İçeriğe geç

Tek Adam – Cilt 3 Kitap Alıntıları – Şevket Süreyya Aydemir

Şevket Süreyya Aydemir kitaplarından Tek Adam – Cilt 3 kitap alıntıları sizlerle…

Tek Adam – Cilt 3 Kitap Alıntıları

&“&”

Laiklik, yeni devletin, bugün de yerleştirilememiş ilkelerinden biri olarak kaldı. Çünkü, devletin yapısına tam laik bir karakter, hiçbir zaman verilemedi. Dini hizmetler ve dini eğitim, daima devlet vazifesi olarak, fakat her zaman
sömürülmeye hazır bir durumda kaldı. Teokratik bağıntılar, aslında toplumla devlet arasında ilişki olmaktan ziyade, toplumun kendi içinde beslenir. Halbuki politikacı bu bağıntıları ilk fırsatta devletin yapısına mal etmeye çalışır. Nitekim bu mücadele bizde, bugün de ve hala devam eder durur.
Türk milletinin tabiat ve şiarına en uygun olan yönetim, Cumhuriyet yönetimidir.
Kendini sofra başında ve içtiği zaman daha iyi buluyor. Asıl şahsiyeti ve iç alemi o zaman beliriyor. İçmeden önce sakin, iddiasız, hatta mahcup bir insan. Gerçi aralarında başka benzetme noktaları yoktur ama, bu noktada Edward VIII de böyledir (eski İngiliz Kralı). Sofrada oturup içkisini almadan önce Edward VIII, hatta hiç yaşamaz gibidir. Ama ondan sonra bir başka insan meydana çıkar. Böyle şahsiyetler ancak kendi alışkanlıkları içinde kendilerini bulurlar ve bu alışkanlıklar içinde yaşarlar. "

(Bu sözleri Şevket Süreyya Aydemir, bir süre Atatürk &‘ün çevresinde onu yakından gören ve hakkında iki derleme eseri yazan Prof. Dr. Herbert Merzig’in özel bir sohbette Atatürk hakkında söylediği bu sözleri hatırladığı kadarıyla aktarıyor.)

Atatürk kendi iradesini, hiçbir zaman kanun yerine koymadı.
İstese bunu yapabilir miydi? Hayır! Çünkü buna her şeyden önce Atatürk &‘ün yukarıdan beri belirtmeye çalıştığımız mizaç ve şahsiyeti engeldi. Zaten bunun için değil miydi ki o, ölürken adeta milletin kucağında can verdi ve milleti ardından ağladı. Halbuki mesela Mussolini’ yi bir sokak fenerine astılar ve Hitler’in ölüsü, çökertilmiş bir rejimin harabeleri ve bütünü ile düşmanlarına terk edilmiş bir vatanın enkazı üstünde, birkaç teneke benzinle yakıldı…
Atatürk, Türk tarihi bahsinde en uzak kaynaklara inerken, yakın tarih, mesela Selçuklular ve bilhassa Osmanlı tarihi üzerinde durmamış gibidir. Bu konuda, mektepler için hazırlanan cumhuriyet tarihleri dışında, esaslı araştırmalar yapılmadığı bir gerçektir. Bir bakışta ilgisizlik gibi görünen bu hareketin sebebini, hatıraları henüz yeni olan saltanat devrini unutturmak ve bu konudaki incelemeleri kendisinden sonraki nesillere bırakmak düşüncesine bağlamak daha doğru olsa gerektir.

(1930 &‘lu yıllardan itibaren milli tarih bilinci için hız kazanan Türklerin tarihi araştırmalarını, özellikle Atatürk’ ün de bireysel olarak yoğun ilgisini, Şevket Süreyya Aydemir bu şekilde değerlendiriyor.)

Başında bulunduğu fırkanın memleketteki vaziyetinden tamamen habersizdi. Aldanan, iğfal edilen ve istismar edilen o’dur! Etrafında kendisine, içinden, gıllügışsız (dürüst) bağlı kaç adam vardı? O doğru malumat alamıyordu. O zannediyordu ki memlekete bunca hizmet etmiş, memleketi esaretten kurtarmış, istiklalini temin etmiş olan fırka, halk nazarında eskisi gibi aziz ve kıymetlidir. "

(Serbest Fırka’nın fikirleri ile aktif politikacılarından Ağaoğlu Ahmet Bey; Serbest Fırka’nın açılmasıyla beraber halkın fırkaya olan yoğun ilgisinin Halk Fırkası ve Serbest Fırka arasında ciddi bir gerilim oluşturduğu dönemde, Gazi Mustafa Kemal &‘in reisi bulunduğu Halk Fırkası’ nın Anadolu insanındaki karşılığı bakımından yeterince aydınlatılmadığını düşünüyor.)

Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması işi, basit bir karar ve kanun işi değildir. Bu karar ve hamle ile Mustafa Kemal, halk hayatına kadar inmiş ve kökleri asırların derinliklerinden gelen bütün bir Şarklılık sistemine karşı, inkılapçı bir çıkışla açıkça bir cephe almıştır.

Türkiye’ye benzeyen ve bizden sonra Milli Kurtuluş hareket ve inkılaplarına girişen ülkelerin hiçbirinde böyle bir girişim görülmemiştir.

Bu işleri, mesela Türkiye’de yaşayan diğer dinlere mensup cemaatlerde olduğu gibi, devlet dışı bir cemaat teşkilatına bağlayıp halka terk etmedikçe, bunun böyle kalmasından başka yol yoktu. Fakat bu suretle geniş bir cemaat teşkilatlanmasının devlet içinde devlet demek olacağı, bugün olduğu gibi o gün de ilgilileri ürkütüyordu… Yani devlet, kendi yapısına ve bütçesine dini hizmetleri de koyarak, laiklik çabasını zayıf bırakmak zorunda kaldı.

( Laik devlet amacının güdüldüğü dönemde, Diyanet işleri Başkanlığının kurularak din hizmetlerini devletin üzerine almasıyla bu yönde ters bir adım atılmasının ardındaki neden açıklanıyor.)

Fakat Gazi Mustafa Kemal &‘in Gökalp’ e karşı; ihtimal ki Gökalp’in İttihatçılık bağlantısı ve Enver Paşa hayranlığı ile Turancılık çabaları dolayısıyla, fazla bir ilgisi görülmemiştir. Özel konuşmaları sırasında Gökalp hakkında görüşlerinin de hayranlık ifade etmediği anlaşılmaktadır. Zaten arada mizaç farkı da vardı. Gerçi bu haller Gazi’nin Ziya Gökalp’e karşı koruyucu ilgilerine engel olmamıştır. Ama Gazi’nin Ziya Gökalp’ten fikir ve ilham aldığını ortaya koyabilmek için, şimdilik yeterli deliller yoktur.
, Lozan
20 Temmuz 1923
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,

Her dar zamanımda, Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim, aziz şefim.

İsmet &”
( Bu telgrafı İsmet Paşa, kendisi açısından çok zor şartla altında , sıkıntılı günlerde geçen Lozan görüşmeleri sırasında en büyük desteği Mustafa Kemal &‘den görmesi sebebiyle, sonrasında görüşmeler bittiğinde biraz olsun rahatlayınca vefa duygularıyla Mustafa Kemal Paşa’ ya Lozan &‘dan çekiyor.)

Bu macera Çankaya köşkünün rahat, sıcak salonlarına dönülünce, gece onun şu hikâyesiyle tamamlandı:
– Biz Harbiye’de talebeyken, mektebin sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. İdareye de derdimizi anlatamazdık. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa isminde bir saray uşağıydı. Müsaade aldık. Huzura çıktık. Önce padişaha, sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet maksada geldik. İşi anlatmak istedik. Ama paşa daha ilk cümlelerde kükredi:
"- Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze, dizinize dursun. Görmüyor musunuz sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan, yoksa…
"Hakikaten de müdürün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür buram buram terliyordu. Sıcaktan göğsünü, bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün mektebin sobaları da öyle yanar…
"Çocuklar, biz bu Çankaya köşkünde bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz…"
Evet, gerekince Mustafa Kemal, hem realist, hem de açık kalpli bir realistti…
Mussolini’nin azgınlık zamanlarındaydı. Roma’daki faşist mitinglerinde Mussolini’nin, havaya kalkan elini azametli bir tehditle Doğuya doğru uzatıp:
– Mare nostrom!"
diye haykırdığı günlerdi. Hedefi neresiydi pek belli değildi ama, ikide bir, Roma’nın doğudaki eski topraklarından bahsederdi.
O günlerde Atatürk sinirliydi:
"- Ben harpten korkarım. Çünkü harbi bilirim. Ama Mussolini korkmaz, çünkü harbi bilmez."
derdi. Mussolini’den kuşkudaydı:
"- Bu adam bana bir gün çizmelerimi giydirmezse?"
diye de yakınırdı.
Atatürk, bugün mezarından başını kaldırsa da kurduğu laik Türkiye’de din adına şimdi yapılan spekülasyonları ve yüz kızartıcı oyunları görse, kahrından, bir daha ölür…
Gazi, Mussolini’ye karşı daima şüphedeydi. Onun aşırı ve Gazi’ye göre aslında gerçek bir ordu gücüne dayanmayan gurur ve iddialarına karşı uyanıktı. Mussolini’nin, Türkiye’ye değilse bile bir gün Arnavutluk’a ve hatta Yunanistan’a saldıracağına inanıyordu. Bunu yakınlarına söylüyordu. Nitekim bir gün geldi ve öyle de oldu."
Benim nâçiz vücudum, bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ve Türk milleti, emniyet ve saadetini zâmin (garanti eden) prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürüyecektir."
– Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır!"
– Biz medenî insan olmalıyız. Fikrimiz ve zihniyetimiz, tepeden tırnağa değişmelidir. Bütün Türk ve İslâm âlemine bakın. Fikirlerini, zihniyetlerini, medeniyetin emrettiği değişikliğe ve yüksekliğe ulaştıramadıkları için ıstırap içindedirler. Artık duramayız. Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar, mahveder."
Kışlanın bir duvarına:
– Bir Türk 10 düşmana bedeldir."
yazılmıştır. Oradaki vazifeli subayı çağırır, sorar:
"- Öyle mi?
– Evet Paşam, bir Türk 10 düşmana bedeldir!
– Hayır, bence öyle değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir."
Kavminin, milletinin, kendisine bu kadar gönül bağladığı ve ölümüne bu kadar içten ağladığı bir halk kahramanı, tarih içinde yoktur.
Halk işlerinde, yaşayışta, üretimde, eğitimde, sanatta, fikirde ve duyguda, asrın medeni ve sosyal icaplarına yöneliş. Atatürkçülük budur…
Atatürkçülük, Atatürk’e dönüş demek değildir. Atatürkçülük, Atatürk’ün bıraktığı yerden, onu daha ileriye götürmektir. Bunun ölçüsü basittir: Etrafımıza baktığımız, toplumun sesini dinlediğimiz ve ruhumuzun dileklerine kulak verdiğimiz zaman kendimizi, eğer hâlâ Atatürk’ün fethedebildiği sınırlar içinde buluyorsak, ondan sonra ilerlememişiz, hatta gerilemişiz demektir. Eğer bulunduğumuz ve teneffüs ettiğimiz hava onun bize sağladığından da geri ise, ona ihanet ettiğimizi düşünebiliriz…
Kapalı, karanlık bir Doğu memleketi olan ülkesinde istedi ki, kadın hayata açılsın, çocuğun yüzü gülsün ve insanlar korkunun olduğu gibi, batıl itikatların da ürpertisini duymadan hayattan zevk alsınlar. Türkiye’de hiçbir zaman bir cehennem hayatı, bir polis rejimi yaratmak istemedi. Eğer milletini daha fazla refaha ulaştıramamış, daha zengin, daha giyimli, daha şen yapamamışsa, suç onun değil, kendisinden evvelki devrindir…
Tarihî şahsiyet; her şahsiyet gibi, kavminin, milletinin, çağının akışından bir şeyler alan, ama fazla olarak, kavminin, milletinin, çağının akışına kendinden bir şeyler katan adamdır. Bunlara kendi alanında damgasını vuran adamdır. Yön tayin eden şahsiyettir.
Atatürk’ün gerek 1931, gerek 1935, gerekse 1937 Parti Kurultaylarındaki açık söylevlerinde, parti ilkeleri üzerinde durmamış olması, yani bu ilkeler üzerinde fikir ve düstur olacak formüller vermemesi, hem 6 Ok’un hikayesi, hem parti ideolojisi bakımından, bugünün araştırıcısını zor durumda bırakır.
Eğer Atatürk, bugün mezarından başını kaldırsa da kurduğu Laik Türkiye’de din adına şimdi yapılan spekülasyonları ve yüz kızartıcı oyunları görse, kahrından, bir daha ölür…
Halk Partisinin bilhassa halkçılık ilkesinde İdealizm, toplumun gerçek yapısı ve gelişme istikametleri ile çelişiyordu.
Diyebilirim ki evlerde o gün, kadın, erkek, ihtiyar, genç, çocuk kimse kalmamıştı. Bütün rıhtım baştanbaşa neşeli bir kalabalıkla kaynaşıyordu. Her yer bayraklarla süslüydü.
Atatürk inkılâbı denilen hareketi, halk içinde yayacak, savunacak ve teşkilatlandıracak önderlerin vazifelendirilmemiş ve önder bir partinin kurulamamış olması, sanıyorum ki, cumhuriyetten sonraki rejimin, ileride de, sebepleri kolay anlatılamayacak bir muamması olarak kalacaktır.
Ekonomik, yahut iktisadi buhran, yani başıboş ekonominin periyodik ve kaçınılmaz rahatsızlığı sayılır.
Birinci Dünya Harbi sonlarında dünyanın %77,2’si sömürge ve yarı sömürge halinde idi.
Dünya asırlardan beri Batı için çalışmıştı. Halbuki kol gücünden ve alın terinden başka sermayesi olmayan Türkiye’nin, kendini bir Batı hürriyeti sarhoşluğu içinde bir Batı demokrasisinin hayaline kaptırması ancak bir aldanışla neticelenebilirdi.
“Atatürk’ü kafasının içine girenler tanır.”
Değişmemek, dinler için bir zarurettir. Bu sebeple dinlerin sadece, bir vicdan işi olarak kalması, çağdaş medeniyetin esaslarından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim ayırıcılarından biridir.
Kanunları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler, değişmez hükümler ifade ederler.
Halka rağmen de olsa halk için yapmak, başarmak. Ama sonra bu yapılanların hepsini halka bağışlamak, halka mal etmek! İşte bu bir sanattır ki, liderliğin, inkılâpçılığın kendisidir.
Açık söylemek isterim: Bunun adına şapka derler!.. Buna, caiz değil diyenler vardır. Bunlar cahillerdir. Onlara sorarım: Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da, şapkayı giymek niçin caiz olmaz?..
Bilgiyi Çin’de bile bulsanız alınız" diyen bir Peygamberin "Başka kavimlere benzemeyiniz" hadisi, herhalde bir kıyafet benzeyişi olamazdı.
Kışlanın bir duvarına:

Bir Türk 10 düşmana bedeldir."

Yazılmıştır. Oradaki vazifeli subayı çağırır, sorar:

– "Öyle mi?

-Evet Paşam, bir Türk 10 düşmana bedeldir!

-Hayır, bence öyle değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir."

Hakikatleri bulamayanlar, merasimi din edindiler.
İkinci Millet Meclisinin, ikinci çalışma yılında siyasi hayata atılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na Istırapların ve hürriyetsizliklerin doğurduğu çocuk" demektense, vakitsiz doğan, yaşama kabiliyeti olmayan çocuk demek daha doğru olur.
Osmanlı Hükümeti, 21 Temmuz 1914’te seferberlik ilan etmişti. Bu kanun ancak 31 Ekim 1923’te yani, Cumhuriyetin ilanının ikinci günü ve 365 sayılı kanunla kaldırılmıştı. Yani tam 10 yıl süren seferberlik!
Ankara’nın başkent oluşu yeni devletin gözlerini anavatanın büyük parçası, fakat asırlarca süren ihmaller, bakımsızlıklar, ihanetler içinde çökmüş, bunalmış olan Anadolu topraklarına çevirişidir. Yeni ve artık milletlerarası hukuk bakımından da müstakil Türkiye hükümetinin, Anadolu’nun en viran şehirlerinden biri olan tozlu, sıtmalı, harap ve en küçük imar ve konfor nasibi görmemiş ve ancak 25.000 nüfuslu Ankara’da yerleşme kararı, istiklâl mücadelesinin gelenek ve hatıralarına karşı asil bir saygı ve bağlılık nişanesi olduktan sonra Ortadoğu’nun yeni jeopolitiği bakımından da gerçek ve ileri görüşlülüğe dayanan bir olaydı.
Benim nâçiz vücudum, bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ve Türk milleti, emniyet ve saadetini zâmin (garanti eden) prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürüyecektir.

Not: izmir suikasti olayının meydana çıkması ve memlekete duyurulması sonrasında yayınlanan beyannamenin son sözleri.

Gazi Mustafa Kemal İzmir’e girdiği zaman, dağınık Yunan kuvvetleri Anadolu topraklarından henüz tamamen çekilmiş değildi. Son birlikler, Çeşme ve Urla’dan, ancak 18 Eylül’de ayrıldılar.
en duygulandırıcı olay, yabancı işgal kuvvetlerinin İstanbul’u terk edişleri oldu (2 Ekim 1923).
Aynı günün akşamı, İstanbul’da artık yabancı işgal askeri kalmamıştı. Albay Şükrü Nailî Bey kumandasındaki Türk kuvvetleri, 6 Ekim’de İstanbul’a girdiler. İstanbul o günden sonra, bütün haklarıyla yeniden, bugünkü Türk İstanbul oldu.
“Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne
ana ne, dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmus gibi onunla meşgul olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lâzımdır.
Beşeriyetin hepsini bir vücut ve her milleti, bunun bir uzvu saymak lâzımdır. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, bütün vücut müteessir olur…
İnsan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin, huzur ve refahını düşünmelidir. Kendi milletinin mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeğe de o kadar çalışmalıdır.
Halkın en düşündürücü hali, onun susuşudur. Eğer halk susuyorsa, homurdanıyor demektir.
Muzafferdir. Bir ordunun Başkumandanı ve bir devletin Başı’dır. Hem de henüz 43 yaşında… Dünya yeni bir söz sahibinin doğuşunu görmektedir. 10 Eylül 1922’de Mustafa Kemal, İzmir kıyılarından Ege denizi ufuklarına bakar, bakar ve der ki:

Bir rüya görmüş gibiyim!"

“Efendiler! Milli hakimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir. Taçlar ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletin esareti üstünde kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdur…”
Çanakkale’de onun karşısında çarpışmış, fakat yenilmiş olan ve bir ayağını orada kaybeden İngiliz Mareşali Birdwood selam duruşundadırlar. Mareşal onun tabutu geçerken elindeki Mareşallik asasını yukarı kaldırır. Askerce selam alarak eski düşmanını selamlar. Bu, herkesi affeden, hiç kimseye kin beslemeyen, dünyaya ancak barış ve dostluk sloganları ile hitap eden Türk lideri Atatürk’e karşı, en mânâlı bir selam duruşudur…
Halkın içinden gelen bir kurmay yüzbaşı, nasıl oldu da bir gün, askerlik vasfını, devlet kuruculuğu ve devlet adamlığı vasfını, önderlik vasfını aşarak, bir milletin kalbine yerleşti? Zaten milleti için sevilen, sevildiği için bağlanılan ve korkulmayan bir insandı. Ama nasıl oldu da bu insan, bütün dünyanın gözünde, insanlığın bir evladı haline geldi.
Şu kanaata vardım ki, kavminin, milletinin, kendisine bu kadar gönül bağladığı ve ölümüne bu kadar içten ağladığı bir halk kahramanı, tarih içinde yoktur…
Nihayet 10 Kasım perşembe günü sabahı derin bir dalgınlık içinde hayata gözlerini yumar: Saat 9.05…
Atatürk ölmüştür…
8 Kasım’da ikinci komaya girmiştir ve artık uyanmayacaktır. Koma karnındaki suyun ikinci defa alınışından 8 saat sonra başlamıştır. Tam 36 saat sürer. Doktorların ve arkadaşlarının, başının ucunda çırpınmaktan ve ağlamaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Son komaya girmezden önce Atatürk’ün son suali:
– Saat kaç "
demek olur.
Hastalık her gün biraz daha ilerler. Hasta, 26 Eylül’de ilk komaya girer…Gözlerini açtığı zaman sorduğu şudur:
– Bana ne oldu? Bana bir şey oldu!…"
Yanında başkası yokken de Afet İnan’a halsizce fısıldar:
" – Ölüm, demek böyle olacak kızım…"
Evet ölümün artık sesi gelmektedir….
Halk işlerinde, yaşayışta, üretimde, eğitimde, sanatta, fikirde ve duyguda, asrın medeni ve sosyal icaplarına yöneliş. Atatürkçülük budur…
Atatürkçülük, Atatürk’e dönüş demek değildir. Atatürkçülük, Atatürk’ün bıraktığı yerden, onu daha ileriye götürmektir.
So Turkista, gene kahramanını yaratacak ve bu kahraman bir Bozkurt olacaktı. Hulâsa ufuklardan bir Bozkurt bekleniyordu. Bu Bozkurt çıkmalıydı. Bir bayrak açılmalı, bir devlet kurulmalı, emirler verilip emirler alınmalıydı. Nitekim bir gün, bütün bunları yapacak olan Bozkurt, yani beklenilen kahraman çıktı da: Mustafa Kemal Paşa…
Kapalı, karanlık bir Doğu memleketi olan ülkesinde istedi ki, kadın hayata açılsın, çocuğun yüzü gülsün ve insanlar korkunun olduğu gibi, batıl itikatların da ürpertisini duymadan hayattan zevk alsınlar. Türkiye’de hiçbir zaman bir cehennem hayatı, bir polis rejimi yaratmak istemedi. Eğer milletini daha fazla refaha ulaştıramamış, daha zengin, daha giyimli, daha şen yapamamışsa, suç onun değil, kendisinden evvelki devrindir…
Çağında birtakım liderlerin yarattığı toplama kampları, işkence odaları, siyasî cinayetler, aydınlara, fikir adamlarına karşı tertiplenen haysiyet kırıcı hareletler, onun memleketinde görülmemiştir. Hatta istiklâl Mahkemeleri’nin tedhiş günlerinde bile…
Bana içki içiyor diyorlar. İçerim. Gençliğimden beri içerim. Ama harplerde veya millî bir mesele üzerinde devamlı çalıştığım zaman içmem."
– Biz fevkalâdeden alınan ve kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle kanunun üstüne çıkmak için vasıta olarak kullanmadık."
İslâm tarihini zaten onlardan daha iyi biliyordu. Dinin lehinde, aleyhinde çok şeyler okumuştu. Samimi din duygularına hürmetkârdı. Ama namaz kılmadığı, oruç tutmadığı halde, bunları yaparmış görünmek riyakârlığına hiçbir zaman düşmedi.
Afet İnan şöyle konuşur:
– Atatürk’ün çevresine güç alıştım. Çok tecrübesizdim. O büyük bir şahsiyetti ve şunu kavradım ki, onu anlamam için şahsiyetleşmem lazımdır…"
– Hayatımda yaptığım hatalardan biri evlenmekti. Ben…"
Çocukluğumdan beri, oturduğum evde ne ana, ne kız kardeş, ne de ahbapla beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben, yalnız ve müstakil bulunmayı daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var: Ne ana, ne kardeş, ne de en yakın arkadaşımın, kendi zihniyet ve telâkkilerine göre, bana şu veya bu nasihatta bulunmalarına tahammülüm yoktu. Çünkü bu vaziyet karşısında, ya itaat, ya nasihatları hiçe saymak var. Bence ikisi de doğru değildi. 20-25 yaş farklı olan annemizin ihtarlarına itaat, maziye ricat, geçmişe dönme değil midir? İsyan etmek ise, faziletine, yüksek kadınlığına inandığım annemin kalbini kırmak, altüst etmek demektir…"
– Mesele ölmek değil, ölmeden idialimizi yaratmak, yapmak ve yerleştirmektir!…"
Biz, benzememekle ve benzetmemekle iftihar ederiz. Çünkü biz, bize benzeriz."
…Eğer Atatürk, bugün mezarından başını kaldırsa da kurduğu laik Türkiye’de din adına şimdi yapılan spekülasyonları ve yüz kızartıcı oyunları görse, kahrından, bir daha ölür…
“Fakat bu suretle geniş bir cemaat teşkilatlanmasının devlet içinde devlet demek olacağı, bugün olduğu gibi, o gün de ilgilileri ürkütüyordu…”
“19 Kasım 1923’te Gazi, Halk Fırkası Başkanlığını İsmet Paşaya devretti. Cumhurreisliği ile siyasi parti başkanlığı bir arada toplanamıyordu.”
“Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.”
Son zamanlarda bulunan kalıntılara göre, alet kullanan ilk yaratık, Afrika’da Tanganika çevresinde yaşamış olarak bilinmektedir. Bu kalıntıyla 1.750.000-2.000.000 yıllık bir geçmiş hesaplanıyor.
Hint, Mısır, Endonezya, Cezayir ve diğer ülkeler liderlerinin Mustafa Kemal’i saygıyla öven sizleri her gün biraz daha zenginleşiyor. Bu satırların yazıldığı günlerde ve batı Afrika ülkelerinde bir iyi niyet gezisinden dönen bir zatın söylediği şu sözler çok manalıdır:
– Türkiye’nin ilgisizliğine kırgınlar. Ama haritada Türkiye’nin yerini bilmeyenler, Atatürk’ü biliyorlar…"

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir