Türkân Saylan kitaplarından Cumhuriyet’in Bireyi Olmak kitap alıntıları sizlerle…
Cumhuriyet’in Bireyi Olmak Kitap Alıntıları
&“&”
İrtica" denilen korkunç afet türerken en azından bir Türk anası, Atatürk evladı olarak onurumuza, laikliğimize sahip çıkmak için birkaç yürekli kadın dışında hangisi konuyu gündeme getirebildi?
Medeni Kanun’la kadın erkek herkesin hukuk devletinde, insan yapısı yasalar önünde eşit bireyler olabilmelerinin büyük anlamını, kuldan gerçek insana dönüşmenin olağanüstülüğünü algılamayanlara, hele hele aşiret ve tarikatların hala hüküm sürmesini doğal kabul eden aymazlara ne demeli?
Tanrının adının gerekli gereksiz geçtiği, onun adıyla birlikte beğenmedikleri insanlara hakaret, tehdit, hedef gösterme girişimlerinin, yalan ve iftiranın gırla gittiği gazetelerin yırtılıp paket edilmesi, yerlerde sürünmesi olgusunun, kutsal değerlere ne denli saygısızlık olduğu çok açık. Aptessiz namazlar, Mercûmek’e kaptırılan paralar, Tanrı adına yakılan insanlar ve cennete gideceğine inandırılmış, azmettirilmiş saldırganlar! Bunları bir arada düşündükçe bir şeylerin yanlış olduğu, birilerinin inançlar kendi çıkarları için sömürdüğü ve bu sömürüyü halkımız üzerinde baskı kurmak ve siyasal gücü ele geçirmek için yaptığı ortaya çıkmaktadır.
Tanrı’nın adının gerekli gereksiz geçtiği, onun adıyla birlikte beğemedikleri insanlara hakaret, tehdit, hedef gösterme girişimlerinin, yalan ve iftiranın gırla gittiği gazetelerin yırtılıp paket edilmesi, yerlerde sürünmesi olgusunun, kutsal değerlere ne denli saygısızlık olduğu çok açık. Aptessiz namazlar, Mercûmek’e kaptırılan paralar, Tanrı adına yakılan insanlar ve cennete gideceğine inandırılmış, azmettirilmiş saldırganlar! Bunları bir arada düşündükçe bir şeylerin yanlış olduğu, birilerinin inançlar kendi çıkarları için sömürdüğü ve bu sömürüyü halkımız üzerinde baskı kurmak ve siyasal gücü ele geçirmek için yaptığı ortaya çıkmaktadır.
laik cumhuriyetin anayasasına, ilk ve orta öğretime zorunlu din dersleri konmuş ve sayıları beş yüzleri aşan imam-hatip okullarından mezun olanlara her türlü yüksek öğretim kurumuna girme hakkı" verilmiştir. İşte ulusal egemenliğin yerine dinsel egemenliği getirip Türk aydınlanma devrimini karartmaya koşullandırılan kuşakların yetişerek karar mekanizmalarını ele geçirme süreci böylece başlayıp hızlanmış, bugünkü olumsuzlukların temeli o dönemde atılmıştır. Ne yazık ki siyaset meydanından gelip geçenlerin hiçbiri bu olumsuz gelişime "dur" diyememiş tersine "kalemine uydurmak" ya da "oluruna bırakmak"tan öteye gidememiştir.
Şimdi hiç yitirmediğim çocuk ruhumun saflığıyla bakıyorum da bize verilmek istenen insanlık değerlerinin ve inancının, o insanın yalnız kendisine ait ve kendi sorumluluğunda olan manevi gücün nedenli kötüye kullanıldığına (istismar edildigine) tanık oldukça kızmak yerine şaşıp duruyorum.
Tanrı’nın adının gerekli gereksiz geçtiği, onun adıyla birlikte beğemedikleri insanlara hakaret, tehdit, hedef gösterme girişimlerinin, yalan ve iftiranın gırla gittiği gazetelerin yırtılıp paket edilmesi, yerlerde sürünmesi olgusunun, kutsal değerlere ne denli saygısızlık olduğu çok açık. Aptessiz namazlar, Mercûmek’e kaptırılan paralar, Tanrı adına yakılan insanlar ve cennete gideceğine inandırılmış, azmettirilmiş saldırganlar! Bunları bir arada düşündükçe bir şeylerin yanlış olduğu, birilerinin inançlar kendi çıkarları için sömürdüğü ve bu sömürüyü halkımız üzerinde baskı kurmak ve siyasal gücü ele geçirmek için yaptığı ortaya çıkmaktadır.
Türk toplumu 1990 yılında artardına Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun ve Bahriye Üçok adlı aydınlarını yitirmiştir. Bu ve benzeri cinayetler hepimizin ayıbı, hepimizin günahıdır. Kimse bir başkasından daha az suçlu değildir bu olaylarda ve bu baştankara gidişte…
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz."
yeni kuşaklar beklentisiz durumdalar ya da kendilerini kurtarmaktan başka beklentileri yok. Bu da yaşamı tatsız tuzsuz ve anlamsız kılmaya yetiyor da artıyor bile. Bu yüzden kimse kitap, gazete okumuyor, magazin basın ve Brezilya dizileri medyayı kavramış durumda, her şey çirkin oyunun kurallarına göre oynanıp gidiyor. Bu arada bir avuç kafası çalışan, olup bitenlerin gerçek dışı ve insanlık dışı olduğunu algılayıp karşı çıkan insan ya da gruplarsa marjinallik ya da Don Kişotlukla suçlanıyor.
İnsan yaptıklarıyla yetinir, gönlünü ferah tutarsa hapı yuttu demektir. Gelişme, yetinmeyle doğru orantılıdır.
Hemcinsleri konken partilerinde, güzellik salonlarında, moda defilelerinde vakit öldürürken, kör karanlıkta işleri başına giden kent kadınlanmızın yuva ve kreş sorununa, varlıklı kadınlarımız, kadın kuruluşlarımız yaraya parmak basmanın ötesinde ne gibi çözümler getirebildiler? Kendi çocuklarını dil eğitimi veren okullara yerleştirmek için insan üstü çaba gösteren, koşuşturan, okul aile birliklerinde çalışan analarımız bu becerilerini, başka çocukların da geleceğini iyileştirmek için harcayamazlar mı? Çalışan anaların kreş-yuva sorununu, her konuda başarılı, örgütlenmeye yatkın Türk kadınları olarak elbirliği ile çözümleyemez miyiz?
Atatürk sağ olsaydı Benim sözlerimi yinelemeyi bırakın, ne yaptınız onu söyleyin?" diye sorardı!
Seçme, seçilme, uygarca giyinme, ilkokuldan yüksek öğrenime kadar eğitim görme ve her meslekte çalışabilme olanaklarını elde etmiş ve bunlardan sonuna kadar yararlanmış, aydın" niteliğini kazanmış kentli kadınlar olarak, tam elli yıldır, geride kalan ve çoğunluğu oluşturan, ezilen, horlanan, sömürülen, kara çarşaflara sokulup kara cahil bırakılan kızlarımız, kadınlarımız için neler yaptık acaba?
Çok yönlü bir insandı Azra Erhat. Yeryüzündeki milyonlarca şeye ilgi duyardı, her yeni ve güzel olgu olabildiğince heyecanlandırırdı. Heyecanını tıpkı bir çocuk gibi engin bir coşkuyla ifade ederdi.
İçinde bulunduğumuz bütün karmaşaya, çağdışılığın eteğine sarılacak denli ilkesizliğe, saçmalık düzeyine ulaşmış yozlaşmaya karşın geleceğin, evrensel insan hakları ve bilgi çağı olacağı kesin. 21. yüzyıla girerken yaşadıklarımız, yaşadıkça şaşkınlıktan şaşkınlığa düştüğümüz tüm olumsuzluklar, insanın eşitlenmesiyle, kara gülmece anılar olarak tarihin derinliklerine gömülecek. Gelecek kuşaklar dedelerinin ve ninelerinin bencilliklerini, ikiyüzlülüklerini, yalancılıklarını ve ilkesizliklerini öğrendikçe karınlarını tuta tuta gülecek ve belki de onlara yalnızca acıyacaklar.
At gözlüğü taktırılmış birçok kadınsa, hâlâ kendilerine büyüklerince biçilip giydirilmiş ikinci konumlarının aslında çok kötü olmadığını, çünkü böylece birçok sorumluluğu yüklenmekten, düşünüp karar vermekten kurtulduklarını, aksine eşit konuma geldiklerinde yaşantılarının daha zorlayıcı olabileceğini varsaymak aymazlığı içindedir.
Kadın ticareti ve zorla fuhuşun yeryüzünden silinip yok edilmesi belki de bir ütopya olarak kalacaktır. Ancak sokak aralarında ve orman içlerinde ya da süslü, içki kokulu genelevlerde, bedeninden birilerinin servet yaptığı genç kız ve kadınlarımız var olageldiği sürece, yaşamı ve insan varlığını ciddiye alan hiç kimsenin rahat uyuması ve huzurlu olması söz konusu değildir.
Kadın erkek eşittir", "feminizmden değil hümanizmden söz edelim" diyen insanlar neredesiniz? Hani Basın-Ahlak Yasası, hani bireysel ve örgütsel tepkiler? Neredesiniz tüm kadınlar, illa size tecavüz edildiğinde mi feryat edeceksiniz? Neden susuyorsunuz?
Kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında çaba kadınlara ve bu eşitsizliği gözlemleyen erkeklere düşmektedir. Yeryüzünde bir cinsin hakim, ötekinin hükmedilen konumunda olması artık hiçbir çağdaş insanın kabullenemeyeceği bir haksızlıktır. Bu haksızlığın giderilmesinin gerçekleşebilmesi için en önce kadınların kadınlara karşı ayrımcılığı"nın ortadan kaldırılması ve tüm kadınların ortak paydada birleşebilecek bir bilince kavuşması gerekmektedir.
Unutmamak gerekir ki bütün bu hareketin odak noktası kadının toplumda hak ettiği yeri alabilmesi, bin yılların ezilmişliğinden, ikincil konumdan, cinsel obje olmaktan ve insan değil nesne sayılmaktan kurtulması olgusudur. Biz tüm insanlar birbirinden farklı olabilen ama ilerlemeye yönelik tüm görüşleri desteklemek, fikirlerimiz onlarla tam örtüşmese bile ana ilkede birleşmeyi öğrenmek zorundayız. Kendi inanç ve görüşlerimizden farklı olan her şeyi karalamakla hiçbir yere varamayacağımız gibi bir kaosa düşme riskinden de uzaklaşamayız.
Kadınların pek çoğu da doğduğu andan başlayarak kendisine işlenen kız çocuk ilerde iyi bir ev kadını, iyi bir anne olacak" imajıyla büyüdüğünden, belki de dış dünyanın acımasız gerçeklerinden ve yükleneceği sorumluluklardan korktukları için bu ikincil konumu, ezilmiş, beceriksiz, cahil ve doğurgan anne, kadın olmayı yeğlemektedirler.
Pek çok okumuş kadının Evlenince eşim beni çalıştırmayacak", "Ne yapayım kocam çalışmamı istemiyor" deyip diplomasını bir ömür boyu duvara bir süs gibi astığına hepimiz defalarca tanık olmuşuzdur. Oysa bir başkasının önüne geçerek orta ve yüksek egitim olanaklarından yararlanmış hiçbir bireyin ömrünü hiç üretmeden, topluma hiçbir katkıda bulunmadan, yalnızca tüketerek, bazı eşlerin övünerek yinelediği gibi "erkeklerinin vitrini" olarak geçirmeye hakkı yoktur.
Kadınlar, 2000’li yıllara girerken bugünkü devlet politikasının da açıktan açığa desteklediği şekilde, kocanın evin reisi, parayı kazanan ve ailesini geçindiren mutlak hâkim" olduğu, kadının "aile içi işlerden ve çocuk doğurup büyütmekten başka sorumluluğu bulunmayan, dış dünya ile ilgisi olmayan, bir kocanın kanatları altında korunması gereken, yarı cahil bir yaratık" olarak belirlendiği bir düzende yaşamayı nasıl doğal karşılayabilirler? Hele hele kızlarının "ha-yırlı bir kısmet bulup baş göz edilmek üzere" ilkokuldan sonra evde tutulmasına nasıl razı olabilirler?
Sanırım kadınların var olan tüm demokratik yasalara karşın, çoğunlukla bugünkü ikincil konumlarını korumaktan yana bir davranış içinde bulunduklarını ve kabuklarını kırma cesaretini gösteremediklerini kabullenmek zorundayız.
Kadınlarımızın çoğu vasıfsız ev kızı veya ev kadını konumlarını korumakta aileler ilkokulu bitirsin yeter" diyerek kız çocukları için tek çözüm olarak "hayırlı bir kısmet"i görmektedirler. Doğu Anadolu illerimizde okumaz yazmaz karacahil kadınlarımız ise %80’leri bulmaktadır.
Laik düzenin tehlikeye girmesinden en önce etkilenecek kesin kadınlar olduğundan laiklik ve kadın hakları birbirinden ayrılamayacak şekilde içiçe geçmiştir.
Feminizmi, erkeklere karşı bir savaş olarak değil, kadınların bilinçlenip gelişmesi yolunda bir uğraş olarak almakta yarar vardır sanırım; çünkü yaşam ancak kadın ve erkeğin eşit konumlarda el ele, yaratıcı güçlerini değerlendirdiklerinde bir anlam, bir bütünlük kazanacaktır. Erkeklerin ya da kadınların değil, insanların dünyasında olduğumuzu ve öyle olmayı sürdürmek ve geliştirmekten başka çözüm bulunmadığını kabul etmeliyiz.
Uzun bir süreç içinde, aile ve toplum dengesi değişip erkeğin başkan olmasıyla kadın etkin konumunu koruyamamış, ikinci sınıf insan durumuna düşmüş, boyunduruk altına girmiş, bu durumu adeta olağan kabul ederek ister istemez edilgenlik gibi bir açmaza itilmiştir. Erkeklerin egemen olduğu toplumlarda kadın, genelde evinin yüksek duvarları veya tarlasının sınırları içinde en ağır işleri sessizce yapan, durmadan çocuk doğuran, doğuramazsa binbir eziyet ve hakaret gören, alınıp satılan, dövülüp sövülen bir canlı konumunda çok zor bir yaşam sürmüştür.
Binlerce yıl boyunca anaerkil toplumlarda kadının denetiminde yaşayan erkek ise zamanla, fizik gücünün ağır basmasıyla, kıran kırana savaşların, savaş araçlarının artması ve üretim biçiminin değiş mesiyle egemen konuma geçmiş ve anaerkil toplum düzeni ataerkile dönüşmüştür. Halikarnas Balıkçısı, “Sonsuzluk Sessiz Büyür adlı ki tabında bu değişimi, mitolojik öykülerle ve kendine özgü anlatımıyla ne güzel vermiştir..
laik cumhuriyetin anayasasına, ilk ve orta öğretime zorunlu din dersleri konmuş ve sayıları beş yüzleri aşan imam-hatip okullarından mezun olanlara her türlü yüksek öğretim kurumuna girme hakkı" verilmiştir. İşte ulusal egemenliğin yerine dinsel egemenliği getirip Türk aydınlanma devrimini karartmaya koşullandırılan kuşakların yetişerek karar mekanizmalarını ele geçirme süreci böylece başlayıp hızlanmış, bugünkü olumsuzlukların temeli o dönemde atılmıştır. Ne yazık ki siyaset meydanından gelip geçenlerin hiçbiri bu olumsuz gelişime "dur" diyememiş tersine "kalemine uydurmak" ya da "oluruna bırakmak"tan öteye gidememiştir.
Gündemde ve de iktidarda kalabilme ya da o erki ele geçirebilmek için ne yazık ki oldukça çok sayıda siyasetçimiz, günümüze dek din sömürüsünü, insanların kendilerine ait olması gereken inançlarını siyasal malzeme olarak kullanagelmişler, Kuran kursu ve imam-hatip okulu açma yarışına girmişlerdir. Birçok devlet kurumunda olduğu gibi Milli Eğitim’de de dinci-şeriatçı kadrolaşma kendi içinde büyük bir çelişki içererek ve gerçek anlamda laik cumhuriyet ve Türk aydınlanma devrimini benimseyip özümsemiş eğitimcilerin gözleri önünde gelişmiş, dallanıp budaklanmış ve ülkenin bir çok yöresine yayılmıştır.
Köy Enstitüleri gibi dünyaca en gerçekçi kalkınma örneği sayılan cumhuriyet kurumlarının nasıl siyasete alet edildiğini ve adım adım yok edilişini her yurttaşın çok iyi bilmesi gerekmektedir.
Bir ot gibi köşemde mi yaşayıp ölmeliyim, bir insan gibi erdemli sürekli kendimi geliştirerek, etrafımı blinçlendirerek ürkekleri korkakları, tembelleri, sorumsuzları yüreklendirerek ama çok da yorularak, yıpranarak mı yaşamalıyım?", "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın diyen büyük şairin dizelerini mi ilke edinmeli, vur patlasın, çal oynasın örneğini mi yeğlemeliyim?"
Ben kimim?", "Nasıl bir dünyada, nasıl bir ülkede yaşamak istiyorum?", "Çocuklarımın geleceği ne olmalıdır?", "Kızımın 21. yüzyılın eşiğinde kocasından dayak yemesini, kuma olmasını, berdel edilmesini, olağan mı saymalıyım, yoksa, kendi alnının teriyle, mesleğiyle ayakları üzerinde durmasını ve kendi seçimini yapabilmesini mi olumlamalıyım?", "Allah verir rızkını deyip onlarca hasta, zayıf, ölebilecek çocuk mu yapmalıyım, yoksa bakıp eğitebileceğim kadarıyla mı yetinmeliyim?",
Taze ve genç beyinlere kendi aklıyla düşünmeyi, sorular sormayı, doğruları arayıp bulmayı, dogmalara değil kanıtlanmış gerçeklere güvenmeyi kendi kararlarını özgürce verebilme yetisine ermeyi, kısacası çağdaş bir insan olmayı öğretebilir, eğitim sistemini, eğiticilerin niteliğini ve eğitim yöntemlerini ona göre düzenlerseniz, o toplum sağlam temeller üzerinde sağlıklı bir gelişme göstererek uygar ülkeler arasına katılır. Oysa eğitimi salt inanca, tartışılama yan, sorgulanamayan dogmalara bırakır, düşünmeyi yasaklarsanız, akılcı değil nakilci, ancak ezberlediğini bilen, yap" denileni akıl süzgecinden geçirmeyip her ne olursa olsun yapan" robotlar oluşturursunuz
Ülkemiz tüm değerlerin çarpıtılıp saptırıldığı garip bir süreçten geçiyor… Sağ kesim, eski sol sloganlarla politika yapmaya çalışıyor. Çarşafa, örtüye bürünen genç kızlar özgürlüğe ve eşitliğe kavuştuklarına inandırılmışlar. Sol görüşlü pek çok kişi, din sömürüsünü hoş görüyle karşılayıp demokrasi içinde olağan sayıyor. Sağcısı, solcusu, Kürtçüsü, şeriatçısı el ele verip uzlaşma arayışlarına dalıyorlar. Köktendinciler, demokratik ve laik görüştekileri gericilikle suçlayıp 1400 yıl öncesinin görüntüsüne ve şeriatın egemen olduğu ümmet topluluğuna dönmeyi uygarlığın ve gelişmenin tek yolu olarak tanıtıyorlar.
Doğu Anadolumuzda toprak ağası, daha sonra müteahhit olmuştur, belediye meclisi üyesi olmuştur, milletvekili olmuştur, çoluğuyla çocuğuyla kente yerleşmiştir, köşeyi dönmüştür de ardındaki kulları, köleleri neden hâlâ ortaçağ karanlığındadır acaba? Bu mütegallibeler, kendi insanının eğitim görüp bilinçlenmesini, kendi aklıyla kendi kararlarını almasını, sonunda da içine sürüklendiği bu eşitsizliğe, haksızlığa ve sömürüye karşı çıkmasını nasıl isteyebilirler? Onların tek amacı gelecek dönemde yeniden ve yeniden seçilmek ve bunun için kendilerince gereken köksüz bazı yatırımları yapabilmektir.
Geri kalmışlığımızın kökeninde feodal düzenin süregelmesinin yattığını bilmeyen, söylemeyen yok! Yok da, o feodal düzeni sürdürüp yöre insanını güdülecek koyun olarak tutmak isteyen, bu nedenle de hiçbir ciddi gelişimi bölgesine taşımak girişiminde bulunmayan çağdaş derebeylerine ne diyelim…
Siyasal rejimle ve yöneticilerle özdeşleşen YÖK’ün ülkeye verdiği en büyük zararlardan biri de öğretim elemanları açığını kapamak amacıyla öğretim üyeliğine yükseltilmelerde belli süre çalışma, tez, nitelikli yayın ve deneme dersi verme gibi önemli aşamaların kaldınl masıdır. Bu durum ne yazık ki öğretim üyeliğinin çok hafife alınmasına ve sayısal artışa karşın nitelik açısından değer yitirmesine yol açmıştır.
YÖK ülkemizin bir temel sorunudur ve her şeyden önce senin sorunundur, bunu unutma!
YÖK’le birlikte getirilen disiplin önlemleri hem öğrenciler, hem öğretim üyeleri için Demokles’in kılıcı gibi tepemizde. Atanmış yö netici yalnız yukandan gelen emirleri uygulamakta ve yetkilerini, bunlara kişisel ilişkilerindeki dostluk ya da düşmanlıklarını da ekleyerek kullanmakta, yönetmek durumunda olduğu meslektaşlarını dikkate alma gereğini asla duymamaktadır. Demokrasinin tek bir zerresi bile kalmamıştır üniversitelerimizde.
Sevgili yurttaşım, son yıllarda siyasal yatırım olarak neredeyse her ile birer üniversite açılmakta, kiralanan bir daireye bir tabela konarak oraya fakülte" denmekte, hiçbir deneyimi olmayan bir genç uzman ya da yardımcı doçentle yüzlerce ögrenciye sözde eğitim verilmektedir. Senin çocukların da ne yazık ki bu insan ziyanlığı içinde kaynamakta, bilgisiz diplomalılar ve diplomalı işsizler haline gelmektedirler. Bunları çok iyi bilmeli ve duyup dinlediklerini, kendi çocuklarının ve ülkemizin geleceği olarak kendi aklınca yeniden değerlendirmelisin. Üniversite önüne yığılma, yeni köksüz ve temelsiz fakülteler açarak değil, ancak ortaöğretimde gençleri çeşitli meslek dallarına yönelterek ve de bunun için gereken örgütlenmeyi kurarak önlenebilir.
Yetişme koşulları, altyapıları böylesine kötü ve eşitsiz olan genç kuşakların, ister istemez birtakım aykırı akımların, tarikatların veya yeraltı örgütlerinin elinde oyuncak olacağı ve sorumluluğunun da bugünkü sistem ve buna suskun kalan tüm insanlar olduğunu bilmek zorundayız.
İlkokuldan başlayarak test sistemiyle, kâğıtlara(+) ve (-)’ler koyarak yetişen, yazmayı, yazın kurallarını, yüksek öğrenimden geçmiş her birey için olmazsa olmaz koşul olan bir yabancı dili bilmeyen, okuma alışkanlığı kazanmamış, kendine güvensiz, çevresine güvensiz, gölgesinden kuşkulanan veya ezildiği için çoğu kinle dolu genç kuşakların böylesine yetiştirilmeye -veya yetiştirilmemeye- devam etmesini çok sakıncalı buluyoruz.
Nasıl bir üniversite istiyoruz, 2000’li yıllara gelirken? Kuşkusuz çağdaş, demokratik, insanların birbirinden kuşkulanıp korkmayacağı, birbirlerini dinlemeyi, karşılıklı katlanmayı öğrenebilecekleri bir ortamın özlemini çekiyoruz.
Son on yılda ortaya çıkan tepkisiz üniversite topluluğunun dinamik, yapıcı ve yaratıcı bir nitelik kazanmasını istiyoruz. Suskun, emir komuta zinciri doğrultusunda hareket eden, varlığıyla yokluğu fark edilmeyen, esen rüzgârlara göre eğilip doğrulan, hatta olumlu bir şeyler yaptığında dikkatleri, dolayısıyla da kem gözleri üstünde toplama olasılığı bulunan insanlar yerine, konuşan, tartışan, düşünen, okuyan, yazan, yaratan, toplum yaşamına birey olarak, meslek dalı olarak tam anlamıyla katılanların yaşadığı, rahat soluk aldığı bir ünversite ortamı istiyoruz.
Atatürk’ün akla, bilime, çağdaş özekine (kültüre) dayalı kurduğu laik cumhuriyetimizi yıkıp yerle bir etme hevesinin dorukta olduğu dönemden geçiyor ülkemiz. Çıkarcı, özekin (kültür) yoksunu, köşe dönücü siyasacıların demokrasi adına verdikleri ödünlerle kapkara bir çoğunluğun epeyce egemen olduğu günler…
Tam bir karşı devrim!
1950’lerden biraz önce başladı bu “karşı devrim. Çok partili döneme geçişle, "karşı devrim"e karşı çıkan aydınların, bilimadamlarının sesi ciddiye alınmadı. Yetke (otorite) boşluğu doğdu. Devlet çıkarcıların, bağnazların, şeriatçı yobazların, çetelerin eline geçti.
Yetişme koşulları, altyapıları böylesine kötü ve eşitsiz olan genç kuşakların, ister istemez birtakım aykırı akımların, tarikatların veya yeraltı örgütlerinin elinde oyuncak olacağı ve sorumluluğunun da bugünkü sistem ve buna suskun kalan tüm insanlar olduğunu bilmek zorundayız.