İçeriğe geç

Atmaca Kitap Alıntıları – Hikmet Hükümenoğlu

Hikmet Hükümenoğlu kitaplarından Atmaca Kitap Alıntıları sizlerle.

Atmaca Kitap Alıntıları

Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez “neredeyim” diye sordum kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime.
İnsanlara hâlâ okudukları kitaplara göre kafamda not veriyordum…
İki kişinin birlikte yaşamaya devam edebilmesi için sürekli ince ayarlar yapması, çatlakları sıvaması,bitkilere su vermesi, yavaşlayan saatleri kurması gerekiyordu.
Dün gerçek dedikleri, bugün yalan olabiliyor ve kimse de Yahu siz aklınızı mı kaçırdınız?" diye soramıyor, sorsa da bir şey değişmiyor.
Her şey, tatsız, kokusuz, soğuk bir sisin ardında kaybolmuştu. Sanki hatırlatmak istemediğim ne varsa silip atmıştım. Üstüne defalarca başka şarkılar çekilmiş eski kasetlerin sonunda kalan hışırtı gibi anlamsız bir şey kalmıştı geriye.
Keşke hayattan aynı şeyleri isteseydik. Ruhumuzu tüketmeden, kendimizden nefret etmeden, kimseyi incitmeden istediklerimize ulaşabilseydik.
Dünyayı değiştirmek için seslerden ve işaretlerden ağlar örersin, zamanı geldiğinde insanların üzerine salarsın.
Sözcükler hem anlatanı hem de dinleyeni değiştirir."
Ursula K. Le Guin
Sanırım çoktan anlamışsındır ama bir kere de ben söyleyeyim: Her şeyi anlatamadım. Hiç sözünü etmediğim konular var.
Doğrusunu istersen sana anlatıyorum diye ikimizi de kandırıyorum, aslında daha çok kendim için yapıyorum bunu. Arkama bakıp buraya nereden geldiğimi anlamak için. Tuhaf bir yerdeyim çünkü.
Arkama bakmak ve önümü görmek için. Anlatmak insana iyi gelir derler. Ruhu temizlermiş. Kafanın içinde dönüp duran düşünceleri sözcüklere dökebilirsen onlardan bir şekilde kurtulurmuşsun.
Yandaşa, muhalife, zengine, fakire, ahlâk dersi verene,her bir bokun en doğrusunu bilene, her konuyu espri malzemesi yapana, de eklerini ayrı yazmayı bile beceremeyene, artık içinden ne geliyorsa lafını esirgemiyordu .
Yıllardır adetimdi, kafamın içindekileri durduramadığımda sakinleşmek için yürürdüm. Her zaman olmasa da arada sırada işe yarardı.
Sonradan öğrendim ki, gerçek hayatta da böyle insanlar varmış. Hatta benim çevremde bile varmış. Ne istediğini bilmeyen açgözlü insanların şımarıklığı..
Yalandan dolandan çok yoruldum…
Hepimiz dev bir akıntıya kapılmıştık, o dev akıntının içinde kendi küçük akıntılarımız vardı ve hiç durmadan sürüklenirken beklentilerden bahsetmek bana son derece saçma geliyordu.
Her şeyi olduğu gibi mi hatırlıyoruz, yoksa aklımızda kalanlar zamanla değişiyor mu?
Biraz geç doğmuştuk, dünyaya yirmi yıl önce gelseydik bu kadar cahil olmazdık büyük olasılıkla. Bize anlatılanlarda Cumhuriyet’ in ilanıyla Özal’ ın başbakan olması arasında sisli bir dönem vardı, o arada önemli şeyler olmuştu….
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
-Bütün dünya senin kafandaki kurallara uygun kusursuz bir yer olsun istiyordun.
-Herkesin körlemesine kabullendiği kurallara boyun eğmek istemiyordum, o kadar.
Yüksek bir duvarı koşup koşup kafa atarak delemezsin. Ya etrafından dolanacaksın ya da sabredip tırnaklarınla kendine bir tünel kazacaksın.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera…
Kendime öfkelenme ve acıma arasında gidip geliyordum ve bunlardan hangisi daha tatlı diye soran çıksa cevap veremezdim.
İkimiz de gayet iyi biliyorduk ki dipsiz bir uçurumun kıyısından şans eseri dönmüştü.
Sonunda anladım ki, sanki videonun kafa ayarı bozulmuş da biraz kurcalarsam görüntü düzelir, kaldığım yerden filmi izlemeye devam ederim diye, elimde ince uçlu tornavida, boş yere uğraşıyormuşum .
Bir şeyin değerli olması için çok pahalı olması, ışıklar saçması gerekmiyor. En zoru basitliğin içindeki güzelliğe erişebilmek.
Bir şeyin değerli olması için çok pahalı olması, ışıklar saçması gerekmiyor. En zoru, basitliğin içindeki güzelliğe erişebilmek. "
Devletin tepesindeki insanın yol yordam bilmesi gerekir Cavidan. Bu kadında bir dirhem akıl yok ki. Hem akılsız hem ahlaksız."
"Aman ben inanmıyorum o laflara. Çoğu iftira."
"Sayesinde senin paracıklarının tuvalet kağıdı kadar değeri kalmadı ona da mı inanmıyorsun?" dedi eniştem.
artık kabuk bağlamıştır dediğim yaralar hala açıkmış; hayal kırıklığı ve çaresizlik ilk günkü kadar soluksuz bırakıyormuş insanı.
“Bir şeyin değerli olması için çok pahalı olması, ışıklar saçması gerekmiyor. En zoru, basitliğin içindeki güzelliğe erişebilmek.”
Öfke, kısa süreli bir delilik halidir: Sen onu kontrol edemezsen o seni kontrol eder.
-Horatius
Bana bu hayattan beklentin ne diye sorsalar, cevap veremezdim. Hepimiz dev bir akıntıya kapılmıştık, o dev akıntının içinde kendi küçük akıntılarımız vardı ve hiç durmadan sürüklenirken beklentilerden bahsetmek bana son derece saçma geliyordu
..ablamın ‘normal ilişki’ dediği tam olarak buydu aslında: Bir kişinin iki kişi adına karar verebilmesi."
Ve sana benzemeyen, ne hissettiğini anlamayan herkes sana düşman oluyor."
Başkaları gibi olup kabul görmekle kimseye benzememek seçenekleri arasında sıkışıp kalmıştım."
.
Bana bu hayattan beklentin ne diye sorsalar, cevap veremezdim. Hepimiz dev bir akıntıya kapılmıştık, o dev akıntının içinde kendi küçük akıntılarımız vardı ve hiç durmadan sürüklenirken beklentilerden bahsetmek bana son derece saçma geliyordu."
İnce bir dal kırıldı içimde bir yerlerde. Öyle bir his.
Kovulmakla kalmayıp istenmeyen adam ilan edilmiştik. Tek tek kimin hangi sebeple atıldığı açıklanmıyordu, devlet bürokrasisi topumuzu birden vatan haini sayıyordu. Bu şartlarda başka bir üniversitede iş bulma şansım yoktu. Üniversiteyi geçtim, herhangi bir iş bulma şansım yoktu.”
İstemediğim şeyleri yapıp, istediklerimi yapamadığım bir hayatın içinde akıntıya kapılmış sürükleniyordum.
…bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyorlar, iki ay sonra herşey eskisi gibi devam ediyor.
Açıkçası bana bu hayattan beklentin ne diye sorsalar, cevap veremezdim.
Hiç geçmeyen bir can sıkıntısı-daha doğrusu iç sıkıntısı ve huzursuzluk- artık hayatın normal akışı sayılıyordu.
Bir şeyin değerli olması için çok pahalı olması, ışıklar saçması gerekmiyor. En zoru, basitliğin içindeki güzelliğe erişebilmek.
Başkaları gibi olup kabul görmekle kimseye benzememek seçenekleri arasında sıkışıp kalmıştım.
Belki de insanları baskı altına almak isteyen, gırtlaklarını sıkıp nefessiz bırakmak isteyen yabancı düşmanlar değil de devletin kendisidir.
Sen şu hayattan ne istiyorsun peki Şemso?"
"Biz çok ağiz kokusu çektik, çocuğumuz çekmesin bari abi. Başka ne isteriz… Kenara şöyle bir üç-beş kuruş koysam, sonra bir yolunu bulur çoğaltırım ben onu. Bana bir fırsat versinler,…"
Ha bak, ortam karı kız kaynıyor dersen o başka. Ama açlıktan nefesin koktuğunda çükün de kalkmaz. Bizim bir Şemso vardı, o demişti dersin.
Ay bir yaşama daha girdim. Aşık olmanın sırası mı şimdi çocuğum. Sınavlar bitene kadar sık dişini."
En faydalı iki ilaç :konuşmak ve yürümek. Bir de nefes var, etti üç.
Görmek istemiyordum ama telefonu elinden bırakamıyordum. Sabah gözlerimi açar açmaz ilk iş o ekrana bakmak bağımlılık olmuştu. Bakmazsam, sorumluluktan kaçıyormuşum gibi suçluluk duyuyordum. Sanki yeryüzündeki tüm kötülüğe tanık olmak beni sorumluluğummuş gibi.
Ders kitaplarından, televizyondan ve çevremizde konuşulanlardan duyup kafamızda kurduğumuz dünyada bir takım parçaların eksik olduğunu o zaman anladık.
Hiç geçmeyen bir can sıkıntısı- daha doğrusu iç sıkıntısı ve huzursuzluk- artık hayatın normal akışı sayılıyordu. Ya böyle gündelik iç sıkıntısıyla akıntıda sürüklenip duruyorduk ya da büyük bir felekat başımıza musallat oluyordu ve onunla boğuşuyorduk.
Ben öğrenciliği eziyet olarak görmeyen, o hayatı gerçekten seven azınlığın arasındaydım. Bizim bölümde 1900’lerden sonra yazılmış bir roman hakkında konuşmak tanrılara küfretmek sayılsa da derslere girmek hoşuma gidiyordu.
Kabul ediyorum, cümleler hayatı değiştirecek güce sahip fakat hayat denen şey de bir dizi fiyakalı cümlelerden ibaret değil. Günler, hiç de öyle öznesi, yüklemi, noktası, virgülü yerli yerinde, şık cümleler halinde birbirini takip etmiyor.
Kitaplarda ne yazarsa yazsın, herkes kendi yasını kendi bildiği gibi yaşıyor. Benimkinin sadece iki evresi vardı: zift karası ve duman grisi.
Zamanla karalar griye döndü.
Çünkü dünyada normal giden hiçbir şey yok."
"İşte o yüzden insan kendi hayatında normal bir şeyler arayamaz mı?…"
Dışarıdan bakınca tıpkı insana benziyorlar ama değiller. Bir türlü kendilerini anlayamıyorlar. Araya kaynamak, fark edilmek istiyorlar, çünkü öteki türlü çok yalnızsın. Ve sana benzemeyen, ne hissettiğini anlamayan herkes sana düşman oluyor. Seni yok etmek istiyor…
Rahmetli babamın bir lafı vardı: Yüksek bir duvarı koşup koşup kafa atarak delemezsin, derdi. Ya etrafından dolanacaksın yada sabredip tırnaklarınla kendine bir tünel kazacaksın. Ben tünel kazmaktan çok yoruldum artık.
Saatlerin kafası karışsın ve hiç kımıldamasın istedim. Fakat zaman, kaldığı yerden akmaya devam etti.
“İki kişinin birlikte yaşamaya devam edebilmesi için sürekli ince ayarlar yapması, çatlakları sıvaması, bitkilere su vermesi, yavaşlayan saatleri kurması gerekiyordu. Anlayabiliyordum.”
Kabul ediyorum, cümleler hayatı değiştirecek güce sahip fakat hayat denen şey de bir dizi fiyakalı cümlelerden ibaret değil. Günler, hiç de öyle öznesi, yüklemi, noktası ve virgülü yerli yerinde, şık cümleler halinde birbirini takip etmiyor.
Yazara göre mi ayırmalı, yayınevine göre mi, bir türlü karar veremedim. Tam senin uzmanlık alanın."
" Ben artık ayırmakla uğraşmıyorum, zaten rafta boş yer kalmadı. Duvar diplerine kuleler yapmaya başladım."
— eğer ben de gözümü kapatırsam, öfkelenmezsem, kendi küçük dünyalarında gözleri kapalı yaşayan o şuursuz insanlardan ne farkım kalırdı?
Hepimiz dev bir akıntıya kapılmıştık, o dev akıntının içinde kendi küçük akıntılarımız vardı ve hiç durmadan sürüklenirken beklentilerden bahsetmek bana son derece saçma geliyordu.
Lisedeyken öfkem şekilsiz bir ateşti, üniversite yıllarında yavaş yavaş şekle kavuştu, zamanda gözleri açıldı. Onu bir kuşa benzetiyordum. Simsiyah tüyleri ıslanmış bir atmacaya. Gözleri kan kırmızısıydı. Sağlam durmak için pençelerini karnıma saplamıştı. Uyurken kanatlarını göğüs kafesimin içinde kavuşturuyordu. Uyandığında başını saklandığı yerden çıkarıyor ve kanatlarını iki koluma doğru açıyordu. Bedeni, bedenimin şeklini almak için silkinip büyüdükçe göğsümü sıkan kemikler kırılıyordu…
Hiç geçmeyen bir can sıkıntısı —daha doğrusu iç sıkıntısı ve huzursuzluk— artık hayatın normal akışı sayılıyordu. Ya böyle gündelik iç sıkıntısıyla akıntıda sürüklenip duruyorduk ya da büyük bir felaket başımıza musallat oluyordu ve onunla boğuşuyorduk.
Sadece bazen o insanlara imreniyordum. Büyük büyük hayaller kurup planlar yapanlara. Daha yukarılara tırmanmak için hırslanıp dişini tırnağına takanlara.
Çocukluğumdan beri başkalarının evlerini merak ederim. Sokakta yürürken perdesi açık bir pencereye rastlarsam durup içeriyi görmeye çalışırım. Delilik mi sence?
İstemediğim şeyleri yapıp istediklerimi yapamadığım bir hayatın içinde akıntıya kapılmış sürükleniyordum.
Kendimi kimseye benzetemiyordum. Herkesten daha iyiyim, daha akıllıyım filan diye değil, hiç alakası yok. Ama etrafımdakilere bakıyordum ve kendimi acayip hissesiyordum. Uzaydan gelmişim gibi.
Kabul ediyorum, cümleler hayatı değiştirecek güce sahip fakat hayat denen şey de bir dizi fiyakalı cümleden ibaret değil. Günler, hiç de öyle öznesi, yüklemi, noktası ve virgülü yerli yerinde, şık cümleler halinde birbirini takip etmiyor.
Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez neredeyim" diye sordum kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime.
.. Yüksek bir duvarı koşup koşup kafa atarak delemezsin, derdi. Ya etrafından dolanacaksın ya da sabredip tırnaklarınla kendine bir tünel kazacaksın.
Her şey tatsız, kokusuz, soğuk bir sisin arkasında kaybolmuştu. Sanki hatırlamak istemediğim ne varsa silip atmıştım. Üstüne defalarca başka şarkılar çekilmiş eski kasetlerin sonunda kalan hışırtı gibi anlamsız bir şey kalmıştı geriye."
Belki de insanları sıkıp nefessiz bırakmak isteyen yabancı düşmanlar değil de devletin kendisidir
Yas tutmanın beş evresi var derler: inkar, öfke, pazarlık falan filan… kağıtta çok şık durur, okuduğunda vay canına dersin, kim bulduysa bravo. Fakat başına gelince, söyledikleri gibi olmadığını anlarsın. Kitaplarda ne yazarsa yazsın, herkes kendi yasını kendi bildiği gibi yaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir