İçeriğe geç

Çağımızın Özgürlük Sorunu Kitap Alıntıları – Erich Fromm

Erich Fromm kitaplarından Çağımızın Özgürlük Sorunu kitap alıntıları sizlerle…

Çağımızın Özgürlük Sorunu Kitap Alıntıları

&“&”

…insanoğlunun son dört bin yıllık tarihi gerçek bir “korku ve hayranlık” veriyor insana! İnsan, Doğa’nın sırlarını çözecek bir aşamaya gelmiş ve doğal kuvvetlerin gözü-bağlı egemenliğinden kendisini kurtarmış­tır. Fakat en büyük zaferlerin arifesinde ve yeni bir dünya­nın eşiğindeki bu insan, kendi eseri olan eşyanın ve kendi kurduğu örgütlerin kölesi durumuna düşmüştür. O, yeni bir üretim metodu bulmuş fakat, bu arada üretim ve dağı­tım teknolojisini putlaştırmıştır. O artık, kendi e lemeğinin ürünlerine kulluk ediyor, onlara tapıyor…
…insanın gelişmesi, kesintisiz bir doğuş ve uyanış sürecidir. Çoğu zaman yarı-uykuda ve ancak işi­mizi görürken yarı-uyanığız…insanlığın büyük liderleri onu uyurgezerlikten kurtarmış olanlardır, insanlığın büyük düşmanları ise, onu uyutanlardır.
Kişinin, sözlerinde değil de, davranışlarında somutlaşan fikirler insanları etkiliyebilir; sözde kalan fikirler ise, ancak sözleri değiştirebilir.
Kişi, yaşamayı kendi gücü ve iradesiyle seçemiyorsa, başkalarının ona üfleyeceği sihirli bir hayat ne­fesiyle yaşamını sürdüremez.
Hayat sürekli bir değişme ve yeniden doğuştur. Ölüm ise, geliş­menin durması, kendini tekrarlama ve yozlaşmadır.
İnsanoğlu, put­larının adını değiştirebiliyor fakat onlara tapmaktan bir türlü kendini alamıyor.
Herhangi bir insanoğlunu kendime “yabancı” saydığım sürece, kendi kendime de yabancı kalırım. Oysa kendi hayatımı yaşa­maya başlayınca, büyük ya da çocuk, günâhkar ya da aziz, ümidli ya da ümidsiz, sevinçli ya da kederli biri olarak baş­kalarına benzediğimi görünce, insani öz ve cevherin aynı olduğunu, düşünce, kavram ve törelerdeki farkların yü­zeyde kaldığını keşfedebilirim. İşte o zaman, herkesi an­lamaya çalışır; aslında, kendimi ve kendimi tanıyarak da herkesi tanımış olurum.
Goethe (1790’da) şöyle yazmıştı: “Herkesin kendisine yeni vatanlar inşa ettiği bir dönemde, çağının üstüne yükselebilen ve önyargısız düşünebilenlerin vatanı, her yerde ve hiçbir yerde.”
Devlet, beşerî güçlerin sadece bir bileşkesi ve düşün­celerimizin bir ürünü olduğu hâlde; insan, bu kaynağın asıl gücü ve her türlü düşüncenin yaratıcısıdır.”
Eğer insanlık bir gün intihar ederse, bunun nedeni, bir takım insanların kendilerine emir verenlere itaat ede­rek bir dizi öldürücü düğmeye basmaları olacaktır.
İnsanlar, kişisel ve sosyal yaşantılarındaki en aşikâr gerçek­leri neden görmüyorlar da, sorup soruşturmadan klişe fi­kirlere saplanıp kalıyorlar? Zekâ, geniş ölçüde, bağımsız­lığın, cesaretin ve canlılığın bir fonksiyonudur. Buna kar­şılık aptallık, teslimiyetin, korkunun ve ölgünlüğün sonucu­dur.
“Eğer insanoğlu kendini doymak bilmez bir açgözlülükten ve kara cehaletten kurtarabilirse, ıstıraptan da kurtarmış olacaktır.
Kendimle dolu isem başkasını nasıl görebilirim?
Kendisiyle dolu olmak, kendi imgesiyle kendi egoizmi ve kaygılarıyla dolu olmaktır. Fakat bu, kişinin “kendisi” ola­bildiği anlamına gelmez. Çünkü gerçekte, başkasını göre­bilmek için ben kendim olmalıyım. Kendi korkumu, üzün­tümü, yalnızlığımı, ümidimi ve sevgimi yaşamazsam, baş­kasının korkusunu, üzüntüsünü, yalnızlığını, ümidini ve sevgisini nasıl anlıyabilirim? Kendi insancıl yaşantılarım­dan yararlanarak insanoğlu ile ilişki kuramazsam, onun hakkında bir çok şeyler bilebilirim, fakat onu tanıyamam.
Sokrates’ten Freud’a kadar gelmiş geçmiş bütün filozoflardan seçilmiş “klişeleri” tekrarlayan psikologlar, gerçekte, bireylerin en­düstriyel topluma tam bir uyum sağlamış “örgüt adamları” olmasına çalışan misyonerlerdir.
Tarihin akışı içinde fikirlerin ideolojilere dönüşmesi istisnadan çok bir kuraldır. Hakikatin yerini sözler alır;
kuvvet ve etkinlik kazanan ve böylece insanları yönetmeyi başaran bürokrasiler sözlerden yararlanır. Böyle bir dönüşü­mün sonucu olarak yaratılan ideoloji, orjinal fikirdeki söz­cükleri kullanmakla birlikte, gerçekte, bütünüyle ters bir anlam kazanır.
Hipnoz (tel­kinle uyutma) deneylerinde, hipnozu yapan kişinin sesi ve sözü uyuyan kişi için nasıl gerçeğin yerini alıyorsa; in­sanların büyük bir çoğunluğu için, sosyal örüntü (kalıp, pattern), gerçeğin tâ kendisidir. İnsanın, doğru, gerçek ve sağlıklı bulduğu şeyler toplumun veya çoğunluğun kabul ettiği klişeler, kalıplardır. Bu kalıplara uymayan fikir ve değerler, bilinç düzeyine sokulmaz, bilinçdışında tutulur.
Başkaları…mantık hatâlarına ve çelişmelere düştüklerinde onların yanılgısını pekâlâ görüyoruz da; akıllı ve eleştirici yargılamayı kendimize uygulayamıyoruz.
İnsanlık tarihi boyunca, ilkel bazı toplumlar istisna edilirse, ziyafet sofrası çok küçük bir azınlık için hazırlan­mış, geri kalanlar ancak sofranın artıklarıyla yetinmişler­dir.
Her toplum, kendi günlük ha­yat şartları içinde, duygular ve algılar arasında kurduğu ilişkiler yardımıyle, anladığı, anlayabileceği kategoriler sis­temini belirlemektedir. Bu sistem sanki toplumun ayarladığı bir “süzgeç” gibi çalıştığından, süzgeçten geçmeyen yaşan­tılar bilinç alanına giremez.
Jung…bireysel bilinçdışı’nın altında, daha derine inen bir toplumsal bilinçdışı katmanının yattığını, bu katmanın birey­sel değil de evrensel olduğunu; bireysel ruha karşın bu katmandaki muhtevanın aşağı yukarı her yerde ve bütün bireyler için aynı oldu­ğunu” ileri sürmüştür. Başka bir deyimle, hepimizde mevcut olan bi­reyler üstü bir ruh cehveridir bu.”
…çoğu zaman iddia edilenin aksine, Marx bir “determinist” değildi. Onun yeri ve bakış açısı, daha çok, Spinoza’nınkine yakındır: insanoğlu, kendi bilinç dünyasının dışındaki kuvvetler, ihtirasları ve çıkar­ları tarafından yöneltilmekte ve belirlenmektedir. Böyle olduğu sürece de, insan gerçekten özgür değildir. Fakat, gerçeği görerek, hayallerimizi bir yana bırakarak; uyur-gezer, bağımlı, esir ve dıştan belirlenmiş pasif kişiliklerimizi, uyanık, bağımsız, etkin, kendini belirleyen bir kişiliğe dö­nüştürerek, esirlikten kurtulabiliriz.
Ticarî, siyasî ve askerî seçkinler, kimilik tipleri yönünden olduğu kadar, tutum ve düşünce­leri açısından da birbirlerine benzerler ve aynı iplikle aynı halıyı dokurlar.
Alman İdeolojisinde Marx şöyle yazmıştır: “Bilinç, ha­yatı değil; hayat, bilinci belirler.”… “İnsanın varlığını tâyin eden şey onun bilinci değil, aksine bilinci tâyin eden şey sosyal sistem yâni toplumdur.” İnsanoğlu, düşüncesinin kendi sosyal varlı­ğına biçim verdiğine inandığı hâlde, gerçek bunun tamamen tersidir; sosyal realite insanın düşüncelerine biçim vermek­tedir. “Fikirlerin, kavramların ve bilincin ortaya çıkışı in­sanların maddî hayatı ve nesnel alışverişleriyle ve gerçek hayatın dili ile doğrudan doğruya ilgilidir ve iç içe girmiş süreçlerdir. Kavram ve düşünceler gibi insanların fikir alış­verişleri de, içinde bulunduğumuz evrim sahnesinde, nes­nel alışverişlerin doğrudan doğruya bir dışa vurmasıdır. Ay­nı ilke, bir toplumun, politika, hukuk, ahlâk, din ve metafizik dilinde ifadesini bulan zihnî üretim süreçleri için de geçer­ledir.
Freud’un düşüncesine göre, insanın öz­nelliği, gerçekte, nesnel faktör ve şartlar tarafından belir­lenmektedir. insanın bilinci açısından nesnel görülen bu fak­törler, onun haberi olmadan insanın düşünce ve duygula­rını ve dolaylı yoldan hareket ve eylemlerini belirlemekte­dir. Düşünce ve seçme özgürlüğüne sahip olduğunu sandığı için bu derece onurlu görünen insan, gerçekte, bilinçli ola­rak göremediği ve anlayamadığı kuvvetlerin yönettiği bir kukladan başka bir şey değildir. însan, kendi özgür irade­sine göre hareket ettiği hayalini gerçekmiş gibi görebilmek veya gösterebilmek için, her yaptığına akılcı bir gerekçe bulur. Mantığa bürüme çabası, yaptığı her şeyin zorunlu, akılcı ve ahlâklı bir hareket olduğu inancını verir insana.
Ne var ki Freud, insanın, hareket ve eylemlerini belirleyen kuvvetler karşısında hepten çaresiz olduğu gözlemini yap­makla yetinmemiştir. İnsanın, etkisi altında bulunduğu bi­linçdışı kuvvetleri farkedebileceğini ve bunu başarmakla, özgürlük alanını genişletebileceğini ve bilinçdışı kuvvetlerin yönettiği çaresiz bir kukla olmaktan kurtulup kendi kade­rini çizen, kendini bilen, özgür bir insan olabileceği ümidini de ortaya atmıştır. Freud, bu ümidini “nerede İd varsa, orada Ego olacaktır” şeklinde ifade etmiştir…Bilinçdışı kavramını ilkkez kullanan Spinoza olmuştur. O, insanların “kendi arzularını bildiklerini fakat bu arzuları belirleyen nedenlerden habersiz olduklarını” görmüştür. Başka bir deyişle, insan, gerçekte özgür olma­dığı halde, bilinçdışı faktörlerin etkisi altında, sanki özgür olduğu hayali içinde yaşayan bir varlıktır. Spinoza’ya göre insan esaretinin asıl nedeni bilinçdışı güdülerdir. Ve özgür­lük ancak iç ve dış gerçeklerin bilincine varmakla elde edi­lebilir.
…sadece istemedikleri için gözleri önünde olan­ları görmediler (H.S. Sullivan, bu olguya son derece uy­gun düşen “seçici dikkatsizlik deyimini kullanmıştır.)
İd, bilinç düzeyine çıkmasına izin verilmeyen içgüdüsel arzuların toplamını temsil eder ki, onun muhtevası, aynı zamanda, bilinçdışıdır. Kişinin kendi güvenliği ve bekâsı açısından, gerçekçi yorumlar yapan ve gerçeği gören, örgütlenmiş kişiliği olarak Ego ise, bilinç katına tekabül eder. Öte yandan… toplumun emir ve yasaklarının kişi tarafından be­nimsenmesiyle oluşan üstbeni(süperego), hem bilinçli hem de bilinçdışı olabilir. Kimlik sisteminin bu bölümünü, salt bilinçiçi ya da bilinçdışı olarak nitelemek mümkün değildir.
“karakter insanın kaderidir”.
“İnsan, dünyayı tanıyabildiği oranda, kendisini bilir. O ancak kendi içindeki dünyayı bil­diği gibi, dünya içine karıştığı oranda kendisini bulur…
“İnsan, kendi kendisinin efendisi olup, ken­di varlığını yalnız ve yalnız kendisine borçlu olmadıkça, kendisini bağımsız olarak göremez. Başkasının lûtfu altında yaşıyan birisi ise kendisini bağımlı görür…
Marx, Feuerbach ve Kierkegaard gibi, sadece, çağ­daş insanlık hastalığının ne olduğunu görmekle yetinmemiş fakat, çağdaş putperestliğin kökeninin modern üretim tar­zında yattığını; sosyal ve ekonomik düzenin tam bir reviz­yonu ve insanın ruhsal özgürlüğünün gerçekleşmesiyle has­talığın ortadan kaldırılabileceğini de göstermiştir.
Endüstri toplumunun çağdaş insanı, putların biçimini değiştirmiş ve onlara, kendi hayatında daha geniş bir yer vermeye başlamıştır. O, kendi hayatını yöneten kör eko­nomik kuvvetlerin bir nesnesi olmuştur. O, kendi ellerinin ürünlerine tapar ve, böylece, kendisini bir “şeye dönüştü­rür.
…bağımlı­lık, tanrılaştırma (fanatikler de dahil olmak üzere) ve dep­resyonların her türlüsü, yabancılaşmanın doğrudan bir belirtisi veya bir çeşit telâfi çabası olduğu gibi; bireyin kendi kişiliğini yaşayamaması olgusu —ki psikopatolojik vakaların çoğunda görülen ortak bir bulgudur— yabancılaşmanın so­nucudur. Yabancılaşmış kişi, kendi duygu ve düşüncelerini kendi dışındaki bir nesneye aktardığı için, artık kendisi de­ğildir; onda bir “ben ya da “kimlik duygusu kalmamış­tır.
…tarih, insanı kendi amaçları için bir araç gibi kullanmaz;
tarih, kendi hedeflerine varmaya çalışan insanın eylemleri­nin hikâyesinden başka bir şey değildir.
…kara sevda”ya tutulmuş olan erkek, aslında, hastalığının yabancılaşma olduğunu dile getirmeye çalışmaktadır. O, kendi benliğinin sihirli çemberinden kur­tulup, başka bir kimseye yaklaşarak onunla birleşecek ka­dar sevmek yeteneğini hiçbir zaman kendinde bulamamıştı.
Öyleyse ne yaptı? Bir sevgi ve dostluk ilişkisi için duyduğu özlemin hepsini bir kadına aktardı, onunla birlikte olduğu zamanlar sevgiyi yaşadığını sandı; oysa gerçekte, sevgiyi de­ğil, sevginin hayalini yaşıyordu. Öyle ki, bu tipler, tutku nes­nelerini, sevgi, özlem, mutluluk ve hayat-doluluk gibi duy­gusal değerlerle donatıp yükledikçe, kendi yönlerinden yok­sullaşırlar ve sevgililerinden ayrılınca da kendilerini boş­lukta hissederler. Söz konusu erkek de, sevgi hayaline kapıl­mış, sevdiği kadını gerçekte kendisine bir aşk tanrıçası yap­mış ve onunla birlikte olduğu zamanlar sevgiyi yaşadığını sanmıştır. Sevdiği kadında duygusal bir ilgi uyandırdığı hal­de, aslında, kendi duygusal sağırlığını, kapalılığını bir türlü yenememiştir. Sevgilisinden ayrılması, onun sandığı gibi, sevdiği bir kişiyi kaybetme değil fakat, kendi sevebilme gücünü yitirmedir.
İlk kez Hegel tarafından ortaya atılan ve geliştirilen bu kavrama göre(yabancılaşma), dünya (doğa, eşya, öteki insanlar ve insanın kendisi), çağ­daş insana yabancı gelmeye başlamıştır, insanoğlu, artık kendisini, düşünen, hisseden ve seven bir varlık olarak gö­remiyor ve kendi eylemlerinin bir öznesi rolünde yaşamı­yor; fakat kendisini, yarattığı şeylerde ve yaratma gücünün dışavuruk görünümlerinin bir nesnesi olarak görüp algılı­yor ve ancak kendi yaratıcılığının ürünlerine teslim olduğu oranda kendisiyle ilişki kurabiliyor.
Marx’a göre…in­sanın kendisi de, her tarih döneminde, üretim biçiminin belirlediği sosyal yapı ve kurumların bir eseri olmuştur. An­cak bütün bunlar üretim ve tüketimin insandaki temel gü­dü olduğu anlamına gelmez. Tersine, Marx’ın kapitalist topluma yönelttiği asıl eleştiri, bu toplum sisteminin insan­daki “sahip olma” ve “kullanma” eğilimini, insanın en be­lirgin arzusu haline getirmiş olmasıdır. Marx, sahip olma ve tüketme arzusuna yenik düşen insanın, güdük kaldığına inanır. Onun ülküsü, öylesine örgütlenmiş bir sosyalist toplumdur ki, orada, kâr ve özel mülkiyet yerine, insanın beşerî güçlerinin özgürce gerçekleşmesi ana hedef olacaktır.
Çoğa sahip olan değil de, çok şey olabilen insan, bütünüyle gelişmiş ve gerçekten beşerî olan insandır.
Marx’ın üzerinde durduğu “ekonomik faktö­rün , ekonomik çıkarların psikolojik veya bireysel (öznel) güdüleri tayin ettiği anlamında kullanıldığı sanılmış ve ileri sürülmüştür. Oysa Marx, bu deyimi hiç bir zaman bu an­lamda kullanmamıştır. Tarihî maddecilik bir psikoloji teo­risi değildir, insanın izlediği üretim tarzının onun yaşam tarzını belirlediği görüşü ve hayat tarzının (kültürün) da karşıt olarak onun düşüncesini, toplumun siyasal ve sosyal yapısını belirlediği görüşü, bu teorinin hareket noktası ve temel varsayımı (ispatsız kabul ettiği bir postüla) olmuştur.
Bu anlamdaki “ekonomi sözcüğü, psişik bir dürtüyü değil fakat üretim biçimini; sübjektif (psikolojik) bir faktör ye­rine nesnel, sosyoekonomik bir değişkeni dile getirmektedir.
Ayrıca, insanın, izlediği hayat yolu tarafından biçimlendirildiği (yaratıldığı) görüşünü ilk kez ortaya atmış olan Marx da değildir. Montesquieu, aynı fikri “sosyal kurumlar insana biçim verir, şeklinde, Robert Owen ise daha başka bir biçimde çok önceden söylemişlerdir.
…insanların tutumu alanında, “materyalist” söz­cüğü, maddî ihtiyaçların doyumunu ön plâna alan bir eğilimi; “idealist” sözcüğü ise, bir ülküden esinlenmiş, ma­nevî ve ahlakî güdülerle hareket eden kişiyi anlatır. Ne var ki, felsefe dilinde “materyalizm” ve “idealizm”, yukarıdakilerden tümüyle farklı anlamlarda kullanılmaktadır…Felsefe dilindeki “idealizm” ise, fikirlerin “temel bir hakikat”den geldiği, doğduğu ve duyu organ­larımızla algıladığımız maddî dünyanın hakikat olmadığı anlamına gelmektedir.
Freud’a göre insan, onun “libido” adını verdiği oldukça kararlı görünen bir cinsel enerjinin harekete ge­çirdiği ve çalıştırdığı bir makinedir. Libido, sıkıntı verici cid­dî gerilimlere sebep olur. Gerilim, ancak fiziksel bir boşa­lımla azaltılabilir ki, acı veren gerilimlerin boşalım yoluyla giderilmesine, Freud, “haz” adını vermiştir. Gerilimin dü­şürülmesinden sonra, libido’nun sebep olduğu gerilim, insan bedeninin biyokimyasal çalışmasıyla yeniden yüksel­meye başlar. Gerilimin artması, onun azaltılması için ge­rekli “haz veren” bir yaşantı ihtiyacını birlikte getirir. Ge­rilimden, gerilimin azaltılmasına ve oradan gerilimin tekrar yükselmesine; sıkıntıdan, haz verici bir doyuma, oradan yeni bir sıkıntıya dönüşen bu dinamik çembere, Freud, kı­saca, “haz ilkesi” adını vermiştir. “Haz ilkesi”, Freud’a göre, yaşadığımız dünyada bize, bekamız açısından neyin yapılması ve nelerden kaçınılması gerektiğini gösteren “ger­çek ilkesi”nin tam karşıtıdır. Haz ilkesiyle, gerçek ilkesi çoğu zaman çatışma halindedir. Öyle ki, ruh sağlığı yönünden, bu iki karşıt ilke arasında bir denge kurulması şarttır, öte yandan, bu iki ilkeden herhangi birinde bir dengesizlik olursa, nöroz ve psikoz adı verilen ruh hastalıkları çıkar ortaya.
Marx’a göre, insanın tabiatı, tıpkı uygarlığın başlangıcından bu yana insan beyninin yapı ve boyut bakımından aynı kalması gibi, değiştirilemeyecek bir “ham madde , bir “koşullar dizgesi” ve “belli bir potansiyeldir. Ne var ki insan tarih boyunca değişmiş ve değişmektedir. İnsan, kendisini tarih süreci içinde değiştiren, tarihî bir üründür. O, potansiyel olarak ne olacaksa, o olmaktadır. Tarih, gelişme yoluyla, insanın kendisini yaratması sürecidir…
Çağdaş psikolog ve sosyologlar, insanı, kültür tarafından üzerine birşeyler yazıp çizilen tertemiz bir kâğıt yaprağı gibi algılama eğiliminde çoğun­lukla birleşiyorlar.
Modern ve dinamik psikolojinin babası sayılan filozof Spinoza, insanın tabiatı kavramını, belli ve tanımlanabilir bir “insan tabiatının modeli” olarak kabul etmiştir. İnsan davranışının ve tepkilerinin yasaları bu ortak modelden çıkar. Sadece o ya da bu kültürün insanları değil fakat, İNSAN, tabiattaki herhangi bir varlık alanı gibi, incelene­bilir ve öğrenilebilir. Çünkü insan birdir ve hepimiz için, her yerde, aynı yasalar geçerlidir.
Marx, kendimiz ve başka insanlar hakkındaki düşünce ve kanaat­lerimizden çoğunun sadece bir hayal ve ideoloji olduğuna inanmıştı. Kişisel düşüncelerin, toplumların ürünü olan fikir sistemleriyle toplumun kendine özgü yapı ve işleyişi tarafın­dan belirlendiğini ve biçimlendiğini görmüştü…Marx, ideolojik ve ülkücü sloganların, sosyal ve ekonomik çıkarları gizlemek amacıyla kullanıldığından da daima şüphe etmiştir. Bu şüp­heciliğinde o kadar ileri gitmiştir ki, “özgürlük”, “gerçek” ve “adalet” gibi soyut kavramları hemen hiç denecek kadar seyrek kullanmıştır. Bu kavramlara inanmadığı ya da ül­kücü olmadığı için değil de, bu kavramların ne derece kö­tüye kullanıldığının farkında olduğu için.
The truth shall make you free (Gerçek seni özgürlüğe kavuşturacak).
Marx, Aydınlanma Çağı hümanizmasının ve Alman Ülkücülüğünün manevî mirasını, ekonomik ve sosyal olguların gerçeği ile birleştirme, ve böy­lece, Batı Hümanizması geleneğinin ruhu ile dolu yepyeni bir insan ve toplumbilimin temelini atma yeteneğini göster­miştir.
Sovyet Rusya’da uy­gulanan Leninci-Stalinci Komünizm’in devlet kapitaliz­minden başka bir şey olmadığı görüşünü savunan Fromm’a göre, kapitalizm, faşizm, Sovyetizm ve Maoizm temelde aynıdır; çünkü bu sistemlerin hepsi de insanı bir “şey” veya “araç” hâline getirmeye çalışmaktadırlar.
Nükleer bir savaş sonunda eğer bütün insanlık yok olursa; bu sonuç, insanın yeterince insancıl olamayışından, ya da doğuştan kötü oluşundan değil, çoğumuza hâkim olan genel bir sorumsuzluğun ve nemelâzımcılığın, gerçeği gör­memize ve gereğini yapmamıza engel oluşundan ileri gel­miş olacaktır.
İnanıyorum ki insanoğlu bir yandan kendisini köle­leştiren ve kötürümleştiren hayallerden kurtulmak, öte yandan, hayallere ihtiyaç göstermeyecek bir dünya yarat­mak için, kendi içindeki ve dışındaki gerçeklerin farkına, bilincine varmak zorundadır. Özgürlük ve bağımsızlık, ancak, hayal çemberleri kırıldığı veya aşıldığı zaman gerçek­leşmiş olacaktır.
insanlığın büyük liderleri onu uyur-gezerlikten kurtarmış olanlardır, insanlığın büyük düşmanları ise, onu uyutanlardır;
Kişi, yaşamayı seçemiyorsa, gelişmiyorsa, ya zararlı ve yıkıcı bir varlık ya da yaşıyan bir ölü olur.
Hayat,sürekli bir değişme ve yeniden doğuştur.
Arkamızda, gerçekleşme gününü bekleyen zengin bir geleneğimiz ve kültür hâzinemiz var. Ne yazık ki, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda, evrim yolunun ötele­ rine doğru sarsılmaz bir güvenle bakan insanlara karşılık, bugün biz, barbarlığa dönüşün ya da tüm yok olmanın korku ve endişeleri içinde yaşıyoruz. Barbarlıktan yana olan kuvvetlerin, barbarlığa karşı olanlardan çok daha güçlü gö­rünmesi karşısında,
İnsanoğlu, put­larının adını değiştirebiliyor fakat onlara tapmaktan bir türlü kendini alamıyor.
Budda, insanı insan olarak; insanları ise, kültür ve ırk farkı gözetmeden, aynı temel yapıya, aynı sorunlara ve benzer çözüm yollarına sa­hip varlıklar olarak düşünmüştür.
Nasıl başkaldırma gücü uygarlığın başlangıcı idiyse, başeğme de insan tarihinin sonu olabilir.
Burada, sembolik, veya şairce konuşmuyorum. İnsan türünün önümüzdeki on-onbeş yılda kendisini, hattâ dünyadaki bütün canlı yaratıkları yok etmesi imkânsız, değildir.
Bunun hiç de an­lamlı ve mantıklı bir yanı yoktur. Fakat gerçek odur ki, teknik bakımdan atom çağında yaşadığımız halde, insan­ların çoğunluğu, iktidardakilerin büyük biı kısmı da buna dahil olmak üzere, duygusal yönden halâ taş devrini yaşı­yorlar.
Eğer insanlık bir gün intihar ederse, bunun nedeni, bir takım insanların kendilerine emir verenlere itaat ede­rek bir dizi öldürücü düğmeye basmaları olacaktır. Çünkü, onlar, korku, nefret ve oburluk gibi eski fakat kuvvetli tutkularına, millî şeref ve devlet istiklâli gibi modası geçmiş klişelere boyun eğmiş olacaklardır.
Melankolik mizaçlı kimseler nasıl sürekli olarak bir şeyler satın alma veya ye­mek arzusuna kendilerini kaptırırlarsa, modern insan da yeni bir şeylere sahip olmak için doymak bilmez bir açlık içinde kıvranmaktadır. O, bu arzusunu, daha iyi bir hayat yaşamak arzusunun belirtisi gibi savunur.
Hakikatin araştırılması ve hayallerin üzerindeki ör­tünün kaldırılması; insana yalnız bilgi ve sezgi kazandır­makla kalmıyor, bu yolun yolcusu olan insanı değiştiriyor da. Zamanla onun gözleri açılıyor; uyanıyor, dünyayı ol­duğu gibi görmeye başlıyor ve sonunda, hakikatle başedebilmek için, kendi aklını ve duygusal güçlerini kullanmayı ve geliştirmeyi öğreniyor.
Gerçekçi olan, gözleri açılmış olan­ dır.
insan, ancak ileriye doğru giderek, akıl ve sevgi gücünü geliştirerek, bütünüyle bir insan olmakla insanlık sorununu çözebilir ve böylece diğer insanlar ve Doğa ile yepyeni bir ahenk kurabi­lir ve dünyadaki yerini alabilir.
“Eğer insanoğlu kendini doymak bilmez bir açgözlülükten ve karacehalet- ten kurtarabilirse, ıstıraptan da kurtarmış olacaktır.
Budda
Sos­yal gerçeği göremeyen, kafasını gerçekdışı hayallerle dol­duran bir kimsenin, kendisiyle, ailesiyle ve dostlarıyla il­gili bireysel gerçeği görme gücü de sınırlıdır.
Kişinin vicdanın­ dan gelen sesi dinleyerek hareket edebilmesi kendi toplumunun sınırlarını aşmasına ve bir dünya vatandaşı olma­sına bağlı kalmaktadır.
Ruh sağlığını korumak ve akıl dengesini sürdürebil­mek için insan, başkalarıyla birlikte yaşamak zorundadır.
Kişi, kendi içindeki ve dışındaki olayları kendi algılama sistemindeki kategorilerle ilişkisini kurabildiği ölçüde anlayabilir.
Dinlerin eleştirilmesi, hayal kırık­lığına uğramış fakat sonunda kendini bulmuş bir insanın, kendi gerçeği üzerinde düşünmesini ve gereğine göre ha­reket etmesini sağlar. Böylece insan, gerçek güneşini yâni kendisini bulmuş oluyor. Oysa din, kendini merkeze koymıyan insanın çevresinde dönen hayalî bir güneştir. ’
“Gerçek mutluluk için, hayalî bir mutluluk olan dinin ortadan kaldırılması şarttır.
*
Dinleri eleştirmenin amacı öyleyse, zincirlerin üzerindeki hayal çiçeklerini ayıklıyarak, her türlü umud ve avunmadan yoksun bırakılan insanın esaret zin­cirlerini taşımaya devam etmesi değil; tersine, insanın, hayat dolu çiçekleri muhafaza edip, zincirlerden kurtulma­sına yardım etmektir.
“Dinî bunalım, gerçek bir bunalımın (sıkıntının) sem­bolü ve ona karşı bir protestodur. Din, sosyal baskı altın­daki zavallı yaratığın rahatça bir nefes alışı, ruhsuz bir dün­yanın ruhudur. O, insanları uyuşturan bir afyondur.”
“Bilinç, ha­yatı değil; hayat, bilinci belirler.” Marx
insan, gerçekte özgür olma­dığı halde, bilinçdışı faktörlerin etkisi altında, sanki özgür olduğu hayali içinde yaşayan bir varlıktır.
“insan, dünyayı tanıyabildiği oranda, kendisini bilir. Goethe
Fakat tek başına kitaplar yeterli değildi.
İçinde yetiştiğim ortam ve çağ, benim için kapısı hiçbir za­man kapanmayan, gerçek bir araştırma laboratuarı oldu.
Eğer, kendinizi başkalarına sevdiremeden seviyorsanız, yâni seven bir kişi olarak ortaya çıkışınızla, kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, o zaman aşkınız güçsüz ve talihsiz (hasta) bir aşktır.
Milliyetçilik akımı hümanizmayı öldürdü. Ulus ve istiklâl, bireyleri ırgatlaştıran yeni putlar oldular.
Din, sosyal baskı altındaki zavallı yaratığın rahatça bir nefes alışı, ruhsuz bir dünyanın ruhudur. O, insanları uyuşturan bir afyondur.
Tartışma götürmez kesinlikle özel bir mülkiyet biçimi olan evlilik, kadınların ortak mülk sayıldığı kadınlar topluluğuna karşı çıkarılır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir