Elfin Tataroğlu kitaplarından Bahriye kitap alıntıları sizlerle…
Bahriye Kitap Alıntıları
&“&”
Asla nabza göre şerbet sunan, kötüye,zararlıya fetva veren birer sözde münevver olmayınız
‘Eğer Türk anası, dünya tarihinde henüz bir eşi doğmamış olduğuna inandığım Atatürk gibi dahi bir oğul yetiştirmemiş olsaydı, Türk kadını, Müslümanlığın ve onun zarif peygamberinin kadına tanıdığı hakların sevincine erememiş olarak hala o eski yanlış davranışın ezici baskısı arında çırpınıp duracaktı.’
Bahriye Üçok
‘Bilinç sözle, yazıyla biçimlenir, insanlar ve kitleler olaylarla silkelenir, uyanır.’
İlhan Selçuk
Eğer Türk anası , dünya tarihinde henüz bir eşi doğmamış olduğuna inandığım Atatürk gibi bir dahi oğul yetiştirmemiş olsaydı , Türk kadını Müslümanlığın ve onun zarif Peygamberinin kadına tanıdığı hakların sevincine erememiş olarak hala o eski ezici baskı altında çırpınıp duracaktı.
Korku, nefes alan her varlık için aklın gereğiydi, normaldi, aklı olan her varlık tehlikeden ve ölümden korkardı…
Öğretmenler, bir gencin yaşamına dokunup tüm akışını değiştirebilecek sihirli bir değneğe sahip perilerdi…
Haklı olmak başka, âdil olmak başka şeydir.
Doğu’dan Batı’ya açılan bir pencere."
Ölüm de insan yaşamına dahil, ama ondan ibaret değildir.
Ey vatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz…
Gençlere Bahriye Üçok’u sorsanız, yenilecek içilecek bir şey mi derler diyordu…
Halbuki o, Atatürk inkılaplarını yaşatmak için mücadele etmiş bir devrimciydi…
Eğer Türk anası, dünya tarihinde henüz bir eşi doğmamış olduğuna inandığım Atatürk gibi dahi bir oğul yetiştirmemiş olsaydı, Türk kadını müslümanlığın ve onun zarif peygamberinin kadına tanıdığı hakların sevincine erememiş olarak hala o eski yanlış davranışın ezici baskısı altında çırpınıp duracaktı.
Bahriye Üçok
(1966 tarihli Cumhuriyet Gazetesi yazısından)
Ömür boyu ve hatta hayatları pahasına mücadelesini verdikleri laiklik ve anti-emperyalizme gelince…
Onlar gidince öksüz kaldı.
Aydınlanma mücadelesi dönemlik değil ömürlüktü onun için…
“Cezaevine… Oradaki yalnızlığa içerlemedim de… Mahkemelerdeki tenhalık üzücüydü.”
Bülent Ecevit
Şuna bir kez daha kanaat getirdi ki bu topraklarda öğretmen mukaddes bir varlıktı. Ve öğretmenler, bir gencin yaşamına dokunup tüm akışını değiştirebilecek sihirli bir değneye sahip perilerdi. İşte gün gelmiş o peri sıkıntılarla dolu geçen yıllarının koca bir mükafatını almıştı. Mutluydu… Onurluydu…
İtalyan düşünür, hukukçu. Casere Beccaria’ya göre ölüm cezası en ağır ceza değildi. En ağır ceza hayattan uzaklaştırılma cezasıydı. Üstelik bir insan kendini öldürme kararını vermeye hakkı olmadığı gibi bu hakkı bir başkasına devredeceği de düşünülemezdi.
“Bugün ülkemizde, Atatürk ilkelerine karşı çıkan birbirine zıt gruplar vardır. Bunlardan aşırı sağ dediğimiz grup Atatürk’ü “niye yaptı”, aşırı sol dediğimiz grup ise “niye yapmadı” diye yermektedirler…”
Bahriye Üçok
Çuvallara koyup kara kuyulara da atılsa, hak eden insan bir ışık hüzmesi gibi gökyüzüne süzülür, kendini gösterirdi.
Hayata kapalı insanlarla uygarlık yarışına girilebilir mı?"
Insan yaratıkların en üstünüdür. Onu üstün kılan, öteki yaratıklardan ayıran niteliklerin basında ise ; değişen, gelişen sanat yapıtları meydana getirebilme yeteneği gelir."
Genç yaşlarına rağmen sanatın, yeni kurulmuş Cumhuriyet’in atar damarı olduğunun farkındaydılar.
Elbette ölüm de insan yaşamına dahil, ama ondan ibaret değildir…
… O dönemde, ÇYDD çatısı altında yaptıkları çalışmalardan ötürü Aysel(Ekşi) Hanım dahil, Türkan Saylan, Necla Arat, Aysel Çelikel de böyle bir tehdit altındaydılar…
Emeç’ten altı ay sonra, halk içinde komünist müftü" olarak tanınan Turan Dursun öldürülmüştü.
1990 Yılı üç tane kapkara cinayetle Bahriye için bir kabusa dönüşmüştü. Ölüm etrafta kol geziyordu.
Üçok Ailesi, Muammer Hoca’nın acısını atlatamadan 7 Mart sabahı, İstanbul’dan aldıkları bir haberle sarsıldılar…
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, Suadiye’deki evinden çıkıp, şoförlü otomobiline bindikten sonra hain bir pusuda katledilmişti.
Aydınlanma mücadelesi dönemlik değil ömürlüktü onun için…
Cehennemden yerini ayırttım… Canını almamıza az kaldı…"
Türban" konulu o yayında yazılarında da yazdığı konulardan bahsediyordu… Oturumda söz Bahriye Hoca’ya gelince; "Kur’an-ı Kerim’in lafzını doğru uygulayacaksanız o zaman yabancı erkeklerin yanına oturmamalı, sesinizi onlara duyurmamalı, cilbab giymeli, yalnız seyahat etmemeli ve muhakkak suretle yüzünüzü de görmelisiniz…" diyordu…
Üçok konuyla ilgili sözlerini şu şekilde tamamladı:
“Mesele dini açıdan olsaydı, ben gerçekten bir inanç konusu olduğu için saygı duyardım. Ama bir inanç konusu değil bir siyaset konusu olarak ortaya döküldü ve Atatürk ilkelerinin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak ortaya çıktı. Bu meselenin altında yatan gerçek doğrudan doğruya Türkiye’deki laiklik ilkesine, rejimine karşı olduğu inancını kesinlikle taşıyorum…"
Doç. Dr. Bedrettin Cömert, İpekçi’den bir yıl evvel Bahriyelerin evine yakın bir yerde öldürülmüş, kendi halinde bir akademisyendi… Öldürülmesinin ardından Cumhuriyet’teki köşesinden; İlerici, devrimci, namuslu, kendi halinde, sessiz, çalımsız, gösterişsiz bir aydındı Cömert… Böyle insana nasıl kıyılır?" diye sormuştu Uğur Mumcu… Aslında Cömert’e yönelik saldırı, bilime ve özgür düşünceye yönelik kanlı bir saldırıydı.
Mumcu’nun sola yönelik en önemli eleştirisi kapitalizm karşıtlığı ve anti-emperyalizm eksenindeydi. Türk solunu bu noktada yetersiz ve eksik görüyordu… İlerleyen yıllar, Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy’u işte bu eksen etrafında bir araya getirecekti: Anti-emperyalizm ve laiklik…
“Sol birleşmeli. Birleşmediği zaman hep muhalefette kalmaya mahkumdur.”
Kahramanmaraş ve Çorum’da Alevilere yönelik gerçekleşen kanlı saldırılarda birçok Alevi katledilmiş ve toplumda mezhep üzerinden bir gerilim hattı oluşturulmuştu. Bahriye yaşanan tüm bu acı olaylarda, 70’lerin başındaki o karanlık ellerin" etkisi olduğunu düşünüyordu.
“…Bir ulus, her şeyden önce kültürü ile var olur. Biz varisi olduğumuz kültürü yıkarak mı güçleneceğiz?
Üçok yanıt makalesini; "Hem Fatih Sultan Mehmet, hem Atatürk, bir başka uygarlığın yapıtı olan Ayasofya’yı neden yıkmamışlardır?" diye bir soruyla tamamlamaktaydı…
Karaoğlan rüzgârı artık tüm ülkeyi sarmış, kılcal damarlara kadar ulaşmıştı… Özellikle de Kıbrıs Harekatı’ndan sonra Ecevit’in hayali olan sosyal demokrasiyi köylere ve köylüye ulaştırma hedefi başarılı olmuştu.
“…bilinç sözle, yazıyla biçimlenir, insanlar ve kitleler olaylarla silkelenir, uyanır.”
Bu idamlar sürecinde Senatör Üçok fikren, kendini atayan Cumhurbaşkanı Sunay’dan ayrılmıştı. Ve tek yol ayrımına giden siyasetçi de Üçok değildi. 1972’nin Mart ayı Genel Sekreter Ecevit için de Genel Başkanı İsmet İnönü’den fikren kati olarak ayrılmanın eşiği olacaktı. Artık yeni bir siyaset şekilleniyordu. Ortanın Solu hareketi sosyal demokrasiyi kırsala yaymaya ve köylüye ulaşmaya kararlıydı.
Sanki bir sis bulutu dolaşıyordu tepelerinde… İnsanın göz hızasına kadar inmiş bir sis bulutu…
Kurul; ölüm cezasına prensip olarak karşı olanlar, Denizlerin asılmasını istemeyenler ve idamı hak ettiklerini düşünenlerin fikirlerinin çarpıştığı bir cenk alanına dönmüştü.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam kararları Millet Meclisi’nden 53 ret ve 6 çekimsere karşı 238 kabul oyuyla geçmişti.
… Devrimin hâlâ daha halka doğru anlatılmaya ihtiyacı var. Gazi Paşa’nın dediği gibi dans, balo hepsi bahane. Önümüzde uygar bir dünya var, o dünyaya ayak uydurabilmek, bilimde, sanatta, felsefede ona yaklaşabilmek esas mesele… Zaten inkılâplar da böyle bir çağdaşlaşma tahayyülünün parçası değil mi? …
Elbette bu ulus devletin inşası bir dizi inkılâbı da zorunlu kılmaktadır. Hukuk, eğitim, yazı, dil, yaşam, kültür ve sanat, en önemlisi de medeni kanunlar yani kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olmasıdır. İlk resmi Cumhuriyet balosunun yapıldığı 1925 yılının Kasım ayında Atatürk şöyle demişti ve Bahriye bu satırları kaç kez okuduğunu hatırlamıyordu bile:
Dans, balo filan hepsi vesile, hepsi bahane. Bizim hayalimizden bile geçmeyen o makineler, cihazlar, aletler, bilimsel buluşlar, sanat ve düşünce eserleri, elbette rastlantı ya da talih işi değil. Hepsinin arkasında canlı, uygar, özgür, rahat bir hayat var. İlerlemek için bu canlı hayatı sağlamak, üzerimizdeki yüzlerce yıllık bağnazlık tozunu silkelemek zorundayız. Hayata kapalı insanlarla uygarlık yarışına girilebilir mi?"
Osmanlı döneminde bir toplum" kavramı yoktu. Her ne kadar "camia-i insaniye" veya "içtimaat-ı beşeriye" gibi kavramlar olsa da aslolan ümmetti.
Cumhuriyet aynı zamanda bir kültür-sanat devrimiydi…
…Toz dumanın arasında siyaset arenasında genç, hitabı kuvvetli, halka sıcak gelen ve neredeyse ayak basılmamış köy kasaba bırakmayan bir siyasetçinin yıldızı parlıyordu: CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit. Ecevit’in ilerleyen yıllarda Türkiye siyasetine damga vuracağı o günlerden belliydi…
Dinsizlik ithamı eski bir usuldür.
Ecevit’e göre yoksulluğun çözümü, insanların merhameti veya yardım kuruluşlarının yardımları değildi. Elbette ki merhametli olmak yahut dernekler de çalışmak, insanlara yardımcı olmak erdemli işlerdi. Ve takdire değerdi. Ama burada önemli olan yardıma ihtiyaç duyacak insanın kalmadığı bir düzeni kurmaktı. Onun isyanı bu sömürü düzenineydi. Bunu değiştirmek de ancak sosyal devletle mümkündü.
… Bizim fakülteyi tarikatler iyice egemenliği altına aldı. Öğrenciler içinde rejim karşıtlığı adeta bir ortak payda oldu.
… Tüm bu olaylar yaşanırken, sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasındaki sokak çatışmalarında nice genç hayatını kaybediyor, kimileri haklarında açılan davalardan yargılanıyor, kimileri hapis yatıyor, kimileri ise eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalıyor ya da okuldan atıyorlardı.
Yerine ne koyacağınızı sonra düşünürsünüz… Yerine ne koyacağınızı düşünürseniz yıkamazsınız…"
Yön Dergisi, 1961 yılında yayın hayatına başlamış, Kemalist-sol’dan sosyalizme uzanan bir yelpazede aydınların yazı yazdığı haftalık bir dergiydi.
İlhan Selçuk’un: “Yön, sosyalizmin Atatürkçü Türkiye’nin koşullarına göre nasıl hayata geçirilebileceğini araştırıyordu; bu yönelişe Milli Demokratik Devrim demek belki daha doğru olabilir diyerek amacını tanımladığı derginin, dönemin en etkili enstrümanlarından biri olduğu tartışılmaz.
Türkiye’de tam bağımsızlık ve anti-emperyalizm rüzgârları özgürlük taleplerinin de önüne geçiyordu. Nitekim Türkiye’ye gelen ve Dolmabahçe yakınına demirlenen ABD 6. Filo’sunun protesto gösterilerinden altı gün sonra, 16 Şubat Pazar günü Taksim Meydanı, adeta solcuların kıyımına şahitlik edecekti. Bu pazar dert yazan, derman yazan kanlı bir pazardı…
68’in rüzgârında aşk ve devrim kolkola yürüyor, neredeyse tüm sloganlarda, sokak yazılarında, eylemlerde bu hava hissediliyordu.
68 hareketi diğer hareketler gibi salt iktidarı değiştirme odaklı değildi. Kültürün, yaşam tarzı kalıplarının ve bunun gibi hayatın hemen hemen her alanına yönelik dönüşüm talepleri vardı. Gençlerin eylemlerinde, siyasi mücadele araçlarında, örgütlenmelerinde ise daha öncekilerle kıyas kabul etmeyecek bir yaratıcılıkları vardı.
10 Mart 1968 tarihindeki Kurban Bayramı mesajında ulusa şöyle seslenmisti Cevdet sunay:
…bu hususlarla ilgili olarak ifade etmek isterim ki, kadının iffetini ve namusunu kıyafetinde değil, onun şeref ve haysiyet duygularında aramak lazımdır… Kur’an-ı Kerim’in ruhuna ve Peygamberimizin hadislerine aykırı birçok telkinleri ihtiva eden birtakım risaleleri benimseyerek, onların esaslarını uygulamaya çalışan birçok tarikatlar türemiştir. Bunların altında siyasi ve iktisadi istismar maksatları da gizlidir. Aşırı sağ akımları yaratan ve yürüten bu tarikatler kendi esaslarına inananlar ve inanmayanları ayırarak Müslümanlar arasında bölücülük yaptıkları ve bir şeriat devleti kurmayı amaç edindikleri için dinimize ve Anayasamıza aykırıdır ve dini sokağa düşürme istidadı taşımaktadır…”
“Diyanet İşleri Başkanımız bana bir tarikatın ne kadar güzel işler yaptığına dair bir konuşma bile yaptı.
Özellikle İlahiyat Fakültesi’nde içeriden ye dışarıdan gösterilen destekle öğrenciler laiklik ve rejim aleyhine kışkırtılmaktadırlar… Bazı tarikatlerin yoğun olarak çocukları etkisi altına aldığını, aynı evlerde kalmalarını sağladıklarını ve bu evlerde laiklik ve inkılaplar karşıtlığının körüklendiğini üzülerek gözlemlemekteyiz. Bu durum iyiye gitmemektedir. Bizlere yönelik tehditleri bir yana, kendi aralarında da kanlı bıçaklı olma noktasına sürüklenmektedirler.
“… Eski bir ilahiyat öğrencisi olan Başkan, belki beni dinler ve radyodan öğrencilere laikliğin din karşıtlığı olmadığını anlatabilir, diye düşünmüştüm… Öyle ya bunu en güzel anlatabilecek ve en etkili kişi o olurdu. Yanılmışım… Onunla da görüşmem hüsranla bitti. Üstelik bana bir tarikatın adını vererek, ne kadar iyi tarafları olduğundan bahsetti uzun uzun…”
Türkiye demokrasisi kendine sağlıklı bir zemin arıyor ama bu zemini bir türlü bulamıyordu. 1961 Anayasası bu manada toplumda özgürlük rüzgârları estirmiş ve özellikle de sansür konusunda Basın hürdür, sansür edilemez" maddesiyle bir yol açmaya çalışmıştı.
Bahriye Üçok enteresan bir şekilde, Arap alfabesinden vazgeçmemiş, gündelik notlarında hep onu kullanmayı tercih etmişti. Muhtemeldir ki bu tercihinin sebebi, Arapçayı hafızasında diri tutma ve dolayısıyla İslamiyet üzerine araştırmaların da, dil açısından kolaylık yaşama olabilirdi… Aynı şekilde Farsça’ya da çok hakimdi… Ve elbette bu durum ortaçağa kadar uzanan tarihi kaynakları okumakta büyük kolaylık sağlıyordu.
Bahriye Dil Tarih Fakültesi’ni bitirip İlahiyat Fakültesi’nde hoca olduğu günden beri Türkiye’deki bu din bezirgânlarından toplumu korumaya çalışmış, var gücüyle de İslam’ın ne olduğunu anlatmaya, dinin siyasete alet edilmesine engel olmaya çalışmıştı.
Ömrünce kendini adadığı devlet demekti onun için Ankara, sevdasını bulduğu kentti, okuyup üniversitede hoca olduğu, gençlere çağdaşlaşmayı anlatabildiği, ideallerini gerçekleşme imkânı sunan merhametli bir anne gibiydi.. Ama en önemlisi devrimin kalbiydi ve hep öyle kalacaktı.
İslam Devletlerinde Türk Nâibeler ve Kadın Hükümdarlar" adlı kitabının ilk sayfasında şöyle yazmıştı Bahriye Üçok:
"Bu kitap, mücadelelerden yılmayan, cesur ve yetenekli kadınların yaşam öykülerinden bahseder. Bu nedenle onu, tek çocuğunu yetiştirmek uğrunda karşılaştığı güçlükleri yenmesini bilmiş, cesur ve fedakâr anam Nadire Bektaşoğlu’nun aziz hatırasına sunuyorum."
Forum Dergisi yazıları özellikle, Feyzioğlu’nun görevden alınışı sonrasında daha da sertleşmiş, doğrudan DP iktidarını hedef alır olmuştu. Yazarların çoğu ya SBF mezunu ya da SBF öğretim üyesiydi… Nitekim yazarların içinden birçok isim 1960 darbesinden sonra Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyeliği, hatta başkanlığı yaptı. Forumcu aydınlar dergi dışında da, küçük gruplar halinde dost sohbetlerinde toplanır, ülkenin gidişatına dair fikir teatisinde bulunurlardı.
Aslında başta Feyzioğlu olmak üzere SBF hocalarının Demokrat Parti iktidarının hedefinde olmalarının en önemli nedeni DP’ye karşı sert eleştirilerde bulundukları Forum Dergisi idi. Forum 1954 yılında ağırlıklı akademisyenlerin, liberal demokratların, Cumhuriyetçi demokratların ve sosyal demokratların yer aldığı, Kemalist çizgi bir dergiydi. Ağırlıklı olarak Kemalizmi" Atatürkçülük yerine kullanmayı tercih ediyorlardı. Ve vazgeçilmez ortak noktaları Türk Devrim yasalarına bağlılıktı. Bu ilkeler ortadan kalkarsa demokrasinin de kalkacağına inanıyorlardı.
Bir güneştin bir zamanlar, ay kadar kaldındı dün
Dün bir aydın, sislenen boşlukta yıldızsın bugün"
…
"Sel durur, yangın söner, elbette bir gün ey vatan
Süslenir oynar yarın, dün ağlayıp matem tutan
Ey vatan, göz yaşların dinsin yetiştik çünkü biz"
İşte Mülkiye öyle bir gelenekti ki ülkenin en kara günlerinde "Ey vatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz!" diyecek kadar kendine güvenen, yürekli gençlerin ocağıydı…
Bahriye, onu bulduğunda beşinci eşiyle evliydi.
Yaşadığı coğrafya, devrime rağmen, kadını, din ve toplum ilişkilerinde ikinci plana itme, ikinci sınıfta görme eğilimindeydi. Bu eğilimin aslında Türk tarihinde olmadığını yazdığı nice makale ile ispat etmeye çalışıyordu Bahriye.
Bahriye’nin liseyi okuduğu 30’lu yıllar Kemalizm’in, Türkçülüğün ve ulusçuluğun yükseldiği yıllar… Ülkü Dergisi de ulus devlet ve vatandaşlık bilincinin yerleşmesi için kurulmuş, Halkevleri’nin ulusal yayın organı denilebilecek bir dergiydi. Dönemin CHP Genel Sekreteri Recep Peker, derginin ilk sayısında "Ülkü Niçin Çıkıyor?" başlıklı makalesinde şöyle diyordu:
“…ÜLKÜ karanlık devirleri arkada bırakarak şerefli ve aydınlık bir istikbale giden yeni neslin heyecanını beslemek, cemiyetin kanındaki inkılâp unsurlarını ısıtmak, ileri adımları sıklaştırmak için… ÜLKÜ, bu büyük yola katılanlar arasında kafa birliği, gönül birliği ve hareket birliği yapmak için… ÜLKÜ milli dile, milli tarihe, milli sanatlara ve kültüre hizmet için… ÜLKÜ’de büyük davaya inananların, buna Türk cemiyetini inandırmak, toplu ve heyecanlı bir millet kütlesi yaratmak hizmetinde vazife ve hisse almak isteyenlerin yazıları çıkacaktır."
…tüm yaşamını şekillendiren o ilk karşılaşmayı ise hiç unutamıyordu; Trabzon limanında Gazi Paşa’yı karşıladıkları o günü…
Bahriye’nin inkılâplara yönelik duruşu çok netti; O katıksız bir devrimciydi! Bu konuda tavrı çok katiydi, inkılâplara karşı çıkmak kabul edilemez!
“Birtaneciğim, gözlerini çok özledim… Dünyada eşi benzeri olmayan gözlerinin derinliğine dalmayı özledim… Ve o eşsiz sesinden ruhumu dinlendiren aryalar dinlemeyi özledim…”
Coşkun Üçok’un Bahriye’ye Mektubundan,1944
Bahriye’nin Coşkun İle tanışması bir aryayla başlamıştı… Artık Türk Tarih Kurumu’na her gelişlerinde bir araya gelip, okuldan, siyasi gelişmelerden, müzikten, edebiyat tan konuşuyor, arkadaşlıklarını ilerletiyorlardı… İkisi de öğrenci oldukları için imkânları kısıtlıydı… Soğuk Ankara günlerinde, çok ender olarak Ulus Meydanı’ndaki İstanbul Pastanesi’ne salep içmeye giderlerdi. Bir de Kızılay’da bir tavukçuları vardı. Cumartesi öğle vakitlerinde, ceplerinde paraları kaldıysa artık, Kızılay’a tavuk yemeye giderlerdi. Her ne yaparlarsa yapsınlar birlikte mutlu ve sevdalıydılar…
Ve sonunda Ankara! Gençlik hayalim! Bir türlü kavuşulamayan sevgili! Sonunda kavuştuk! Hem burada her köşesi Cumhuriyet kokan, şanlı başkentte yaşayacağım, hem de en çok istediğim okulda Dil Tarih’te okuyacağım. Allah’ım benden daha mesut kim olabilir ki? Kim?