İçeriğe geç

Kısa Süren Hasat Kitap Alıntıları – Pakize Türkoğlu

Pakize Türkoğlu kitaplarından Kısa Süren Hasat kitap alıntıları sizlerle…

Kısa Süren Hasat Kitap Alıntıları

&“&”

O yıllardaki bu tutumlarda, sosyalist ülke Rusya’nın, Kars ve Ardahan gibi doğu illerimize göz dikmesinin yarattığı korkunun da payı olduğunu okudukça öğrendik. Köy enstitülerinin, o günün toplumundaki gelişmelerden elli yıl kadar ilerde olmasının, komünistlikle suçlanmasının nedenlerinden biri olduğu sonradan daha iyi anlaşıldı. Kız erkek birlikte oynadığımız, kendi halkımızın bağrından çıkmış kültür öğeleri olan folklor oyunlarını bile yadırgayarak, sanki bizim kültür değerlerimiz değilmiş gibi topa tutuyorlardı. Toplumda direksiyon ya da motor kullanan kadın yokken bizim eğitim yoluyla motor makine kullanmayı öğrenmemiz bile komünist işi olarak görülüyordu.
Nazım Hikmet’in şiirleri yasaksa, Turancıların söylediği benzer şarkı ve şiirler de yasaktı hâlâ. Ama yeni hükümet milliyetçilik adına benzer sloganları kullanmada sağcılara ayrıcalık tanıyınca bu şarkı ve şiirlerin üstündeki yasak kalkmış gibi dilden dile söylenmeye başlamıştı. Yasakken bizim enstitüde önemsenmeyen bu şarkı yeni gelen kimi öğrencilerce slogan olarak söylenmeye başlanmıştı. Onlar söyleyince, öteki de Nazım Hikmet’in şiirlerini koro halinde okumaya başlayınca, berikiler ne yapacaklarını şaşırırlardı.
yüksek öğrenim, orta öğrenim öğretmen adaylarını karşısına alarak, kurtlandıklarından, ameliyattan söz etmeleri, özellikle de (sanki önce değillermiş gibi) yurtsever, vatansever olarak yetiştireceğiz demeleri bizi incitmişti doğal olarak. İşte o son 17 Nisan töreninden geriye bu kuşkular kalmıştı.
Yurdumuzda ilköğretimin yüzde yüz gerçekleşmesi için görev alacak yetkili köşe taşları olacağımızı bilerek yüksek öğrenim görmüştük. Ama yeni yönetimin artık bizi böyle görmekten caydığını, sadece gezici başöğretmen olarak atanacağımızı anlamıştık. Yüksek öğrenim görenlerin çok az olduğu, bürokratların büyük kesiminin lise çıkışlı bile olmadıkları o yıllarda bunu yapmak, ülke yararına akılcı bir tutum değildi ama onlar bunu yapıyordu. Kendimizi gözden çıkarılmış kişiler gibi görüyorduk.
Günümüzdeki gençlerin meslek veren bir fakülte ya da yüksek okulu bitirmiş olmalarına karşın işsiz ve mesleksiz kalmalarına baktıkça bizimkisi çok daha hafif görülebilir. Ama durumumuz farklıydı. Biz, eğitim gördüğümüz yıllar içinde, kendi bireysel kazancımızın, güvencemizin ne olacağı hesabını yapmayarak, durmadan ülke sorunları üstüne, köylerimizin canlanması üstüne hayal kuran; alacağımız görev için, kalkınmaya katkı için donatılmış büyük bir ekip olan dava insanlariydık… Devlet tutumu bizi böyle yönlendirmişti. Ama aynı devletin bu amaçtan caydığını sezmek coşkumuzu kaygıya dönüştürmüştü.
Yücel savunmasını uzun uzun yaparak, sonunda adalet istiyor, “Haksız yere akıttığım gözyaşlarımın hakkını istiyorum” diyordu.
İhsan Ataöv’e gösterdim Yücel’in savunmasını. Halk Partisi’nin kendisini ciddiye almamasina çok içerliyordu zaten. Köy enstitülerinden caymalarını, bize yaptıklarını onaylamıyordu. “Tabii kızım, adamlar insan kıymeti bilmiyorlar ki. Koca Hasan Âli’yi kendi partisi silkeleyip atarsa elin adamı da böyle yapar” dedi.
Konser bitince bir hareketlilik oldu. Kimse yerinden kalkmıyordu. Birisi bakanın kulağına bir şeyler fısıldadı, o da İnönü’ye iletti. O sırada beş yaşlarında olan lüle saçlı tombik bir kızı piyanonun önüne getirip oturttular. Ama küçük kızın elleri tuşlara ulaşamadı sanıyorum, hemen bir minder bulup oturduğu tabureyi yükselttiler. Çocuk, başladı zor bir parçayı piyanoda ciddi ciddi çalmaya. Herkes can kulağıyla ve hayretle dinliyordu küçük kızı. Sonra da salonu inletircesine alkışladılar. O küçük kız, dönemin harika çocuğu ünlü sanatçımız İdil Biret’ti…
günlerden birinde konsere İnönü de gelecek dediler. Arkalarda yerimizi alarak heyecanla beklemeye başladık. Çoğumuz İnönü’yü daha küçük yaşlarda enstitülerde gördüğümüz gibi Hasanoğlan’a da geliyor, gençler olarak bizi daha yakından tanıyor, bizimle konuşuyor, hatırımızı soruyordu. Ama gelecek olan İnönü olunca, sanki herkes ilk kez görecekmiş gibi bekliyor, heyecanlanıyordu. O yıllarda devlet büyüklerine böyle içten bir sevgi ve saygı gösterilirdi. Kaldı ki o İnönü’ydü…
Bir okulun, eğitim kurumunun hatta üniversitenin büyük bir açıkhava tiyatrosu olabileceğini okurların anlaması kolay değil. Ne dün ne de bugün bir örneği yok çünkü. Ama bizim eğitim gördüğümüz Hasanoğlan’da büyük bir açıkhava tiyatromuz vardı. Hem de öğrenci emeğiyle yapılmıştı, ülkede cumhuriyet döneminde yapılmış ilk açıkhava tiyatrosuydu.

Köy enstitülerinin hepsinde iyi bir tiyatro çabası vardı. Özellikle hafta eğlencelerinde öğrencilerin amatörce yaptığı tiyatro çalışmaları küçümsenecek gibi değildi. Oyun yazanlar da olurdu. Ayrıca, kitaplıklarda özellikle de klasikler arasında birçok oyunun metinleri vardı. Onlar bizim elimizin altında, okuduğumuz kitaplar arasındaydı.

“ne memleket be, adamı öldürt, ama şiirlerini dirhem dirhem şarkı yap, sağcısını solcusunu uzlaştırsın. nelere kadirmiş meğer adam”
yıllar önce çalıştığım bir okulu denetleyen grubun başmüfettişi Süleyman Altunbulak, benim Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı olduğumu öğrenince, “Siz o süperlerdensiniz demek ki!” demişti saygıyla…

İnsan kendini “süper” olarak görmez ama başkası görebilir. Bir övme, beğenme anlatımıdır böylesi. İşte bizim sınıf ilk günlerde o müfettişin yıllar sonra bir sözcükle anlattığı gibi gelmişti bana gerçekten. Bununla hiçbirimiz övünmemişsek alçakgönüllü ve tokgözlü olmamızdandır.

ülkenin cahillikten kurtulmasına, bayındırlaşmasına katkı sağlayacak bir eğitim seferberliğinin kadın uzmanları olacaktık. Bu olanağın çoğaldığını, sayıların arttığını düşününce ülkenin çehresinin nasıl değişeceğini görür gibi olurduk. Biz bunu gelip giden okumuş aydın konuklardan çok duyardık.
köprünün yakınındaki dallarına bezler bağlanmış eski dilek ağacına, itibarını yitirmiş zavallı bir ünlü gibi bakardım. nerden bilebilirdim ki gün olup seksenime geldiğimde, bilim sınavına girecek üniversitelilerin bile dilek ağaçlarına türbelere koşup, “beni arkadaşımın önüne geçir” diye dua edip bez bağladığını göreceğimi.
Bugünün öğrencileri gibi hem okul yaşamında kaytarıp, hem de yükseklere göz diken tiplerden değildik. Sınava hazırlanmak diye ayrı bir etkinlik yoktu. Çünkü zaten öğretmenliğe hazırlanıyorduk. Bu hazırlık bize birikim sağlıyordu. Yüksek öğrenim düşünenler, amaçlayanlar, kurum içindeki tüm çalışmalarında daha çok başarılı olmalılardı. Bu nedenle, günümüz öğrencilerinin türbeleri doldurarak, dua ederek, din ulularından kendilerine sınav başarısı dilemelerini bizim kuşağın anlaması hiçbir zaman olası değildir.
köylülerin, Atatürk’e Kemal, İnönü’ye İsmet demeleri, onların büyüklüğünü, tekliğini anlamlandıran ve köylü sağduyusundan dökülen bir yüceltmeydi.
İkinci Dünya Savaşına girmemiştik çeşitli yönlerden ülkemizde de kaygı uyandırmaktaydı. İster istemez biz de savaş hazırlığına girmiştik. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkemiz vardı ama “cihan” ikide bir savaşa kalkıyor bizi de savaşa çekmek istiyordu. İstemesek de bir saldırıya karşı hazırlıklı olmamız gerekirdi. Bu nedenle yurt çapında çeşitli önlemler alınmıştı. Karneli ekmek bunlardan biriydi.

Çiftçilik yapanların önemli bir bölümü savaş hazırlığı nedeniyle askere alındığı için ülkede eskisi kadar ürün alınamamıştı o yıl. Üstelik yetişen ürünün bir bölümü, daha harman yerinden, savaş stoku için üreticinin elinden alınıyordu. Olumsuz bir rastlantı da o yıl kuraklık nedeniyle verimin düşmesiydi. Döneme kitlik yılları deniyordu. Tüm bu nedenlerle kentlerde, fırın ekmeğiyle beslenen yerlerde ekmek karneyle veriliyordu. Fırın ekmeği olmayan yerlerde un ya da tahıl bulmak sorundu.

Atatürk, köylüyü böyle bir eğitimden geçirmenin düşünü daha genç bir Osmanlı ataşesi olarak Sofya’da bulunduğu yıllarda kurmaya başlıyor. Orada gittiği bir seçkinler kulübünde yapılan kıyafet balosundan çıkartılmak istenen bir köylü polise direnip, “Savaşta yurdu korumak için silahı kuşanan, barışta halkı beslemek için sabana koşulan biziz. Burada eğlenmek benim de hakkım” deyince polis onu dışarı çıkarmaktan vazgeçiyor. Bulgar köylüsünün bu bilinçli davranışına hayran kalan Mustafa Kemal, günün birinde yetkili duruma geldiğinde Türk köylüsünü de böyle bir eğitimden geçirmek gerektiğini düşünür.

Uzun savaş yıllarında cepheden cepheye koşarken, çoğu köylü olan askerlerin vatan için nasıl canlarını verdiklerini, yaralanıp sakatlandıklarını gördükçe, onlara iyi bir eğitim verildiğinde barışta da ülke için neler yapabileceklerini yüreğinde saklar.

başka çare yoktur arkadaşlar, köyün dirilmesi lazımdır. Nüfusumuzun yüzde seksen beşini kurtarıp diriltme bu meclisin vazifesidir. Önümüzdeki kanun bu kalkınmaya, diriltmeye doğru atılan en büyük adımdır. Onun için arkadaşlar korkmayalım…
Okuyup okutmak işimiz bizim
Haram lokma kesmez dişimiz bizim
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim
Biz yeni hayatın erenleriyiz.

H. Ali Yücel

Atatürk ülkeyi gençliğe emanet ederken onların çıkarsız, yalansız, dolansız içtenliğine güveniyor, bir an önce iyi bir eğitimden geçmelerini istiyordu.
Köy enstitüleri onun özlemindeki eğitimdi.
Köy enstitüleri, bilim ve sanat üreten bir uygarlık evi idi. Onu yıkanların torunları bir gün eğitimin bu tür kurumlarda gerçekleştirileceğine inanacaktır.
Hasan Ali Yücel;
Haksız yere akıttığım gözyaşlarımın hakkını istiyorum."
Bir keresinde trende yer bulamayıp milletvekili kompartımanına geçmiş. Trenci ona, Burası milletvekili yeri beyim!" diyerek dışarı çıkarmak istediğinde adama, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun efendi, ben milletin kendisiyim, ben ayaktayken vekilim buraya oturamaz, çekil karşımdan" diye çıkışmış. Trenci , "Bilmiyordum beyim" diyerek geri çekilmiş.
Yüksek Köy Enstitüsü’nde, ders yılı sonunda yapılması zorunlu olan, yirmi günlük bu yurt inceleme gezilerinin, yıl içinde okunan derslerde öğrenilen bilgileri pekiştirmek; sözü geçen kurum, kuruluş ve sanat eserlerini, fabrikaları, yolları, coğrafyayı incelemek; yurdun başka yerlerini yakından görüp tanımak, ilerlemeye dönük olanları ve eksikleri anlamak gibi amaçları vardı. Bu geziler ve dolaştığımız yerlerde gördüklerimiz, anladıklarımız, bizdeki yurt sevgisini ve ülkemiz için olan sorumluluğumuzu da beslerdi kuşkusuz.
Birileri yapsın hazıra konalım diye beklemek yerine, öğretmen öğrenci dayanışması ve emeği ile uygar eğitim ortamını kendimiz yaratıyorduk.
Siz hiç, geometri dersinden çıkınca bahçede bir köşeye çömelip, içerdeki teoremi toprak üstünde çöplerle çizip ispatlamaya çalışan ve sınıfa girince de daha öğretmen gelmeden tahta başına geçip, toplu halde problem çözen bir sınıf dolusu öğrenci gördünüz mü?
Sürer eker biçeriz, güvenip ötesine
Milletin her kazancı milletin kesesine
Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine
O üretici eğitim ortamı bize edilgenliği, tembelliği, suça yönelmeyi, çıkarcılığı, haksızlığı, kıskançlığı defterden sildirip, üretmeyi, çalışkanlığı, paylaşmayı eşitlikçi olmayı aşılamıştır. Bu alışkanlıkları kazanmak ruh sağlığımızı, bilincimizi besliyordu
Bizleri çok yönlü etkileyen ve geliştiren başka bir yenilik de klasik okullardaki gibi sadece sınıfta öğrenme yerine, doğanın kucağında, yaşamın işleri içinde öğrenim görmek, çeşitli alanlarda çalışırken öğrenirken uygarlığın gerçek araçlarını elimizin altında bulmak ve oyuncak ders araçları yerine onları ders aracı olarak kullanmamızdı
Öğretim yaparken ortaya çıkan ürünler kurumların giderlerini büyük ölçüde karşılayarak, hatta sıfırlayarak, eğitimi sadece varlıklı ve ayrıcalıklı kesimlere özgü bir lüks olmaktan çıkartıp, devlet eliyle, köyde kentte herkesin ayağına götürülen bir hak, zorunlu bir temel gereksinme hizmeti durumuna getiriyordu
Sürer eker biçeriz, güvenip ötesine
Milletin her kazancı milletin kesesine
Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir