyi ve bu anomi içinde serbestleşen/denetimden kaçan kendilik parçalarının oluşturduğu tehditkâr anarşiyi, kabarmış merkezî narsistik kendiliğin tümgüçlü eylemleri ile bastırmaya, dizginlemeye çalışmaktadır.
Dumrul’un çayın kurumuş olduğunu görmesine rağmen, hâlâ suyu varmış gibi davranması, herkesi bu yanılsamayı paylaşmaya zorlaması, köprü inşaatının, ilkel yadsımanın bir göstergesi olduğuna işaret etmektedir.
Şamanlar, omuzlarına ağır bir yük bindirilmiş ‘araç’lar ve ‘aracı’lardır. Ait oldukları topluluklar tarafından kullanılırlar, kendileri kullanıcı ya da yönlendirici değildirler; kuramcı olmaktan çok teknisyendirler.
Şamanlar toplum içinde özgün yeteneklere, ayrıcalıklı, dikkat çeken/aykırı kişilik yapısına sahiptir.
Şamanlığın ‘anaerkil’ dönemlerin varlığına dair işaretler taşıdığı savlanmaktadır.
Kültürel dizgenin taşıdığı gelişim potansiyelinin açılımı, kendini sorgulayacak ve değiştirebilecek bireysel eylemliliklere özerklik tanıdığı oranda mümkündür.
Sıradan insanlar, ortak tarihe bağlanır; olası tehlikelerden korunmuş olur. Bizim kahraman bellediklerimiz aslında ne kadar azdır ve ne kadar çok kurban, taklit, yorgun ve yenik insan vardır -hiç görmediğimiz- kültür ve toplum ile erişme mitleri döngüsel olarak birbirini doğrularlar ve pekiştirirler. Birbirlerine gereksinimleri bundandır, tutucu kısırlıkları bundandır.
Erişme mitleri konformist mitlerdir. İsyankarlığı eksen kabul eden gerçek kahramanlıkları (ve mitlerini) yatıştırmak, insanı bir ortak kalıba dökmek için kurgulanan ‘sahte kahramanlık’ mitleridir.
Gerçek kahramanlık, toplumu/kültürü dağıtır; mitoklasttır, ikonoklasttır. Kültürün ve toplumun korumaya çalıştığının düşmanıdır.
Kahramanın makbul insan olması gerekmez, hatta ‘en’ kahraman olanın kendi zamanında anlaşılması ve onaylanması mümkün bile değildir, zira o çok ileridedir.
İnsanın insan olma serüveni kendinde başlar.
Mitler yatıştırır: Ölümlü olmadığımızı, bizden öncekileri yaşadığımız ve onlarda yaşadığımız gibi bizden sonrakilerde de yaşamaya devam edeceğimizi gösterir. Mitoloji ‘ölümsüzlük literatürü’dür. Eksik değilizdir, kaybolmamışızdır.
Geçmişin ürünü ve anlatıcısı olan mitler, geleceğin de uyarıcısı/muştucusu ve öğreticisidir.