İçeriğe geç

Ulusların Düşüşü Kitap Alıntıları – James A. Robinson

James A. Robinson kitaplarından Ulusların Düşüşü kitap alıntıları sizlerle…

Ulusların Düşüşü Kitap Alıntıları

Sömürücü siyasal ve ekonomik kurumlar iç çatışma için genel bir eğilim yaratır. Çünkü servetin ve gücün dar bir elitin elinde yoğunlaşmasına neden olurlar.
Geniş kitlelerin varlıklı ve bağımsız bir hale gelmelerini hiç de istemeyiz [ ] Aksi takdirde onlara nasıl hükmederdik.
Yenilik, eski problemlere yeni çözümler getiren, yeni fikirlere sahip yeni insanlardan gelir.
Otoriter rejimler genellikle özgür bir medyanın öneminin farkındadırlar ve onunla mücadele etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bunun uç bir örneği Peru’daki Alberto Fujimori rejimidir. Fujimori aslında demokratik bir seçimle işbaşına gelse de çok geçmeden Peru’da bir diktatörlük rejimi kurdu; hem de 1992’de daha görevdeyken kendi düzenlediği bir darbeyle.
Tıpkı Büyük Atılım gibi Kültür Devrimi de çok geçmeden hem ekonomiyi hem de çok sayıda insanın hayatını mahvetmeye başladı. Tüm ülkede Kızıl Muhafızlar’dan birlikler oluşturuldu. Bunlar rejim düşmanlarını tasfiye etmede kullanılan genç ve hevesli Komünist Parti üyeleriydi. Pek çok insan öldürüldü, tutuklandı ya da sürgün edildi. Mao, vahşetin boyutları hakkında endişe duyanlara “Şu Hitler denen adam bile daha acımasızdı. Ne kadar acımasızsanız o kadar iyi, sizce de öyle değil mi? Ne kadar insan öldürürseniz o kadar devrimcisiniz” diyerek sert bir biçimde tepki gösteriyordu.
Bilim insanları Mao’nun izlediği siyaseti kuraklıkların sonuçları üzerinden tartışsalar da, 20 ila 40 milyon insanın ölümünde Büyük İleri Atılım’ın merkezi bir rol oynadığından kimsenin şüphesi yok. Tam olarak kaç kişi olduğunu bilemiyoruz, çünkü Mao’nun idaresindeki Çin’de yaşanan vahşetleri belgeleyecek rakamlar kayda geçirilmedi. Kişi başına düşen gelir ise yaklaşık dörtte bir oranında geriledi. Büyük Atılım’ın sonuçlarından biri de Komünist Parti’nin üst düzey bir üyesinin; devrimin en başarılı generallerinden biri olup yürüttüğü “anti-sağcı” bir kampanyayla pek çok “devrim düşmanının” idam edilmesini sağlayan Deng Şiaoping’in fikir değiştirmesiydi. 1961’de Çin’in güneyindeki Guangzhou’daki bir konferansta “Kedinin siyah ya da beyaz olmasının önemi yok, eğer fare yakalıyorsa iyi kedidir” diyordu. Üretilen politikaların komünist politikalar gibi görünüp görünmediği önemli değildi; insanlarını doyurabilmek için Çin’in üretimi teşvik edecek politikalara ihtiyacı vardı.
“İktisat hallolmuş siyasal problemleri kendine çalışma alanı olarak seçerek Sosyal Bilimlerin Kraliçesi unvanını aldı.“
Çoğu iktisatçı ve siyasetçi “meseleyi doğru anlamaya“ odaklanır. Oysa asıl odaklanılması gereken yoksul ülkelerin neden “meseleyi yanlış anladıklarına“ açıklama getirmektir. Konuyu yanlış anlamak genellikle ne cehaletle ne de kültürle ilgilidir. (…) Meseleyi hata ya da cehalet yüzünden değil kasten yanlış anlarlar. Bunu anlamak için iktisadın ve yapılması gerekenleri söyleyen uzman tavsiyelerinin ötesine geçip kararların gerçekte nasıl alındığı, bunları kimin aldığı ve bu insanların neden bu kararları aldığı incelenmelidir.
20. yüzyılın sonunda dünyanın pek çok fakir bölgesini anlayabilmek ancak 20. yüzyılın yeni mutlakıyetçiliğini anlamakla mümkündür; yani komünizmi. Marx’ın öngördüğü, daha insani koşullar altında ve eşitsizlik olmadan zenginlik üretecek bir sistemdi. Lenin ve onun Komünist Partisi Marx’tan esinlendi, fakat pratik, kuramdan bundan daha farklı olamazdı. 1917 Bolşevik Devrimi kanlı bir hadiseydi ve hiçbir insani yönü yoktu. Lenin ve etrafındakilerin yaptığı ilk şey Bolşevik Parti’nin başına yeni bir eliti, yani kendilerini getirmek olduğundan denklemde eşitliğe de yer yoktu. Bunları yaparken yalnızca komünist olmayan unsurları değil, iktidarları için tehdit oluşturabilecek diğer komünist unsurları da tasfiye edip öldürdüler.
Fakat asıl trajediler daha sonra yaşanacaktı; önce İç Savaş’la, ardından Stalin’in kamusallaştırma politikaları ve belki de 40 milyon kadar insanın hayatına mal olan aşırı sıklıktaki tasfiyeleriyle. Rus komünizmi acımasız, baskıcı ve kanlıydı fakat eşsiz değildi. Ekonomik sonuçlar ve çekilen acılar başka yerlerde olup bitenlerle büyük benzerlikler taşıyordu, örneğin 1970’lerde Kızıl Kmerler’in idaresinde Kamboçya’da yaşananlarla; ayrıca
Çin’de ve Kuzey Kore’dekilerle. Bu örneklerin tümünde komünizm habis diktatörlükleri ve yaygın insan hakları ihlallerini beraberinde getirdi. Yaşanan ıstıraplar ve katliamlar bir yana, komünist rejimlerin hepsi de farklı türlerde sömürücü kurumlar inşa ettiler. Ekonomik kurumlar, piyasalar olsun olmasın, halkın kaynaklarını sömürmek için tasarlanmıştı ve mülkiyet haklarından nefret edildiğinden genellikle zenginlik yerine yoksulluk yaratıyorlardı.
5. bölümde gördüğümüz Sovyet örneğinde olduğu gibi, komünist sistem önce hızlı büyüme üretti fakat ardından hızını kaybetti ve durgunluğa yol açtı. Sonuçlar Mao idaresindeki Çin’de, Kızıl Kmerler idaresindeki Kamboçya’da ve komünist ekonomik kurumların ekonomik çöküşe ve kıtlığa yol açtığı Kuzey Kore’de çok daha yıkıcıydı.
Hükümet her ne kadar piyasaların kötü olduğunu söylese de, Kuzey Kore eliti piyasaların kendilerine sağladığı şeylerden memnun. Liderleri Kim Jong-Il’in içinde bir barı, bir karaoke makinesi ve bir mini sinema salonu olan yedi katlı bir sarayı var. Giriş katında dalga makinesi olan devasa büyüklükte bir havuz bulunuyor; Kim bu havuzda küçük bir motoru olan bir body-board kullanmayı seviyor. 2006’da Birleşik Devletler Kuzey Kore’ye bazı yaptırımlar uyguladığında rejimi nasıl can evinden vuracağını biliyordu. 60’tan fazla lüks tüketim maddesinin ihracatını yasakladı; bunlara yatlar, jetskiler, yarış arabaları, motosikletler, DVD oynatıcılar, 29 ekrandan büyük televizyonlar da dahildi. Artık ipek eşarplar, özel tasarım dolmakalemler, kürkler ya da deri çantalar yoktu. Bunlar tam da Kim ve onun Komünist Parti elitlerine hitap eden kalemlerdi. Bir bilim insanı, Fransız şirketi Hennessy’nin rakamlarını kullanarak Kim’in yaptırımlardan önceki konyak bütçesinin yılda 800 bin doları bulmuş olabileceğini hesapladı.
İktisatçılar için Arjantin kafa karıştırıcı bir ülkedir. Nobel ödüllü iktisatçı Simon Kuznets Arjantin’i anlamanın ne kadar güç olduğunu anlatmak için bir keresinde dört tür ülke olduğuna dikkat çekmişti; gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeler, Japonya ve Arjantin. Kuznets böyle düşünmüştü çünkü Birinci Dünya Savaşı dolaylarında Arjantin dünyanın en zengin ülkelerinden biriydi. Ardından Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki diğer zengin ülkelere
kıyasla büyük bir gerileme göstermeye başladı; bu durum 1970’ler ve 80’lerde mutlak bir gerilemeye dönüştü. Görünürde Arjantin’in ekonomik performansı kafa karıştırıcıdır fakat kapsayıcı ve sömürücü kurumlar perspektifinden bakıldığında gerilemesinin nedeni daha anlaşılır hale gelir.
Sömürücü ekonomik kurumlar sömürücü siyasal kurumların ayakta kalması için bir platform oluştururlar. Sömürücü siyasal kurumların olduğu rejimlerde iktidar kıymetlidir; çünkü denetime tabi değildir ve ekonomik zenginlik getirir.
Birkaç istisna dışında günümüzün zengin ülkeleri 19. yüzyılda başlayan sanayileşme sürecine ve teknolojik değişimi benimseyenlerdir; fakir olanlar da benimsemeyenler.
1789 Fransız Devrimi’nin arifesinde tüm Avrupa’da Yahudilere yönelik sert kısıtlamalar söz konusuydu. Örneğin Alman şehri Frankfurt’ta hayatları Ortaçağ’dan kalma bir yasanın hükümlerine göre tanzim edilmişti. Frankfurt’taki Yahudi ailelerinin sayısı 500’ü geçmiyordu ve hepsi de şehrin duvarlarla bölünmüş küçük bir kısmında, Yahudi gettosu Judengasse’de yaşamak zorundaydı. Geceleri, pazarları ya da hiçbir Hıristiyan bayramında gettoyu terk edemezlerdi.
Judengasse akıl almaz ölçüde sıkışık bir yerdi. Çeyrek mil uzunluğunda olmasına karşın genişliği üç buçuk metreden fazla değildi, hatta yer yer üç metrenin altındaydı. Yahudiler sürekli baskı ve denetim altında yaşıyorlardı. Her yıl en fazla iki yeni aile gettoya kabul ediliyor, en fazla 12 Yahudi çifti evlenebiliyordu ve bu ancak ikisi de 25 yaşın üstündeyseler mümkün olabiliyordu. Yahudiler tarla süremiyor ayrıca silah, baharat, şarap ya da tahıl ticareti yapamıyordu. 1726’ya dek belirli işaretler taşımaları gerekiyordu; bunlar erkekler için iki eşmerkezli sarı yüzük ve kadınlar için çizgili peçeydi. Tüm Yahudiler özel bir kelle vergisi vermekle yükümlüydü.
Batı Avrupa’da matbaa makinesinin önemi hemen fark edildi. Sınırın ötesinde, Fransa’nın Strasbourg şehrinde daha 1460’da bir baskı makinesi kurulmuştu bile. 1460 sonlarına gelindiğinde önce Roma ve Venedik’teki, ardından Floransa, Milan ve Torino’daki baskı makineleriyle bu teknoloji İtalya’ya yayılmıştı. 1476’ya gelindiğinde William Caxton Londra’da bir baskı makinesi kurdu, iki yıl sonra Oxford’da da bir tane vardı. Matbaa aynı dönemde Benelüks ülkeleri üzerinden İspanya’ya, hatta 1473’te Budapeşte’de ve bir yıl sonra Kraków’da açılan matbaalarla Doğu Avrupa’ya yayıldı. Fakat herkes matbaayı cazip bir yenilik olarak görmüyordu. Osmanlı sultanı II. Bayezid, daha 1485’te çıkardığı bir fermanla Müslümanların Arapça baskı yapmasını kesin bir biçimde yasakladı. Bu kural 1515’te Sultan I. Selim tarafından daha da pekiştirildi. 1727’ye kadar Osmanlı topraklarında matbaa makinesine müsaade edilmedi. Daha sonra Sultan III. Ahmet, İbrahim Müteferrika’ya bir matbaa makinesi kurması için izin veren bir kararname çıkardı. Bu gecikmiş adıma bile kısıtlamalar getirilmişti. Kararname “Bu hayırlı günde bu Batılı usul tıpkı bir gelinin duvağını kaldırır gibi gün yüzüne çıkarılacak ve bir daha asla saklanmayacaktır” dese de Müteferrika’nın matbaası sıkı bir biçimde izlenecekti.
Sanayi Devrimi benzersiz kapsayıcı ekonomik kurumları nedeniyle İngiltere’de başladı ve en önemli adımlarını orada attı. Bu kurumlar da Görkemli Devrim’le ortaya çıkan kapsayıcı siyasal kurumların attığı temeller üzerine inşa edilmişlerdi. Mülkiyet haklarını güçlendirip akılcı hale getiren, finans piyasalarını geliştiren, dış ticaretteki devlet destekli tekelleri zayıflatan ve sanayinin ilerlemesinin önündeki engelleri kaldıran Görkemli Devrim’di. Siyasal sistemin önünü açan ve toplumun ihtiyaç ve isteklerine duyarlı hale getiren Görkemli Devrim’di. Bu kapsayıcı ekonomik kurumlar bir yandan James Watt gibi yetenekli, vizyon sahibi kişilere becerilerini ve fikirlerini geliştirmeleri için fırsat ve teşvik sunarken diğer yandan sistemi hem onların hem de ülkenin yararlanabileceği biçimde etkilediler. Doğal olarak bu adamlar da bir kez başarıya ulaştıklarında diğerlerininki gibi dürtülere kapıldılar.
Büyük Romalı yazar Büyük Plinius şu öyküyü naklediyor: İmparator Tiberius zamanında bir adam kırılmayan bir cam icat ediyor ve büyük bir ödül alacağını umarak imparatora gidiyor. İcadını gösterince Tiberius ona bu icattan kimseye bahsedip bahsetmediğini soruyor. Adam hayır diye karşılık verince Tiberius’un emriyle sürüklenerek uzaklaştırılıyor ve “altın, çamurun değerine düşmesin” diye öldürülüyor.
Bu hikâyede iki ilginç şey var. Birincisi, adam bir iş kurup bu camı satarak kâr edecek yerde önce Tiberius’a gidiyor. Bu Roma devletinin teknolojinin kontrolündeki rolünü gösteriyor. İkincisi, Tiberius icadın doğurabileceği olumsuz ekonomik etkilerden ötürü onu yok ederken mutluluk duyuyor. Bu da yaratıcı yıkımın ekonomik etkilerinden duyulan korkuyu ifade ediyor.
1928’den önce Rusların çoğu kırsal kesimde yaşıyordu. Köylülerin kullandığı teknoloji ilkeldi ve üretkenliğe yönelik çok az teşvik vardı. Aslına bakılırsa, Rus feodalizminin son kalıntıları Birinci Dünya Savaşı’ndan yalnızca kısa bir süre önce ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla bu işgücünü tarımdan sanayiye kaydırarak ortaya çıkarılabilecek büyük bir ekonomik potansiyel vardı. Stalinist sanayileşme bu potansiyeli ortaya çıkarmanın acımasız bir yoluydu. Stalin gerektiği gibi kullanılamayan bu kaynakları devlet zoruyla daha verimli bir biçimde iş görecekleri sanayi sektörüne aktardı, her ne kadar sanayi de yetersiz bir biçimde örgütlenmiş olsa da. Gerçekten de 1928-1960 yılları arasında ulusal gelir yıllık yüzde 6 oranında arttı; bu muhtemelen o zamana kadarki en hızlı ekonomik büyüme hamlesiydi. Bu hızlı ekonomik büyüme teknolojik değişim sayesinde değil, işgücünün yeniden tahsisi ve yeni araçların üretilip fabrikaların inşa edilmesiyle ortaya çıkan sermaye birikimi sayesinde gerçekleşti.
Lenin 1924’te öldü ve Joseph Stalin 1927’ye kadar ülke üzerindeki kontrolünü pekiştirdi.Rakiplerini temizledi ve ülkeyi hızla sanayileştirecek bir hamle başlattı. Bunu 1921’dekurulan Devlet Planlama Komitesi-Gosplan’ı harekete geçirerek yaptı. Gosplan 1928 ile 1933 yılları arasında uygulanan ilk Beş Yıllık Planı hazırladı. Stalin tarzı ekonomik büyüme basitti; devlet eliyle sanayiyi geliştir, bunun için gerekli kaynakları da tarım vergisini son derece
yüksek oranlara getirerek sağla. Komünist sistemin etkili bir vergi sistemi yoktu, Stalin debunun yerine tarımı “kolektif” hale getirdi. Bu süreç toprağın özel mülkiyetinin kaldırılmasını gerektirdi ve kırsal kesimde yaşayan herkesi komünist devletin işlettiği devasa kolektifçiftliklerde topladı. Bu durum, Stalin için tarımsal ürüne el koyup elde edilen geliri yeni fabrikalar inşa eden ve bunlara personel olan insanları beslemek için kullanmayı çok daha
kolay hale getirdi. Kırsal kesimdeki halk için sonuçlar felaketti. Kolektif çiftlikler insanların sıkı çalışmasını sağlayacak teşviklerden tamamen yoksundu, dolayısıyla üretim düzeyi çok hızlı bir biçimde düştü. Üretimin o kadar büyük bir kısmına el konuldu ki, yeterli yiyecek bulunamıyordu. İnsanlar açlıktan ölmeye başladı. Nihayetinde, zorunlu kolektifleştirme
süresince muhtemelen 6 milyon insan kıtlık yüzünden öldü ve yüzbinlerce insan öldürüldü ya da Sibirya’ya sürüldü.
Dünyanın farklı yerlerinde bulunmalarına karşın Afganistan, Haiti ve Nepal kurumsal açıdan Sahra-altı Afrika’nın çoğuülkesiyle ortak özellikler taşırlar ve bu nedenle günümüzün en yoksul ülkeleri arasındadırlar.
Güney Kore halkının yaşam standartları Portekiz ve İspanya’da yaşayanlarınkiyle aynıdır. Kuzeyin ya da adı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olan Kuzey Kore’nin yaşam standartları ise Güney Kore’nin yaklaşık onda biri kadar, yani Sahra-altı Afrika ülkesi düzeyindedir. Kuzey Kore’nin sağlık koşulları ise daha kötü durumdadır. Bir Kuzey Koreli’nin ortalama yaşam süresi 38. Paralel’in güneyindeki kuzenlerine göre 10 yıl daha azdı.
Ortadoğu’yu fakirleştiren coğrafyası değildi. Bunun nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleyip güçlenmesiydi ve bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının nedeni de bu imparatorluğun kurumsal mirasıdır.
Birleşik Devletler’deki mucitler bir kez daha şanslıydı. 19.yüzyılda finansal aracılık hizmetlerinde ve bankacılıkta hızlı bir genişleme yaşanması, ekonomide görülen hızlı büyümeyi ve sanayileşmeyi kolaylaştıran en önemli etkenlerden biriydi. 1818’de Birleşik Devletler’de 160 milyon dolar toplam sermaye ile 338 banka faaliyet gösterirken 1914’te 27,3 milyar toplam aktifle 27,864 banka vardı. Birleşik Devletler’deki potansiyel mucitler işlerini kurmak için sermayeye kolayca ulaşabiliyorlardı. Üstelik, Birleşik Devletler’de bankalar ve finansal kurumlar arasında süren yoğun rekabet, bu sermayeye epeyce düşük faiz oranlarıyla ulaşılabileceği anlamına geliyordu.
1820 ile 1845 yılları arasında Birleşik Devletler’deki patent sahiplerinin yalnızca yüzde 19’unun ebeveynleri meslek sahibiydi ya da tanınmış büyük toprak sahibi ailelerden geliyordu. Aynı dönemde patent sahibi olanların yüzde 40’ı, tıpkı Edison gibi, yalnızca temel seviyede ya da daha az eğitim görmüştü. Birleşik Devletler 19.yüzyılda siyasal bakımdan neredeyse diğer tüm uluslardan daha demokratik olduğu gibi, konu yeniliğe geldiğinde de diğerlerinden daha demokratikti. Bu, ekonomik bakımdan dünyanın en yenilikçi ülkesi haline gelmesinde kritik bir öneme sahipti.
Büyük Britanya ya da Birleşik Devletler gibi ülkeler, yurttaşları gücü ellerinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı; hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu; geniş halk kitlelerinin ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler.
“Yozlaşma, baskı ve kötü eğitimdan mustaribiz. Değişmesi gereken yozlaşmış bir sistemde yaşıyoruz.”
Güçlü gruplar çoğunlukla ekonomik ilerlemenin ve refahın karşında yer alırlar. Ekonomik ilerleme yalnızca daha fazla ve daha iyi makinelere, daha iyi eğitime dayalı bir süreç değildir, aynı zamanda geniş çaplı bir yaratıcı yıkımın eşlik ettiği dönüştürücü ve istikrarsızlaştırıcı bir süreçtir de. Bu nedenle ekonomik büyüme ancak ekonomik ayrıcalıklarını yitireceklerini sezen ekonomik kaybedenler ve siyasal güçlerinin zayıflayacağı endişesine kapılanlar tarafından engellenmezse yol alabilir.
Kral ne saban kullanımının yaygınlaşması için teşvik sağlıyordu ne de tarımsal verimliliği arttırmak gibi bir önceliği vardı; köle ihraç etmek çok daha kârlıydı.
Yakalanıp köle olarak satılma ihtimali hiç şüphesiz Afrikalıların başkalarına olan güvenini tarihsel anlamda etkilemiştir.
Zengin ülkelerde bireyler daha sağlıklı, daha uzun ömürlü ve çok daha iyi eğitimli.
Sıradan yurttaşlar için gerçek siyasal güce ulaşmak ve toplumun işleyişini değiştirmek hakikaten güç. fakat imkansız değil
Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden kaynaklanıyor. Bu, onlara göre, değişmesi gereken ilk şey.
Çünkü bilir ki ağacı dikenin meyvesini de topladığı nadir görülür.
Okuryazarlık belirli bir biçimde geriledi.
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Kitaplar çok pahalıydı
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Ülkelerin ekonomik başarıları; kurumlara, ekonominin işleyişini belirleyen kurallara ve bireyleri motive eden teşviklere göre farklılık gösterir
1445 Alman şehri Mainz’de Johannes Guten erg bir matbaa kurdu bu yenilik okuryazarlığın ve eğitimin Avrupa’da hızlı bir şekilde yayılmasını sağladı. Osmanlı’da III. Ahmet 1727 yılında İbrahim Müteferrikaya bir matbaa kurması için izin veren bir kararname çıkardı. Bu gecikmiş adıma bile kısıtlamalar getirilmiş. Ne basarsa bassın din ve hukuk alimlerinden, yani kadılardan oluşan üç kişilik bir heyet tarafından incelenirdi. Bu incelemelerden dolayı matbaada çok az kitap basılmış
Sömürücü kurumlar, doğaları gereği sömürülebilecek zenginlik üretmelidir.
Kurumları aynı olan iki toplum yoktur. Her birinin farklı adetleri, farklı mülkiyet hakları sistemleri ve öldürülen bir hayvanı ya da başka bir gruptan çalınan ganimeti paylaşmak için farklı yöntemleri vardır ve olacaktır.
“Şiddeti karşısında insanoğlunun tüm bilgeliği ve mahareti faydasızdı.”
Tüm ekonomik kurumların yaratıcısı toplumdur.
Onları nasıl kullanacağını bilen işçiler olmasaydı dünyadaki tüm teknolojiler faydasız hâle gelirdi.
Suriye ve Mısır gibi ülkeler fakirdir ve nüfuslarının büyük çoğunluğu müslümandır.
Petrol üreticileri zengindir.
Büyük Fransız siyaset felsefecisi Montesqui daha 19.yy. sonlarında zenginlik ve yoksulluğun coğrafî dağılımından bahsetti ve tropikal iklimlerdeki insanların tembelliğe eğilimini ve merak duygusundan yoksun olduklarını savundu. Bu nedenle sıkı çalışmıyorlardı,milliyetçi değillerdi. Bu yüzden de fakirdiler.
bugün venedik’in tüm ekonomisi, biraz balıkçılığın dışında, turizimden ibaret. Venedikliler ticaret yollarına ve ekonomik kurumlara öncülük etmek yerine pizza ve dondurma yapıp turist kafileleri için renkli camlar üflüyorlar.
günümüzdekii farklı kurumsal örüntülerin kökleri geçmişe dayanır çünkü toplum bir kez belirli bir biçimde örgütlendiğinde bu durum varlığını sürdürme eğilimi gösterir bu süreklilik ve onu meydana getiren güçler, dünya eşitsizliğini ortadan kaldırmanın ve yoksul ülkeleri müreffeh ülkelere dönüştürmenin neden bu kadar zor olduğunu da açıklıyor.
Steffens diplomatik görevinden döndüğünde eski arkadaşı heykeltıraş Jo Davidson’ı görmeye gitti ve onu zengin yatırımcı bearnard braruch’un büstünü yaparken buldu demek rusyadaydın dedi baruch. Steffens, gelecekteydim ve işler yolundaydı diye yanıtladı. bu vecizeyi tarihe geçecek şekilde mükemmelleştirdi gelceği gördüm, işler yolunda
cehaletten mustaripsek, yöneticileri ve siyasetçileri aydınlatmak bizi kurtaracaktır; doğru tavsiyelerde bulunup siyasetçileri iyi ekonominin ne olduğuna ikna ederek tüm dünyada refah inşa edebiliriz
İspanyollar,yağmacılığa altın ve gümüş ihtirasına dayanan bir başlangıç evgisinin ardından yerli halkı sömürmek için bir kurumlar ağı meydana getirdiler. Encomeinda, Mita, de partimiento ve Train’den oluşan kurumlar dizisi yerli halkın yaşam standartlarını geçimlik düzeye indirmeye zorlamak ve böylece artakalan tüm kazancı İspanyollar için sömürmek üzere tasarlanmıştı. Bu amaca yerlilerin topraklarını kamulaştırarak, onları çalışmaya zorlayarak, hizmetleri için düşük ücretler vererek, yüksek vergiler getirerek ve almayı bile istemedikleri mallara yüksek fiyatlar koyarak ulaştılar. Bu, kurumların İspanya Krallığına büyük servetler kazandırmasına , Fatih’leri ve torunlarını büyük zenginliğe kavuşturmasına karşın Latin Amerika’yı dünyanın en eşitsiz kıtası haline getirdi ve ekonomik potansiyelinin çoğunu tüketti.
“İşte Müslüman ve Hıristiyan yan yana. İşte genç ve yaşlı yan yana. Hepsi aynı şeyi istiyor.”
Sıradan yurttaşlar için gerçek siyasal güce ulaşmak ve toplumun işleyişini değiştirmek hakikaten güç fakat imkansız değil.
Yozlaşma, baskı ve kötü eğitimden muzdaribiz. Değişmesi gereken kötü bir sistemde yaşıyoruz.

Umarım yıl sonuna kadar seçimle gelen bir hükümetimiz olur. Evrensel hak ve özgürlükler yürürlüğe konur ve ülkeyi saran yozlaşmaya bir son veririz.

dövlət cəmiyyətdə qanuni zorakılığın monopoliyası dır.
Mısırlılara göre geri kalmışlıklarının başlıca nedenleri arasında etkisiz ve yozlaşmış bir devlet; hırs, yetenek ve becerilerini kullanamadıkları bir toplum ve aldıkları eğitim yer alıyor. Ama aynı zamanda bu sorunların kökeninde siyasal nedenlerin yattığının da farkındalar. Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden kaynaklanıyor. Bu, onların da anladığı gibi, değişmek zorunda olan ilk şey.
“Yozlaşma, baskı ve kötü eğitimden mustaribiz. Değişmek zorunda olan yozlaşmış bir sistemde yaşıyoruz.”
“Elbette kölelik ve serflik köle sahiplerine ve serfleri kontrol altında tutanlara olağanüstü zenginlik sağladı fakat teknolojik yenilik ya da toplum için refah üretmedi.”
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Geri kalmışlıkların başlıca nedenleri;
– etkisiz ve yozlaşmış bir devlet;
– hırs, yetenek ve becerilerini kullanamayan bir toplum
– Bireylerin aldıkları eğitim.
“ Ortadoğu’da İslam dini ve yoksulluk arasındaki ilişki büyük ölçüde düzmecedir.”

Alıntı: Daron Acemoğlu, James Robinson. “Ulusların Düşüşü”.

“Oysa dünya eşitsizliği iklimle, hastalıklarla ya da coğrafya hipotezinin herhangi bir versiyonuyla açıklanamaz.”
Geri kalmışlıklarının başlıca nedenleri arasında;
– etkisiz ve yozlaşmış bir devlet;
– hırs, yetenek ve becerilerini kullanamadıkları bir toplum
– aldıkları eğitim yer alıyor.
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Bir piyasa ekonomisi, tüm birey ve kuruluşların istedikleri her türlü ürün ve hizmeti özgürce ürettiği, alıp sattığı durumu ifade etmek için kullanılan bir soyutlamadır. Bu koşullar mevcut değilse bir “piyasa başarısızlığı” söz konusudur. Piyasa başarısızlıkları çözülmedikçe ülkenin daha da fakir hale gelmesi muhtemel olduğundan bu tür başarısızlıklar bir dünya eşitsizliği kuramına temel oluşturur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir