İçeriğe geç

Sanat Felsefesi ve Estetik Yazıları Kitap Alıntıları – Oğuz Haşlakoğlu

Oğuz Haşlakoğlu kitaplarından Sanat Felsefesi ve Estetik Yazıları kitap alıntıları sizlerle…

Sanat Felsefesi ve Estetik Yazıları Kitap Alıntıları

&“&”

“Burada duyusal olanın algılama, kavramsal olanınsa düşünmeyle ilgili olduğu görülürse durum daha iyi anlaşılır. Göz bir resmi algılar ancak “resim” kavramını bilmez, buna karşın düşünce “resim” kavramını bilir ama resmi algılayamaz. Örneğimizde ise, barış düşünceyle kavranır, güvercin ise duyularımızla algılanır. O halde kavramsal olanla duyusal olanı bir araya getiren sembol, nasıl ve hangi yetinin marifetiyle mümkündür? Sorunun yanıtı bizi doğrudan hayâl gücü yetisine veya kuvvetine götürüyor. Hayal gücü, hafızadaki hazır biçimlerden türettiği bileşik biçimlerin ötesinde, ne aklın ne de duyuların tek başına yapamayacağı son derece önemli temel bir işlevi üstlenir: kavramsal olanı duyusal olana bağlayarak kavramsal olanın duyusal olanda temsil edilmesini sağlar. Başka bir deyişle, düşünce hayal gücü sayesinde gözle görünür hale gelir. Böylece, kendi içinde tamamen kavramsal olan “barış”, sembolize edildiği “beyaz güvercin”le, şaşırtıcı bir biçimde, ‘duyusal bir gerçeklik’ kazanır. Burada sembolün basit bir türetmenin ötesinde tam bir icat olduğunu anlamak önemlidir.” Oğuz Haşlakoğlu/Sanat Felsefesi ve Estetik Yazıları s 146,147
“Sembol” Yunanca bir sözcük olan “sumbolon”dan geliyor (…) Platon Symposion’da Aristophanes’e atfen aktardığı söylencede, sözcüğü, önceden tek bir insan cinsi iken sonradan ayrıştırılan erkek ve kadın türleri için biri diğerinin sumbolon’u olduğu şeklinde kullanıp; “her erkek ya da kadın bu yüzden sumbolon’u olduğu karşı türü arar” diye ifade ederken tam da bu duruma işaret ediyor görünür. Buna karşın Aristoteles Peri Hermeneias’da, sözdekiler ruh hâllerindekilerin, harfler de sözdekilerin sumbolon’udur der. Burada ilginç olan, Aristoteles’in sumbolon’un bir ‘sınır’ oluşunu, yine aynı yapıtta yer alan, sözler ancak isimler sayesinde “sumbolon” hâline gelirler ifadesindeki genetai kelimesinin de gösterdiği üzere, aslında bir meydana gelme ya da görünür olma anlamında kullanıyor olmasıdır. Başka bir deyişle, Aristoteles bir meydana getirme fiiline dayandırmakla, örtük bir biçimde, sunbolon’un bir şeyin başka bir şeye dönüştüğü ‘sınır’ oluşunu içeriyor görünmektedir. s. 150-151
“… bir nesne al ve ona herhangi bir anlam yükle. Dilde ismi kavram yükleyerek seyrederiz; örneğin masanın anlamı onun işlevini aydınlatan kavram sayesinde mümkündür. Başka bir deyişle, ben örneğin bir sandalyenin anlamını, onun işlevinin deneyiminden (oturma) türetilen kavramla idrak ederim. Aksi takdirde ne ismin ne de nesnenin kendisi tek başına hiçbir anlam ifade etmez; çünkü ancak bu ikisi birbirine nasıl bağlandığı aydınlatıldığında ben bunun tecrübesi yoluyla o ismin nesnedeki işlev bağlamını bizatihi anlam olarak kavrarım.” s. 201
Batı müziği senfonik anlamda orkestra kökenli olduğu için her zaman ona tempo bağlamında bestenin sahip olduğu ethos’u (kimliğini) ve pathos’u (taşıdığı ruh hâli) harmonia içinde birlikte verecek bir şefe muhtaçtır.. başka bir deyişle, Batı klasik müziğinde orkestra, bizatihi şefin meta-enstrümanıdır; dolayısıyla da şef gerçek bir Marstro ise orkestrayı yönetmez; onu bir ‘üst’ müzik aletine dönüştürerek bizatihi çalar (benim aklıma bu bağlamda Herbert Von Karajan ve Zubin Mehta gelir, örneğin) buna mukabil Türk müziğinde şef yoktur; çünkü çok sesli senfonik müzikte olduğu gibi beste majör ya da minör kalıplardan biri esas alınarak polifonik armoni akorlarından gelişi güzel derlenmez; makamın gerektirdiği ‘seyir’ ve ‘usûl’ esasında başlı başına bir ‘ahenk’ olarak ‘doğar’.. aynı şekilde Türk müziğinde orkestra doğal olarak mevcut değildir; çünkü zaten şef her şeyden önce mûsîkînin içinde kudüm (veya bendir) olarak ‘usûl’ esasında bizatihi mevcuttur ve bestenin makamı da eserin halet-i ruhîyesini ‘seyir ve ‘usul’ itibariyle birlikte haizdir.. bu nedenle bizde örneğin Nevzat Atlığ bir şef olarak korosuna eşlik eden saz heyetinden ‘kudüm’ ve ‘bendir’i kaldırmak sûretiyle esasen anlamsız jestlerle kelimenin ironik anlamıyla ‘idare’ edişinde aslında tümüyle bir ‘şef’ olarak kendi varlığını gerekçelendirmek istemiştir ve sonuç; bizdeki pek çok şey gibi ne Batı ne de Doğu olmayan, ‘oxymoron’, şahıs keyfiyetine tâbi olduğu için de kendi içinde hiç bir gelenek oluşturması mümkün ve sürdürülebilir olmayan bir “Devlet Klasik Türk Müziği Korosu”dur.. keşke derim bazen, Japonlar kadar hassas çıksaydık da bu iki müzik evrenini birbirine hiç karıştırmasaydık; çünkü Türk Beşleri gibi de çok değerli, halk ezgilerinden esinini alan modern bir Batı müziği geleneğine de sahiptik. s. 255
“… düşünce düşleme değildir; çünkü düşünce yapısal ilkeyi görüntü olmaksızın kavrar ve esasını mantık ve matematik oluşturur; buna karşın düşleme hayâl gücü üzerinden bir görüntüyü diğerine benzettiği analojik esaslı bir ilişki kurar. s. 246
“Sanat hayatın bir parçası değildir, aksine hayat sanatın bir parçasıdır; çünkü insan için hayat içinde kendisini inşa ettiği bir sahnedir.. bu nedenle de sanat ne bir meslek ne de fiyakalı ya da marjinal bir hayat tarzıdır; sanat insanın maruz kalabileceği doğal ya da toplumsal her türlü olumsal koşula rağmen zorunlu biçimde kendi kendisinin eseri olduğu hakikatinin ifşasıdır.. zaten bu nedenle insanlar sanatı bilerek yanlış anlarlar; ondan ‘temsil’ esasında ‘duygu’ ya da ‘düşünce’ olarak etkilenir, onun ‘sahne’ esasında zihinsel değişim ve ruhsal dönüşüm gerektiren ‘eylem’ özünü örnek almazlar.” s. 254
“ bilmem, müzik/musîki sözcüğünün geldiği Kadim Grekçe’deki mousike’nin Musa yani muse ya da ‘ilham meleğinden gelen’ anlamında mousikos olduğunu hatırlatmak gerekir mi?.. ancak daha da önemlisi şu; Kadim Grek mitolojisinde Musa yani ilham meleği dokuz adet ve her biri birer tekhne (bilim, sanat, zanaat olarak ayrılmaksızın her türden meydana getirme faaliyeti) ile malûm ve bunlar Zeus ile Mnemosyne’nin kızları.. mnemosyne hafıza demek ve mitolojide bir de nehirle özdeşleştirilir; doğmadan önce, unutuluş ırmağı lethe’den içen her şeyi ‘unutur’ ama doğduktan sonra eğer bir şekilde mnemosyne ırmağından içebilirse her şeyi ‘hatırlar’ ve ‘bilir’.. çoktan ‘unutulmuş’ bir sorudur; “müzik nereden gelir?”.. bu mitos bağlamında görüyoruz ki müziği besteci, icracı ya da hatta dinleyici olarak katılmak, aslında mnemosyne ırmağından sanat marifetiyle alınacak bir yudumla hafızanın bu karanlık ve sırlarla dolu aynasına kısaca bir göz atma imkanı bulmaktan ibarettir.. zaten müziğin bizi anılarımıza götüren özelliği de tam olarak buradan gelir; bizi öteye taşıması, götürmesi aslında en ‘beri’ye getirmesindendir; çünkü kaynağı en derindedir, öyle ki şairin de dediği gibi; “Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan.” s 254
“ tümüyle olumsal anlamda ‘bir coğrafya’da ‘bir dil’e doğarsın ama sanıldığı gibi sen dili değil, dil seni konuşur; çünkü ‘konuşulan dil’ aslında en kökensel ideolojik aygıttır ve her zaman öncelikle iktidar hiyerarşisini temin eden ilişki biçimlerini yönetir.. böylece sen çocukluk ve ergenlik yoluyla kişilik gelişimini tamamlayıp kendini oluşturduğunu zannederken aslında farkında olmadan ‘bir dil’e ideolojik ‘sub-ject’; özne suretinde ‘alta atılmış’ bir tâbi olursun.” s. 252
“Çizgi, kendisi şu ya da bu biçim olmaksızın bütün biçimleri meydana getirme imkanı olarak başlı başına bir anlam bağlamıdır; çünkü ilk işarettir. Bu haliyle çizgi, biçimin yaratılmasında oynadığı rol nedeniyle de ‘biçim verme’nin arkhe’sidir. Burada arkhe sözcüğünün ‘kaynak’ anlamına dikkati çekelim; çünkü bütün biçimler çizgiden türemesine rağmen çizgi onların hiç birinden türemediği gibi onların herhangi birine de benzemez. Örneğin, bir ‘daire’ biçimi çizdiğimde, çizgi daire biçiminde Kant’ın bu terimlere verdiği karşıt anlamların aksine hem içkin hem de aşkındır: içkindir; çünkü çizgi artık bir biçim (daire vs.) olarak algılanır ve bizatihi görülmez; aşkındır; çünkü çizgi olma özelliğini biçim haline gelerek asla yitirmez; kendisini olduğu gibi değişmeksizin ve indirgenmeksizin korur.”
“… bir nesne al ve ona herhangi bir anlam yükle. Dilde ismi kavram yükleyerek seyrederiz; örneğin masanın anlamı onun işlevini aydınlatan kavram sayesinde mümkündür. Başka bir deyişle, ben örneğin bir sandalyenin anlamını, onun işlevinin deneyiminden (oturma) türetilen kavramla idrak ederim. Aksi takdirde ne ismin ne de nesnenin kendisi tek başına hiçbir anlam ifade etmez; çünkü ancak bu ikisi birbirine nasıl bağlandığı aydınlatıldığında ben bunun tecrübesi yoluyla o ismin nesnedeki işlev bağlamını bizatihi anlam olarak kavrarım.” s. 201

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir