İçeriğe geç

Üstad Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 1 Kitap Alıntıları – M. Ertuğrul Düzdağ

M. Ertuğrul Düzdağ kitaplarından Üstad Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 1 kitap alıntıları sizlerle…

Üstad Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 1 Kitap Alıntıları

&“&”

İnsanların tedirgin olmasının, üzüntülere, kederlere gark olup, kendi kendilerini helak etmelerinin en önde gelen sebebi, geçmişe üzülmek, teessüfler etmek, yanıp yakılmak, ağlamak, boşuna nefes ve ömür tüketmektir…
Ağlamayan gülmeyi bilemez, gülmenin safasını süremez.
Rüyalar, hakikaten, insanın hayatına hedef ve istikamet verici müjdeler ve tesirler taşıyabiliyor.
Yavrum, bu zamanda, gidenlere değil, kalanlara ağlamalı…
Gidenler gitti.
Bugünün fitne devrinde kalanlar kendilerine ağlamalı…
“Aziz evlâdlarım, siz tabii benim yoksul evime, sergime değil, gönlüme geldiniz. Şu mübarek günde, bu garibi sevindirdiniz. Allah da sizi sevindirsin. Ne yapalım, biz böyle olduk. Duadan başka, elimizden bir şey gelmiyor. Kaderimiz böyleymiş. Eğer Cenab-ı Hak, her nimeti elimizden aldığı gibi, gözyaşını da alsaydı da ağlayamasaydım, ben ne olurdum.”
Sinesinde Kur’an olmayan bir insan kabirde gibi karanlıktır. Kur’an nurdur , ışıktır , feyizdir. "
Talebe derse bakar, hamını alır, anlayacağı kadar anlar; anlamadığını hoca anlatır. Hiç bakılmadan gelinen dersi, ben anlatamam."
Rıza Tevfik’ten Abdülhamid Han’a

……..
Lakin sen Sultanım gavs-ı ekbersin!
Ahiretten bile himmet eylersin.
Çok çekti şu millet murada ersin,
Şefaat kıl şahım meded-hahına!

Yahu çocuklar, hep söylüyorum:Müslüman Türkün gülecek günü yok! Fakat gaflet sayesinde, bizler gülüyoruz, eğleniyoruz, evleniyoruz, öyle yaşayıp gidiyoruz…
1930 sonrası, bizim köyden şehire geldiğimiz yıllar, birçok bakımdan dalgalı, fırtınalı yıllardı. Aynı günlerde Hazret-i Mevlâna’nın civarında, Sultan Selim Camii ve Yusuf Ağa Kütüphanesi’ne bitişik eski medrese odalarina açılmış kahvelerde, kızlar, sazlar, ziller, zurnalar, nâralar devam edip gidiyordu.

Peder merhum öyle demişti:
“Sulukahve’deki sarhoşlar serbest, bizler kaçıp saklanıyoruz. Yahu şu kapıları, pencereleri örtün sesler sokağa aksetmesin, diyoruz. Yahu öz yurdumuzda, evimizde garip olduk. Yahu meyhaneci serbest, gazinocu serbest, kerhaneci serbest, bizler esaretteyiz, Allah Allah!

İnsan, âlim oluyor da, âmil olamıyor. Bildiğini hayatına tatbik edemiyor… Âmil oluyor da, ihlâs sahibi olamıyor… İhlâs sahibi oluyor da, insan-ı kâmil olamıyor…"
Bir talebenin yetişmesi uğruna, bin münafığın kahrını çekerim."
Zenginsin der, maldan; yiğitsin der, candan ederler."
Yavrum yemeklerinle midemiz doydu; güler yüzünle ruhumuz doydu."

Ev sahibi o akşam, hâfızlarla o garip fakirlere birer de bahşiş verdi. Gariplerden, almaya çekinenler oldu.

Neyse ki o çekingenlik, Hâfız Zekaî Efendi’nin lâtifesi ile halledildi:
"Diş kirasıdır bu, diş kirasıdır!"

Bir sohbette idik. Talebelerinden biri kendi nefsinden şikayet babında:
Hocam maalesef çok yiyorum ben." dedi.

Amcamın şu cevabı unutulacak gibi değildi:
"Öyle mi! Aslan gibi ye, aslan gibi çalış! Aslan gibi ye, aslan gibi çalış!"

O anda o adamın, malını satıp, kurtulup, çuvalını silkeleyip, şemsiyesini alıp, bir gidişi var evine… Onun oturduğu yerden kalkıp, ferahlayıp, çuvalını katlayıp kolunun altına alıp evine gitmesinden aldığım zevk, pişireceğin patlıcandan kıymetli geldi bana… Komşulara veriver, komşular yesinler…"
Oğlum ben abdest suyunu semadan inen manevi bir bulut olarak kabul ederim. Semalardan bir manevi bulut geliyor, günahlarımı yıkıyor…"
Ve gönlüyle ruhuyla yaşayan insan, insandır!
Yoksa cismi ile insanın, diğer hayvanlara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur.
Konya’ya bir gelişinde İnönü, halka hitaben yapacağı konuşmayı hazırlarken Fevzi Çelik ona şöyle demiş:

Paşam, Konya’da uzun konuşmaya lüzum yoktur. Konyalıyı bir kelime ile kazanabiliriz."
"Nedir o kelime Fevzi Bey?”
"Paşam, Konyalıya, Allah deyin yeter…"

Ertesi gün Paşa konuşmasını yapmış. Fevzi Çelik, akşam olunca Paşa’ya:
“Efendim, Allah demediniz.” deyince, şu cevabı almış:
"Allah’a ısmarladık, dedim ya Fevzi Bey!.."

Medreselerin ıslahı düşüncesi Sultan Mahmud devrinden beri söylenir dururmuş. Medreselerin ıslahı, medreselerin ıslahı…. diye. Konyalı Ziya Efendi merhum, “Bu ıslah işini ya ehil olmayanlar veya bizden olmayanlar yapacak; yahu gelin şu işi biz başlatalım… demiş.

Ziya Efendi’nin büyük babası Memiş Efendi’dir. Asılları Konya’nın Bozkır kazasındandır. Memiş Efendi, Nakşibendî tarikatının, İmam-ı Rabbani’den sonra ikinci toparlayıcısı olan ve Şam’da medfun bulunan Hâlid-i Bağdadi’den bizzat hilafet almış bir zat imiş. Onun oğlu olan Muhammed Bahaeddin Efendi de Nakşi şeyhi ve alim bir zattır.

Bahaeddin Efendi, Bozkır’dan Konya’ya gelerek, oğulları olan Zeynelabidin, Rifat ve Ziya Efendileri burada okutmuş.

Üç kardeşin en büyüğü olan Zeynelabidin Efendi, 1908’de Meşrutiyette, Meclis-i Mebusan’a Konya mebusu olarak katılmıştır. Aynı günlerde, kardeşlerin en zekisi olan Ziya Efendi de, ağabeylerinin karar alıp, kendisine vazife olarak vermeleri üzerine, Konya’da "Islah-ı Medaris" medresesini açmış.

Bu medresede, Fahri Efendi, Ali Kudsî Efendi, Bozkırlı Abdullah Efendi, Senirkentli Ali Efendi, Kadirî Şeyhi-zade Hâfiz Ali Efendi, dedem, amcam ve babam ders okutmuşlardır. Bunlar Konya’nın alim olarak bilinen ileri gelenleridir. Ali Kudsî Efendi, sonra Şam’da vefat etmiştir.

Zeynelabidin Efendi’nin İstanbul’dan Konya’ya geldiği bir seferinde, Meclis’te Tokat mebusu olarak bulunan ve daha sonra şeyhülislâmlık edecek olan Mustafa Sabri Efendi ile Antalya mebusu ve daha sonra meşhur tefsirini yazacak olan Elmalılı Küçük Hamdi Efendi’yi de Konya’ya davet etmişler. Hem Konyalılar onların sohbetlerinden istifade etsinler, hem de onlar “Islah-ı Medaris”i görsün istemişler.

Kahire’de iken Mustafa Sabri Efendi’den dinlemiştim. Şöyle demişti:

Islah-ı Medaris’i görünce, ruhum yandı… Senelerdir, tesis olunmasını, kurulmasını, açılmasını tasavvur ettiğim medrese açılmıştı… Talebeleri imtihan ettik. Çok iyi idiler. Sade eski medreselilerin anladığı gibi anlamıyorlar; kendilerinde ayrı bir ruh var. Ayrıca hesap, hendese, tarih, coğrafya filân da biliyorlar… O gün imtihan ettiklerimizden birisi Medine-i Münevvere’ye yerleşen Saatçi Osman Efendi idi. Hatırımda kalan bir diğeri de kütüphaneci Konyalı İbrahim Hakkı Efendi’dir.

Medreseyi öyle beğendim ki, Konya’dan İstanbul’a döner dönmez, hanıma ilk söylediğim:

"Hanım, İbrahim’i yarın Konya’ya gönderiyoruz, bavulunu hazırla.” demek oldu.

Bütün Osmanlı ülkelerinde, Arap memleketleri hariç, İstanbul, Anadolu ve Rumeli’de medreselerdeki tedrisat birbirinin aynı idi.

Başlarken emsile” ile başlanır, sonra “bina”ya geçilirdi. Sarf ilminden Maksud, İzzî ve Merah okunurdu. Sonra “nahv"e geçilirdi.

Nahiv ilminden de Avâmil, İzhar, Kâfiye ve Molla Câmî, bir de Mugni’l Lebîb okunurdu. Anadolu’da ekseriye nahiv ilmi Câmî’de sona ererdi. Câmî adlı kitap, Kâfiye’nin şerhidir. Meşhur şair Abdurrahman Molla Câmî’nin eseridir.

Efendim, izâ erâdallâhu şey’en sehhele esbâbehu, derler. Cenâb-ı Hak, bir hâdisenin zuhurunu murad buyurduğu mu, sebepler halk eder.
Çocuklar, size tuhaf gelebilir belki, ama bilin ki, sıratın aynısı, dünyada da vardır.Hocam, kıldan ince, kılıçtan keskin bu nasıl olur, diye aklınıza gelebilir. O, şeriattir, çocuklar. Dünyada şeriatın ahkâmını hakkıyla yaşamak, kıldan ince kılıçtan keskin bir iştir. Şeriatte, nefse değil, hakka teslim olmak vardır. Hayatta en zor şey, benliğini, şehvetini, arzu ve isteklerini hakka teslim edebilmek; her işi hakka uygun işlemektir. Peygamberler bunun için gelmiş, kitaplar, şeriatler bunun için inmiştir. Şeriat, hakka teslim olmak demektir. İnsanı, insan eden şeriattir."
Amcam baştan başa faziletli, mütevazı bir zattı. Biz Medine-i Münevvere’ye muhacir olduktan sonra da, amcama, babam için sormuşlar:

Efendim, İbrahim Efendi Hocamız mı büyüktü, zâtıâlîniz mi?" Amcam şu ince cevabı vermiş:

“O büyük de, ben ondan önce doğmuşum…"

Dedem büyük bir sarık sarardı. Konya’daki hocaların içinde en büyük sarık, onunkisiydi. 3 Aralık 1934 tarihinde, cami dışında hocaların da artık şapka giyeceğine dair kanun çıktı. On yıldır, sokakta dinî kıyafetle, cübbe ve sarıkla dolaşma hakkı yalnız hocalarda bırakılmıştı. Şimdi o da kalkıyordu.

Bu yasak, dedeme çok ağır geldi. Başına siyah bir takke giyerek, tenha sokaklardan camiye gidip geliyordu. Amcamla ve babamla müşavere ederek, nasıl davranmak gerektiğine karar vermeye çalışıyordu: İmamete devam mı etmeli, yoksa camiyi ve cemaati bırakıp, başkasına mı teslim etmeliydi?

Fakat maaşsız camiyi kim açar, kim süpürür, kim ezanını okuyup, namazı kıldırırdı? Kendisi bunların hepsini Allah rızası için yapıyordu.

Takke giymeye karar vermişti. Ama o zamanlar başı açık dolaşmak âdet değildi. Herkes başına bir şey giyerdi. Yeni vaziyette 1925 Şapka Kanunu’ndan sonra, ya şapka ya kasket giyiliyordu. Başına bir şey giymeyen devrim’e muhalif sayılırdı. Hele bu sırada bir imamın başı açık dolaşması mümkün değildi.

Takkeye de namazda giyildiği için sarık veya fes muamelesi yapıyorlardı.

Babam, dedeme “Bir kasket alıp cübbesinin cebine koymasını” tavsiye etmişti.

Caminin önünde, dedemin takkeyle dolaştığını gören bir kurmay albay, “Sen niçin şapka giymiyorsun?” diye dedeme musallat olmuş.
Dedemin camiinin yakınında Aslanlı Kışla vardı. Subaylara o zaman "zabit” denirdi. Zabitler evlerine atla gidip gelirler, arkalarında da yine atlı bir "emir eri” bulunurdu. Zabitlerin atları çok iri "katana” denilen cinsten idi.
Dedem, koynundan çıkarıp kasketi gösterince:
"Hoca bunun adı nedir, şapkadır; yani serpuştur, başa giyilir. Cebe konulmak için mi, başa giyilmek için mi yapıldı?” diye bağırmış.
Bu zâlim, dedeme musallat olmuş, ne zaman görse sataşırmış. Birgün dedem eve çok üzgün geldi.
Dedem: Oturduğum yerde, ibrikle abdest alıyordum. Adam yoldan geçerken beni gördü. Atını çevirdi, geldi.
"Hoca, nedir benim senden çektiğim? Sana kaç defa söyledim, şapka giy diye! Niçin giymiyorsun da hâlâ takke giyiyorsun?" "Efendim bundan önce de size arz ettim. Şapkam var…"
"Ayağa kalk!.."
"Efendim, abdest alıyorum…"
"Seni bir daha bu takkeyle görürsem. Seni bu atla çiğnerim!…”
O atın üzerinde; ben oturmuş, abdeste devam ediyorum. Katanayı üzerime doğru şaha kaldırdı. Atın ayağındaki nallar, kaldırımdan kıvılcımlar çıkarıyordu… Allah cesaret verdi, sükûnetimi muhafaza ettim… Zabit söylene söylene gitti… Mahzun oldum, gönlüm kırıldı:
"Allah’ım, dedim; Allah’ım, Nemrud’un köşkü bu attan büyük idi. Fakat kahr u celâlin önünde eridi gitti. Celâline sığınırim Allah’ım, cemâline değil, celâline sığınırım!”
O gün hepimiz çok üzüldük.
Üç gün sonra duyduk ki, o zabite bir buğday kamyonu çarpmış; yere serilip ölmüş gitmiş…

Dedem, epeyi uzakta olan camiine, ezan vaktinden önce giderdi. Camii açar, namazdan önce vaaz eder, çoğu zaman ezanı okur, sonra namazı kıldırırdı.

Namazdan sonra ders okuyacak çocuklar gelirdi. Bunlara mektep vaktine kadar Kur’an öğretir, ders verirdi. Namaz sureleri, ahlâk, fazilet, ana babaya itaat ve hürmet, göz, söz ve öz temizliği, üzerinde durduğu bahislerdi.

Çocuklar mekteplerine gidince, Arapça okumak isteyenler gelirdi. Bu dersleri, yasaklar ağırlaşıp, takibat başlamadan önce camide yapardı. Dinsizlerin baskısı ve takibi arttığı sırada, birkaç kere yakalandı. Sonunda camide Kur’an ve din öğrettiği için mahkemeye verildi.

Son yıllarda Adapazarı’nda doktorluk yapan İsmail Hakkı Bey’in babası, o sırada Konya Sulh Ceza hâkimi idi. Dedemi Arap harfleri okutuyor." diye mahkemeye verdiler. Bu zat beraat ettirdi.

Kendisine beraat ettiği söylenince, dedem hâkime şöyle demiş: "Hâkim Bey, beraat ettiğimize göre demek ki suç sayılmıyor, vazifeye devam edelim öyle mi, evlâdım?"

Hâkim Bey o gece amcama haber göndermiş:

"Peder efendinin mahkemesi vardı, beraat ettirdim. Yine ettiririm. Fakat sonra beni Konya’da durdurmazlar."

Amcam, bu vaziyeti dedeme nasıl söyleyeceklerini düşünüyor. Sonunda, "Polis takibi var, çocuklar korkarlar gelemezler. Size bir ev bulalım da vazife devam etsin." diyerek, bir çare buluyor.

Dedemin korkup çekinmeyle filân alâkası yok. Bir keresinde talebe okuttuğu için, aynı sebeple karakola çağırıldığında, sırasını beklerken, yanındaki masada oturan komisere sormuş: "Oğlum, sen Kur’an-ı Kerim okumayı, namaz surelerini bilir misin?"
"Nerede hocam, öğrenemedim."
"Öyleyse şu fırsatı değerlendirelim, gel sana Fatiha’yı öğretivereyim de yâdigârım olsun…"

1935 öncesinde inkılâplar çok sert idi. Kur’an öğretenler âdeta kaçaktılar. Polis yakalayacak, jandarma önünü kesecek… İşte dedem gibi, o günlerde Kur’an için çalışan fedakârların aşkı ve gayreti, Kur’an okuttuğu için tevkifini beklerken, polise Kur’an öğretmeye çalışacak bir derecede idi. Allah hepsine rahmet eylesin.

Dedem camide ve bir evde, vazifesini yapıp dersini verdikten sonra, kuşluk vakti, öğleden bir birbuçuk saat önce eve gelirdi. Bu sırada babam da dedeminkine benzer bir hizmeti tamamlayıp eve döndüğü için birlikte yemek yerlerdi. Bu hem kahvaltı, hem öğle yemeği yerine geçerdi.

Dedem ve babam yemekten sonra öğleye kadar dinlenirlerdi. Öğle namazını, bir saat geç olarak mahallemizdeki küçük mescidde cemaatle kılar. İkindiyi de orada eda ederlerdi.

Öğle namazı ile ikindi ezanı arasında dedem, aile içi ders yapardı. Ezanın Türkçe okunması kanunla mecbur edildikten sonra, öğle ve ikindinin ezanlarını yalnız cami içinde okumaya başlamışlardı.

Amcamın evi de hemen karşımızda olduğundan, aile içi derslere, ninem, annem, halalarım, amcamın hanımı ve kızları, kim varsa katılırdı.

Dedem hem anlatıp hem sorarak, sohbet şeklinde ders yapardı. Hanımlar onu dinlerken, bir taraftan da örgülerini örer, dantelalarını işlerlerdi.

Dedem halalarıma Ahmediye ve Muhammediye’yi okutur. Daha önce yazdırdığı, ezberlettiği manzume ve kasideleri, meselâ Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin 28 peygamberi sayan şiirini ve ilmihal bilgilerini tekrar ettirirdi.

Namazda okunan sure ve duaların manalarını iyice öğretir, sonra sık sık sorardı.

Böylece hiç sıkmayan, sohbet şeklinde bir ders olurdu.

“Muhsine, tükür o tükürüğü yutma! O tükürük zehirler seni… Bu tükürük Beyşehir Gölüne düşse, balık yaşamaz, zehirlenir!
“Dil, yaman bir hırsızdır, söz dinlemeyen bir âsîdir. Allahü teâlâ onu zaptetmek için iki bekçi yaratmıştır. Biri dişler, diğeri dudaklardır… Fakat o, bunların ikisini de iğfal eder, kandırır, yine yapacağını yapar… O iki kapıyı, o iki zinciri, açar kırar, yine bizi felâketlere atacak şeyler söyler…
Abdest alırken çok dikkat ederdi. Sorardım:
Dede, sizin abdestiniz bizimkinden çok farklı oluyor; siz abdesti çok uzun alıyorsunuz. Niye böyle oluyor?"
"Oğlum ben abdest suyunu semâdan inen manevî bir bulut olarak kabul ederim. Semâlardan bir manevî bulut geliyor, günahlarımı yıkıyor… Senin günahın yok. Onun için şimdi senin bunu hatırlamana lüzum yok. İleride lâzım olur diye söylüyorum…"
Türk milleti yanlış yere isyan etti. Şapkaya değil, harfe isyan edecekti. Şapka nedir? İnsan günde bin şapkayı kafasından atıp değiştirebilir…"
Kızı alamadık. Sinir hastası oldum. İzzet-i nefsime dokunacak sözler işittim. Hasta hâlde Konya’ya döndüm. Pederinize gittim. Hocam bana:

“Hâfız Mehmed, neyse ki yalnız cismine dokunmuş, elhamdulillâh… Ben, ruhuna dokunan bir illete müptelâ olursun diye korkuyordum. Başından böyle şeyler geçen bizim zümreden bâzı kimselere dinde lâubâlilik illeti ârız olur. Hâfız Mehmed, ben ondan korkmuştum. Yalnız cisminiz hasta olmuş; ruhunuza dokunmasın da geçer inşaallah” dedi.

Gönenli Mehmed Efendi “Eh, sen beni çayınla suladın; Peygamber-i Zîşan da Havz-ı Kevser’iyle seni sulasın.” diye dua ederdi.
..sinesinde Kur’an olmayan bir insan kabirde gibi karanlıktadır. Kur’an nurdur, ışıktır, feyizdir. Kur’ansız bir okul zulmettir, karanlıktır; bu karanlık mektep çocuğa ne verecek?
“Tek tesellim gözyaşlarım…”
Çektiklerimiz, amellerimizin cezasıdır."
Talebe demek, din kalesini müdafaa edecek askerler demek.
İnsanın üstünlüğü gönlünde ve ruhundadır.
Biz Yunan’ı denize döken millet değil miydik yâhu? Yunan denize mi döküldü, yoksa Yunan mı bizi denize döktü ?
Zülmedeni affet. Gelmeyene git. Vermeyene ver!!!
Gıybette hukuka, insanın hakkına tecavüz vardır. İnsanın malını çalan, canına kasdeden, ırzına namusuna musallat olan kimsenin adı canidir. Cinayeti, tecavüzü ve teaddisi vardır… Gıybette insanın manevi şahsiyetine taarruz ve tecavüz vardır. O şahıs burada olsa, münakaşasını yapar, müdafaasını yapar. Ama ortada yok… İşte İslam, İslam’ın kitabı Kur’an-ı Kerim, o şahsın yokluğunda, onun manevi kıymetini koruyor."
İza eradallahu şey’en sehhele esbabehu"

Cenab-ı Hak, bir hadisenin zuhurunu murâd buyurdu mu, sebepler halk eder.

Sivâdan kalbini pâk et
Gönül mir’ât-ı Rahman’dır
Safâdan sîneni çâk et
Gönül mir’ât-ı Rahman’dır
Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar…" derler…
Her şey olmak kolay oluyor da, insan olmak zor oluyor.
Ağlamayan gülmeyi bilmez, gülmenin safasını süremez.
Diline hâkim olmayan, dinine hâkim olamaz.
Uyanık insan, nimetin kadrini bilir…
Yalnız imanının ilhamı ile hislerini, aşkını terennüm eden insan, ancak duygularını dile getirebilir.
Vurulan vurulduğuyla, kırılan kırıldığıyla kalıyor.
“Mü’minin ferâsetinden sakının, çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder.”
-Hadisi Şerif
Çocuklar, size tuhaf gelebilir belki, ama bilin ki, sıratın aynısı, dünyada da vardır. Hocam, kıldan ince, kılıçtan keskin bu nasıl olur, diye aklınıza gelebilir. O, şeriattır çocuklar. Dünyada şeriatın ahkamını hakkıyla yaşamak, kıldan ince kılıçtan keskin bir iştir. (…) Şeriat, hakka teslim olmak demektir. İnsanı, insan eden şeriattir…
Peygamberinin emrine uymayan
muhalif yollara giden bir ümmet
fitneye uğrar perişan olur
Dedem bir gece düşünmüş:
Ya Rabbi bu adam yarın beni sana şikayet ederse Allah’ım ben cahildim hoca komşum idi beni irşad etmedi derse ben ne cevap veririm? Bu adam yolunu kaybetmiş günahkar ama münkir degil günah adamı dinden çıkarmaz
Dedem cidden sanki bir iman kütüphanesi yürüyor gibiydi.
Merhum Akif Bey Fatih Camii şiirinde
bir mısra söyler ve camii taş toprak olmaktan çıkarır
O bir mabed değil, Mabuda yükselmiş bir ibadettir"

Dedem çok yavaş abdest alırdı o sırada sarf nahiv derslerimi verirdim dedeme

Insanoğlunun ağzından çıkan sözü
Rakib ve Atid isimli iki melek kaydeder
Mehmet Akif merhum da
Asil azmaz" dermiş
Dedem böyle derdi
Uyanık insan nimetin kadrini bilir
Dünyadaki sırat kıldan ince kılıçtan keskin olan şeriattır… Hayatta en zor şey benliğini şehvetini arzu ves isteklerini hakka teslim edebilmek her işini hakka uygun işlemektir…
Peygamberler bunun için gelmiş kitaplar şeriatler bunun için inmiştir. Şeriat hakka teslim olmak demektir insanı insan eden şeriattır…
İnanan insan,inandırıcı oluyor. Gönülden gelen hitabet, nasihat tesirli oluyor. Yanan bir gönülden gelen ses, aksettiği gönülleride yakıyor…
Allah’ım, içimizdeki birtakım akılsızların yüzünden bizi cezalandırma!
“Ağlamayan gülmeyi bilemez, gülmenin safasını süremez.” diye cevap veriyordu.
Hayat baştan başa ibadettir.
Ey Allah’ın kulu, senin her nefesin nimettir. Alamadığını düşün, veremediğini düşün!…"
Bir kitapta gördüm. Bir nefes için iki kere şükretmek lâzımmış. Biri aldığımız nefese, biri de verdiğimiz nefese..”
İnsanoğlu, nimet elinden gitmeden, nimetin kadrini bilmez…
Biz çok şeyler biliyoruz. Çok şeyler duyuyoruz. Ama maalesef parasının zekâtını vermeyen zengin gibi, bildiklerimizle amel etmiyoruz.
Efendimiz Alimlerin meclisi, kokucu dükkanına benzer." buyuruyorlar.
İnsan kokucu dükkanından ya koku alır veya oranın kokusu üzerine siner de mis gibi kokar. Alimlerin meclisinde de insan güzel şeyler duyar, öğrenir ve ahlakı düzelir.
Cahillerin meclisi ise demircinin ocağı başında durmaya benzer. Ya bir kıvılcım sıçrar, üzerini yakar veya isden, dumandan üstün başın kokar, başın ağrır, miden bulanır.
Çocuklar, çok malı olan maldan verir; az malı olan, az verir ama candan verir."
Şeytanın ikinci bir hilesi daha vardır ki ayeti kerime de şöyle buyurulur:
Habibim! Günahkarlara, asilere, günah işlemekten korkmayanlara, şeytan, kötü işlerini yaldızlar da iyi gösterir;onlardan zevk alırlar."
Dedem:İnsanoğlunun ağzından çıkan sözü, Rakip ve Atid isimli iki melek kaydeder;hayırlı söz ise sağdaki hayırsız faydasız söz ise soldaki yazar." derdi
Memleketimizi berbad eden ve halen içinden çıkılamaz halde ortalığı kaplamış olan ahlak dışı hareketler, yolsuzluklar, hırsızlıklar, cinayetler de yine o devirde atılmış kötü tohumların bugünkü sürgünleridir
Peygamber efendimiz’in (sav) dualarından birisi de şudur :
Allah’ım, amellerimizin en hayırlısı, son amellerimiz olsun. Hüsn-i hatimeyle sana kavuşalım. sonumuz iyi olsun. Ömrümüzün en hayırlı zamanı da, ömrümüzün sonu olsun. Gençliğimizde iyi insan olup da, yaşlandıktan sonra mânevi servetini kaybeden müflislerden olmayalım. Ve günlerimizin en hayırlısı sana kavuştuğumuz gün olsun. "
Ayaklı kütüphane olmaya lüzum yok. Çok bilgili olmaya lüzum yok. Sahabe-i kirâm, bir rivayette beş âyet, bir rivayette on âyet ezberler; onlarla amel ettikten, onları hayatlarına tatbik ettikten, onlarla yaşamaya başladıktan sonra on birinciye geçerlerdi…
Biz çok şeyler biliyoruz. Çok şeyler duyuyoruz. Ama maalesef parasının zekâtını vermeyen zengin gibi, bildiklerimizle amel etmiyoruz.
Akif’i neden seviyoruz ? Çünkü biz Ne hissediyorsak o da milletle beraber aynı şeyleri hissetmiş. Ruhumuzun tercümanı olmuş. Dertlerimizi, acılarımızı keşfetmiş; üzülmüş, teselli etmiş; çareler göstermiş… Batı dünyasına ne ötekiler gibi tam teslim olmuş; ne de gavurdur, hiçbir şeyi alınmaz." diye taassup göstermiş. İyiyi, faydalıyı, bizim bünyemize, ruhumuza, ahlâkımıza uygun olanı alalım demiş…"

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir