İçeriğe geç

Ansızın Yaz Kitap Alıntıları – Tuğrul Tanyol

Tuğrul Tanyol kitaplarından Ansızın Yaz kitap alıntıları sizlerle…

Ansızın Yaz Kitap Alıntıları

&“&”

Zamanın geçişini duyuyorum
nereye gittiğini bilmiyor kimse
zamanın geçişini duyuyorum
kapımı açıyorum, deniz doluyor içeriye
Bir ara unutmalıyız her şeyi
unutmak biraz ölmek gibi
ama yine de öğrenebiliriz sevmeyi
Bana bir şeyler anlatın uzaklara dair
bu yarım aydınlık
bu tuhaf sabah
bu sevgisiz dünyada
içimde bir çığlıkla uyanır şiir
Söyleyin söyleyin bana
neden güzel olan her şeyde bir acı var
Biliyorum, bana hâlâ
söylenmemiş şeyler var
yaşlanırken, gözlerin
aynada takılı kalması bundan
İçine düştüğümüz bu âlem
Biri boş iki sayfa, bir çift kalem
bu sevgisiz dünyâda
içimde bir çığlıkla uyanır şiir
zamanın geçişini duyuyorum,
nereye gittiğini bilmiyor kimse
zamanın geçişini duyuyorum,
kapımı açıyorum, deniz doluyor içeriye.
zamanın geçişini duyuyorum
biliyorum, herkes farklı
bir sesle duyar bunu
farklı bir renkle bir tat belki, bazen buruk
içimizden asla kopup gitmeyecek
bir duygu, bir ilk aşk endişesi gibi
gözpınarlarını zorlayan zamanın
geçişini duyuyorum.
Zamanın geçişini duyuyorum,
ıslık çalarak ilerliyor umursamazca
dokunduğu çocuk bir genç oluyor birden
kendine şaşıran insanlar görüyorum,
aynaya uğrayan bakışlarda
kimse girmiyor araya,
kimse sormuyor nereye
zamanın sesi bu diyorum,
içimde gezinen ürpertiye.
zamanın geçişini duyuyorum,
yanımdan geçip giden insanlar gibi.
uzakta, karanlıkta kaybolan
tanıdık bir sesti kimi
kimi bir daha duyulmayacak
bir anın sürtünmesi
boşluğa sallanan el
bir veda bilmecesi
gibi geçen zamanın sesini duyuyorum…
burada böyle kalmış gibi
gözleri açık, gökyüzüne
bakmaktan yorgun bir düşünce
gibi geçen zamanın sesini duyuyorum…
bize vaat edilen süre
bir çan sesi gibi eridi;
bir ezan, ağızdan ağıza çoğaldı,
ulaştı yerine
gözlerimi kapadığımda,
o eski kent, o yüksek minare
zamanın geçişini duyuyorum,
kentin tam ortalık yerinde.
zamanın geçişini duyuyorum,
kulağa fısıldanan bir söz gibi.
tek bir yaprağı bile
kıpırdatmadan geçen rüzgar gibi
zamanın geçişini duyuyorum;
yalnızca bir çıtırtı,
odada gezinen ses
yerine getirilmemiş yemin gibi
zamanın geçişini duyuyorum.
kendi izini sürmekten yorgun
bir avcıdır hayat,
pusu kurduğu yerde kimse yoktur;
attığı ok yalnızca aksini vurur.
resimler geçiyor gözümün önünden
akmaktan bezgin bir ırmak
duruyor birden;
anımsıyor her şeyi,
toprağa düşen beden.
daha dündü
elimi uzattığım lamba
ansızın söndü içimdeki aydınlık
eski yaşamlardan oluşan suya vurdu.
çalgıların telaşıyla koşuyorum ben de
ilerde, kaybettiği çocuklarını arıyor gece
bir anlaşmazlık gibi çöküyor üzerimize
hırçın bakışlı Eris!
unutuşun vahşi uçurumuna sürüklüyor bizi.
bu herkesin en derin uyku saati
Tanrı’nın unuttuğu bir düşteyiz sanki.
bütün ırmaklardan çok uzaktayım,
yoruldum aramaktan
rüzgarın gittiği yeri.
dünyaya iz bırakamayan biri
hiç soru sormaz,
ama tüm cevapları bilir…
dünyaya iz bırakamayan biri
alnındaki çizgilerle yetinir
önünde açılan yola hiç gitmemiştir…
öteki patikada kalanlar
bu vahşi uygarlığı reddeden vahşiler
hala uzun bir yaza hazırlanıyorlar
ve kış hiç bitmeyecekmiş gibi
bir kez daha geri geliyor.
barbarlardan söz ediyorduk
akıllı telefonlarla gezen barbarlardan,
telefonunu bir çocuğun hayatından
daha çok seven barbarlardan,
ruhunda dipsiz bir kuyuyu barındıran,
bazen şefkatle elimizden tutup
bağrımıza soğuk demiri saplayan.
öteki patikayı mı denemeliydik
ormanın derinliğine doğru yürüdüğümde
intihar niyetlisi adımlarımla karşılaştım.
aklım! boşuna arıyorsun
dokunuş gibi geçip gidiyor her şey
bu yakıcı rüzgar, fısıltı saati, her yer kış.
gömün beni salıncağa
sonsuza dek sürsün sevincin
çocuklardaki kokusu.
hainin ecel korkusuna
gömün beni
bitmesin korkusu.
gömün beni,
henüz yazılmamış dizeye
genç şairin düşüne
ressamın penceresine
gömün beni.
notaların en tepesine
gölgesine cesur adamın,
korkmadan yürüsün
mezarımın üstünde
korkmadan yürüsün,
üzerine alçakların.
gömün beni bir salıncağa,
bir çocuğun sevincine
çığlığına kırlangıcın
bahçe duvarına bakan sarmaşığın altına
gömün beni
sabahın ilk ışığına
savurun küllerimi.
kendi zebanilerine aşık bu cehennemde
yanmaya mahkumuz hepimiz.
her gün kıyıdan birkaç kaya parçası daha koparan deniz,
üzerinde yaşanacak yer bırakmıyor bize;
lanet olsun! lanet olsun size!
toprağın yedi kat altına gömüldü sevgimiz.
her şey bir boşluğa doğru uçuyor
atların kaçışan nal izlerinden görüyoruz bunu,
birbirinden giderek uzaklaşan
bir halkız biz,
görmediğimiz
bir kanla bölünmüş ekmeğimiz.
gözyaşlarımızla eriyen toprak
rüzgarla savrulan sel
zor çabalarla dikilen çatı.
artıklarla daralan zaman
çöplerle büyüyen umut
aynı ufka bakan kalabalık
zorbalarla artan zulüm,
zulmü sevin, zulme boyun eğin
kokusu sarmış her yeri yakılan çöplerin.
kayıp ruhlar bakanlığından biri
emretti: toplayın hepsini!"
çöp adam, çöpten serseri
avuçlarında boş kasenin sesi
gezdiği yer hep başkasının bahçesi.
ezik insanlar ülkesi
düşler imparatorluğu
unutulmuş tarih
yanlış coğrafya.
hepsi unutuldu aslında ve bu iyi
bazen gerçekten düşünmeliyiz ölmeyi
kayıp bir yıldız
belki o zaman bırakır üşümeyi.
her şeyi bir ara unutmalıyız
içimde çıkmaz bir sokak, buz
tutmuş saçak, aşkla çağırdığımız kız.
görmeliyiz, hiçbir şey istediğimiz gibi değil
unutmak güzel, umutla çizdiğimiz sahil
izler silinince, sayfada boş bir şekil…
unutmalıyız her şeyi bir ara
ruhunu satmak gibi şeytana
diktiğimiz yelken artık dayanmıyor rüzgara…
bir ara unutmalıyız her şeyi
unutmak biraz ölmek gibi
ama yeniden öğrenebiliriz sevmeyi.
günün en kısa saati, en uzun gölgesi süzgün
camlara vuruyor aksi, zaten bir serap olan ömrün.
bu kalp! bu gizli duvar
ona çarpıp savrulan rüzgar
bir sırdı, unutuldu
aramızda hala
söylenmemiş şeyler var.
sevgiyle öptün beni
ağacım yeşerdi
şimdi tüm güller ansızın solabilir,
bir yaz gecesi her şey olabilir.
alnımdan öptün beni,
yola çıkmadan henüz
hiç açılmamış defter;
bir çizgi, düz
sayfalar boyunca nereye gider?
sırtımı yasladığım duvar
rıhtımda yanıp sönen ışığa bakar
ışık uzak yolculuklara çıkar
oysa hep yerinde kalır duvar.
Ah! mercanlara tutun, kanasın ellerin
içine aksın sızı, tuzla ovulsun yara
hiçbir şey sorulmuyor rüzgara
söyleyin söyleyin bana
neden güzel olan her şeyde bir acı var.
biliyorum, bana hala
söylenmemiş şeyler var;
yaşlanırken, gözlerin
aynada takılı kalması bundan.
koşmak şimdi
kendi rüzgarında çoğalan bir kısrak gibi,
üzerimden sıçrayan kedi
sürdürür aynadaki yolculuğunu.
Gerilerde, çok uzak bir yerde
boşluğa düşen bir düşünce gibi
klavsenin sesi uzadı gitti
seni tam öpecektim ki
ansızın yaz bitti…
bir gitar sesiyle güldün bana
güllerin arasındaki mavi yonca
bir keman sesi eşlik etti ona
sen ilk kez bana bakınca.
İnsan anlıyor birden
hangi dilden, hangi dinden olsa da
o ortak Tanrı sevgisini,
ışıldayan gözlerden yansıyor,
utandırıyor içimdeki dinsizi…
Anlamadığım dildeki ilahi
Tanrı’ya yakarış belki
yankılanıp duruyor
o küçücük kilisedeki
ses, sese karışıyor
aynı aşkla söylüyor koro
Bach’ın hayalindeki
Tanrı’ya kavuşuyor.
Derler ki bir gölge sendeler bazen ruhta
Usulca kararan göklerin altında
Tuğrul tadına bakar şarabın hem eder yemin
Bir daha yola çıkar içindeki gezgin.
Günahın ince yolu avuçta
Vermediğin zekat, tutmadığın oruçta.
Huzuruna çıktığımızda bir gün Sen’in
Sorulur tutmadığımız onca yemin.
İçine düştüğümüz bu alem
Biri boş iki sayfa, bir çift kalem.
derisinden soyunan bir yılan gibi
yaz pullarını döktü gövdeme
tuzla örtülü yollardan geçtik
benzedik birbirimize.
Gömün beni bir salıncağa
Bir çocuğun sevincine
Çığlığına kırlangıcın
Bahçe duvarına bakan
Sarmaşığın altına…
Dünyaya iz bırakamayan biri
Hiç soru sormaz
Ama tüm cevapları bilir…
Toprağın yedi kat altına gömüldü sevgimiz
Kendi zebanilerine âşık
Bu cehennemde
Yanmaya mahkumuz hepimiz…
Bir ara unutmalıyız her şeyi
Unutmak biraz ölmek gibi
Ama yeniden öğrenebiliriz sevmeyi
Unutmalıyız her şeyi bir ara
Ruhunu satmak gibi şeytana
Diktiğimiz yelken arhk dayanmıyor rüzgara…
Bu kalp! Bu gizli duvar
Ona çarpıp savrulan rüzgar
Bir sırdı, unutuldu
Aramızda hâlâ
Söylenmemiş şeyler var…
Söyleyin söyleyin bana
Neden güzel olan her şeyde bir acı var…
Yorulur yanlışlar da elbet!"
aç kulağını, iyi dinle
başkası malı götürürken
sen geçin geçinebilirsen
ekmek arası dinle
barbarlardan söz ediyorduk
akıllı telefonlarla gezen barbarlardan
telefonunu bir çocuğun hayatından
daha çok seven barbarlardan
ruhunda dipsiz bir kuyuyu barındıran
bazen şefkatle elimizden tutup
bağrımıza soğuk demiri saplayan
hainin ecel korkusuna
gömün beni
bitmesin korkusu
kendi zebanilerine aşık
bu cehennemde
yanmaya mahkumuz hepimiz
her şey bir boşluğa doğru uçuyor
atların kaçışan nal izlerinden
görüyoruz bunu
birbirinden giderek uzaklaşan
bir halkız biz
görmediğimiz
bir kanla bölünmüş ekmeğimiz
artıklarla daralan zaman
çöplerle büyüyen umut
aynı ufka bakan kalabalık
zorbalarla artan zulüm,
zulmü sevin
zulme boyun eğin
kokusu sarmış her yeri
yakılan çöplerin
bir ara unutmalıyız her şeyi
unutmak biraz ölmek gibi
ama yeniden öğrenebiliriz sevmeyi

unutmalıyız her şeyi bir ara
ruhunu satmak gibi şeytana
diktiğimiz yelken artık dayanmıyor rüzgara

görmeliyiz, hiçbir şey istediğimiz gibi değil
unutmak güzel, umutla çizdiğimiz sahil
izler silinince, sayfada boş bir şekil

Tanrı’nın bir kütüphanesi olmalı
zamanın ve mekanın ötesinde
o büyük sessizlikte
boş odalarda çınlar gibi
dizili kitaplarımızdan biri belki düşer yere
yıldızların sürtünüşüdür sanki birbirine

Tanrı eğilir bakar, gülümser
kendi sözleriyle yeniden aydınlanan evrene

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir