İçeriğe geç

Göçmüş Kediler Bahçesi Kitap Alıntıları – Bilge Karasu

Bilge Karasu kitaplarından Göçmüş Kediler Bahçesi Kitap Alıntıları sizlerle.

Göçmüş Kediler Bahçesi Kitap Alıntıları

Haksızlığa bozul­mak, temelde, eşitliğe inanmak değil mi?
Bütün dünyayı düşma­nımız bellemekten vazgeçmeliyiz artık. Dostları­mız var mı, bilmiyoruz. Niye? Merak bile etmedik de ondan.
“Seninle her yere giderim,” diyordu balıkçı. “Ama hazır değilsem bir şeye, seninle bile gitsem, neye yarar?”
Kollarımda can verdi. Şimdi, ardından yaşayıp gitmek neye yarar?
Nicedir sisin içinde yürüyorum. Düşüncelerimin bu yola girmiş olması boşuna değil. Sis demek, biliyorum, doruğa yaklaşmakta olmak demek.
Herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. Nedir zaten yaşamak dediğin?
Dönmeli ama çıkrık olarak değil, tekerlek olarak. İlerlemeli. Nasıl bir şeyse bu ilerleme. Duruk bir eksene bağlı kalmamalı.
Yoksa yüreğin büyük savaşı neye yarar?
Aradığımın mutluluk olmadığını, olamayacağını anladım geçen günler içerisinde; mutluluğun tanımı nasıl yapılırsa yapılsın…
Hem döndüm sayılır mı?
Nereye, kime, ne zaman dönmüşüm ki?
Bir garip yolda, bir tuhaf yolculuktayım.
Ölüler her şeyi bilir, öğrenmenin yolu da ölmektir.
Ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın.
Kolaya yüz vermezler ama aradıklarının, istediklerinin ardından koşuyormuş görünmekten hoşlanmadıkları için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler.
Kişioğlu genellikle bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmekten hoşlanır.
Denizim ben batık aşklarla dolu.
Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın.
En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.
Umudu yüzüne bile çıkarmadan, biraz da alıkça, gönlünde besleyip duruyor.
Bilenler susar."
Yolcuydu, başına her türlü şey gelebilirdi, hazırdı buna, ama bütün yolcular gibi, gene de, her şeyin yolunda gitmesini, her şeyin ayağına gelmesini, için için beklemişti; gizli, kaçak, saklangan bir duyguydu bu.
Bir daha, bir daha ölüp, bir daha, bir daha, bir daha dirilebileceğine inanamıyor insan.
Düşünmek gerekiyordu. Bir şeyler yaparken, bir yandan da düşünmek.
Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir. Ölüp yok olan, ölülere karışan, yerin, suyun altına inip onlardan salık alan, gökyüzüne, onun da ötesine çıkıp ışığı, aydınlığı, bilgeliği oradan, çiçek derer gibi, yanına alıp gövdesinin dağılmış parçalarını yeniden bir araya getirerek, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne dönerek insan arasına karışandır ki bilinecek her şeyi bilir.
En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.
Neler yapabilirmişim, bir ben bilirim.Başkaları ise, çok çok, belki yapardı diye düşünür, o kadar.
Dostluk, her şeyden önce, inandır; onu seviden ayıran budur.Ayrıca, saygıdır, başka bir varlığın her şeyiyle kabul edilmesidir .
Biribirimizi anlamasına anlayabiliriz; ama kişi ancak kendi kendine kendini açıklayabilir.
Kedi" eğitilesiye olan biten,anlatının zaten dışında kalır. Önemli olan, egitim: Kalıba gireken, kuralları, yasaları öğrenirken, kendi-olmayı da öğrenmek, öğrenebilmek.
Kedi, kendi canı istediği zaman sokulur size; canı istemiyorsa, çağrılarınızı karışılıksız bırakır. Üç beş okşayışla mırıltılar, gırıltılar başlar, bunlar gitgide yükselir; birliktelik kurulmuştur.
Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven( kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir.
Kedi sever gibi sevmeliyiz sevdiklerimizi.Oysa, bu yanlış tutumun farkına vardıktan sonra da bir daha, kedi sevgisi" dediğim şeyi yaşamağa kalkıştım. Kişi çok seyi anlayabiliyor da, bir anlamda, öğrenmiyor. Ya da, anladığına uygun bir eyleme davranmayı öğrenmiyor.
Yazı ise, çok söylemişimdir, acılarımı, öfkelerimi kusmak için kullanmak isteyeceğim bir araç değil gözümde.Yazıyı araç diye görenlere saygı duyabilirim; ama ben, kalemi elime aldığımda, – acıların, öfkelerin tortusuyla doldursam da yazımı -dolaysız acımı, dolaysız öfkemi dökmeyeceğim diye karar verdim.
Biraz artık biraz eksik üzerine kurulmuş bütün ince ayrımlar da önemini yitirir bundan sonra.Yaşamın artığından eksiğinden çok, çeşitleri var.Herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. Nedir zaten yaşamak dediğin?
Kişinin hastalıklarla uğraşması, dışarıdan sızmış bir düşmana kafa tutmasıdır. Yüreğin bozulması ise, kişiyi kendiyle karşı karşıya getiriyor olsa gerek.Kişi yenmeğe değil, aşmağa bakar o engeli, yaşamak için. Hayvanın direnişiyle insanın direnişi özdeşleşiyor o zaman.Yürek böyle bir savaştayken çıkrık olmağı kabul etmek iç karartısı, yüz kızartısı bir şey.
Ya da, okumak, öğrenmek gibi bir şey, bu doruğa çıkmak. Öğrenmek, yükselmek, yücelmek…
baygındım/ölüydüm/ yüzüyordummorbirsuda/
gözümkapalıydı/ konuşamıyordum/
oyunbitmezkidiyordum/vezireçıkıyordum/
vezirleribenimdiyeşillerin/almıştım/
alıyordumartık/karşıkarşıyagelmiştik/
oyunbitemezkibitemezki
bir kedinin dostluğu bir kekliğin dostluğundan pek başka galiba," diye bir söz etti.Bilgin dr, " insanın yalnızlığını mı paylaşıyor, yoksa bu yalnızlığı daha mı çekilir kılıyor, doğrusu ben de bilemiyorum." diye karşılık verdi.
Yalan söylememek, doğruyu söylemek. Baştan beri ayrı işlerdi bunlar; eşdeğerli buyruksular diye gösterilegeldikleri halde.Egitim de, yaşamın da her katında, ikisi bir arada, başlıca erdem diye gösterilirdi. Ama gerçekten yalan söylememek, hele gerçekten doğruyu söylemek, neredeyse kusur sayılıyordu gündelik, küçük işler yaşamında.
Burası, göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.
Göçme oyununun oynandığı bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir şey bilmezken uydurmuştum.
Çünkü her kambur biraz şair bir ailedendir
Toparlasak kendi kendinin çırağı da olabilir
Ölü sözcüklere ve çocuklara can vermek için
Hangi marş iki kez çalınırsa yeryüzünde unutmayın
Hem usta hem çırak bir kambur içindir.
Ailesinin değil, kendi özelliğiydi demek.Başkasının göremediği benler görüyor
Öleceklerini biliyordu o insanlara.Sinradan kaç kez, bu özelliğin tutarlılığını gerçekleşmek olanağını bulmuştu. Korkuyla bakıyordu artık insanların yüzüne.
Biz kirpiler için bu dünyada yaşamak pek güç.Başkaları için çok daha kolay olsa gerek. Köpeklerin, kedilerin bundan yana bir sıkıntıları yoktur ki!Kim saldırabilir onlara? Kimden kaçamazlar ki!
Neyse, gene de bilemeyiz biz kirpiler böyle şeyleri
Yazılacak bir kirpiydi bu.Yayılabilirdi dr bundan sonra.Besbelli, dünyayı dolaşıyordu, başına türlü türlü işler geliyordu.Kirpinâme böyle yazılmaz, dedim bu yargınım iki anlamı üzerinde durmadan uyudum kaldım.
Yeseler, canım yanmaz", diyordu, " biz kirpileri hep yemek istediler , öldürdüler, parçalarlar. Alışığız biz buna. Ama yemediler de.Öldürecek ne vardı sanki? Kazmalarıyla öldürdüler hem.
Çok bilen gezmenler vardır. Bir yere gitmeden önce, haftalar, aylar boyu, o yer üzerine edinebilecekleri her türlü bilgiyi edinir, ulaşabilecek her türlü kaynağa başvururlar.Ilk kez görecekleri o yere geldiklerinde, yıllar değil yüzyıllardan beri orada yaşamış gibidirler.Sokak adlarından lokantalara, müzelerdeki resimlerle yontulardan sarayların kuruluş, yapılış sürecine varasıya her şeyi bilirler.O kentte doğup büyümüş ınsanların hiçbir zaman bilemeyecekleri şeyleri öğrenmişlerdir .
Dostu tanımak için gerekli vakti her zaman bulabilir miyiz? Ben de bilmiyorum.
ama sezdirmeyecekti, sezdirmemeliydi, yumuşacık tutuyordu şimdi gövdesini, ustasının her devinimine göre ayarlayacaktı kendini; ilk olarak, kimsecikler farkına varmasa bile, artık pek usta bir cambaz olduğunu önce kendi kendine, sonra da ustasına gösterecekti.
Nasıl da uyumuştu böyle? Ustasının bir şeyi yanlış yapabileceğini, yanlış bir şey söyleyebileceğini düşünemediği sürece.
Her geçen günle biraz daha büyüyüp ustalaştığımı düşünmekten, başkalarının da büyüyeceğini, yaşlanacağını düşünmeğe vakit mi bulamadım, ne? Yanında yaşaya yaşaya yüzüne bakmamağa mı alışmışım, ne? diyor, körlüğüne kızıyordu. Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü ister de, yaşlandığını, ölüme yaklaştığını istemez. Bu sersemliğin farkına vardığıma göre ben de yaşlanmışım demek. O ise, artık, kim bilir?.. diyor, arkasını getirmeğe yanaşmıyordu bu düşüncenin. Ya da getiremiyordu.
O zaman gene azar işitmişti. Cambaz dediğin, insanların topluca yaşadıkları yerlerde çalışıp para kazanırdı. İnsanların topluca yaşadığı yerler ise, genellikle öyle söğütlük, otluk su kıyıları olmazdı. Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özlemini içinde taşımak bile suçtu kendini bilen cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini, büyük bir şehirde geçiren cambaz için. Cambaz, ipini düşünmeliydi; özlemdi, düştü, silmeliydi gönlünden.
Analarının ölüsünü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama.
Hepsi, ustanın birinden yetişmişti. Ancak, bunlardan kimse yetişmeyecekti. Bunların soyu kurumuyordu gerçekte. Kuruyan, bunlardan doğacak olanlar soyuydu.
Ama söylenmeyen şeyler yok mu sayılır?
İkisi de bu duruma üzülüyordu ya, yaşayışlarını başkalarıyla paylaşmak zorunda kalmamağa da artık iyice alışmışlardı anlaşılan.
Ustası böyle istediğine göre, özlük anıları, geçmişi, olmayacaktı bundan böyle: yalnız işini düşünecek, ustasına verecekti kafasını. Gönlünden, usundan silmeliydi anılarını, anasının, babaannesinin ölümlerinin anısını; silmişti de.
Ölüler her seyi bilir;öğrenmenin yolu da ölmektir.Ölüp yok olan,ölülere karışan,yerin,suyun altına inip onlardan salık alan,gökyüzüne,onun da ötesine çıkıp ışığı,aydınlığı,bilgeliği oradan,çiçek derer gibi,yanına alıp gövdesinin dağıtılmış parçalrını yeniden bir araya getirerek,tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne dönerek insan arasına karışandır ki bilinecek her seyi bilir.
Günlerden deniz,sulardan salı,
Yürürden vatos,yüzerden kedi…
Seni görmediler, göremediler diyor, pesten pes bir sesle; seni görmelerini sağlamak için ne yapmalıydım ki? Söylemek, anlatmak… Deli derlerdi, görmezlerdi.
Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında.
Denizi öylesine severdi.
Bilenler, susar.
Düşündüğüm bir şey daha var:
Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği…
…Her şey bitip tükendikten sonra her şeyin başlayabileceğine, biten bir yılın ardından yaşamaya dönüleceğine inanmak güç artık.
Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir. O umursamaz bağımsızlığı, sırası gelince, kendi de göstermek olanağını -çocukça bir haklılık duygusuyla- elinde tutmak demektir. Kedi, kendi canı istediği zaman sokulur size;
canı istemiyorsa, çağrılarınızı karşılıksız bırakır. Üç beş okşa­yışla mırıltılar, gırıtılar başlar, bunlar gitgide yükselir; bir bir­liktelik kurulmuştur. Ya siz, bir kımıltınızla, onun rahatını boz­duğunuz için, ya da o, uyarım doygunluğuna erdiği için, bu bir­liktelik bir anda çatışma halini alabilir. Kedinin nankörlüğü" denen, denegelen, kedinin bu "bencilliği"dir; insanca davranış kurallarından esinlenerek hayvana yakıştırdığımız bir "bencil­lik. .." On sekizindeki bir delikanlının gücüne erişmiş altı aylık bir bebekle oynamaya kalksaydık, sonuç daha başka olmazdı ki…
Kişinin hastalıklarla uğraşması, dışarıdan sızmış bir düşma­ na kafa tutmasıdır. Yüreğin bozulması ise, kişiyi kendiyle karşı karşıya getiriyor olsa gerek. Kişi yenmeğe değil, aşmağa bakar o engeli, yaşamak için. Hayvanın direnişiyle insanın direnişi öz­ deşleşiyor o zaman. Yürek böyle bir savaştayken çıkrık olmağı kabul etmek iç karartısı, yüz kızartısı bir şey.
Orada, onunla birlikte ölen güz, burada bitmedi daha, kışa epey var sanki. Ama demir rengi bir deniz gitmiyor gözümün önünden.
Bir şey söylemeksizin biribirimizi anlayalım istiyor, biribirimizi, suskularımız içinden, anlamamızı bekliyorduk biribirimizden.
Belki de en mutlu" masal, biribirilerine saygı duymuş, biribirilerini sevmekte gerçek eşitlik tansığına ulaşmış -ya da ulaşmağa çalışmış- sevgililerin masalı; bir araya gelmeleri için, ölmeleri, gömülmeleri gerekmiş de olsa… Öğrenilecek başlıca erdem, belki de, bu eşitliktir.
Yanılmıyorsam, kimimiz anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeyi örne­ğin… Yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymayı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözya­şının avuçtaki yuvarlaklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda, ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini… Hele biraz yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da gelip desteklik, yastıklık edebileceğini…
Ama kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.
Garip değil mi yaşamımızı nasıl kurduğumuz? Bir iplik parçası, bir çivi, bir mantar, bir kağıt, bir paçavra, biraz toz, birkaç hiç… Bir araya gelir bunlar, adı bir yaşam" olur.
Yaşamın artığından eksiğinden çok, çeşitleri var. Herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. Nedir zaten yaşamak dediğin?
Burası, göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeye baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.
İnsanlar, yenilgiyi kabul etmemekle gösterdikleri yiğitliği, aradıkları çözümlerin alıklığında boğuyorlar.
Yaşamak demek, yazsa
denize gitmek, kışsa deniz aylarım beklemekti ona göre..
… Düşündüğüm birşey var:
Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği…"
Yeni’nin her zaman doğru olduğu, doğru da olduğu, bir zamanların seçkin uslarınca, neredeyse, tartışılması gereksiz bir gerçeklik diye görülürdü. Yeniyi yeni yapan nedir ki?
Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten
başka bir anlama gelmediği…
Yola çıkarken, yalnız düşmanla karşılaşacağımı düşünüyordum, dostlar da çıktı karşıma. Dostu tanımak için gerekli vakti her zaman bulabilir miyiz? Ben de biliyorum: Yok o kadar vaktimiz.
İnsanlar vardı yolda, bir görünüp bir yiten arabalar vardı, gözlerimi kamaştırıp aklımı başımdan alan ışıklar, gürültüler vardı.
Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir.
Denizim ben batık aşklarla dolu
korkmasam gülmeğe kalkmazdım buna. korkuyorum. ama yürümekten başka bir şey yapamayacağıma göre…"
umudu yüzüne bile çıkarmadan, biraz daha alıkça, gönlünde besleyip duruyor."
otelin altındaki lokantaya girdiğimde, kente vardığım gece oturduğunu gördüğüm masada oturuyordu. ben de o gece oturduğum yere doğruldum. gene sırtı dönüktü bana."
Ama söylenmeyen şeyler yok mu sayılır?
Günlerden deniz, sulardan salı,
Yürürden vatos, yüzerden kedi…
İç içe geçmiş bile değiliz; o ne isterse, nasıl isterse, öyle oluyoruz, o duruma geçiyoruz… Hem döndüm sayılır mı? Nereye, kime, ne zaman dönmüşüm ki? Bir tuhaf yolda, bir tuhaf yolculuktayım.
”Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın.
Çünkü her kambur biraz şair bir ailedendir
Toparlarsak kendi kendinin çırağı da olabilir
Ölü sözcüklere ve çocuklara can vermek için
Hangi marş iki kez çalınırsa yeryüzünde unutmayın
Hem usta hem çırak bir kambur içindir. (Ece Ayhan)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir