İçeriğe geç

Gömleği Yalnız Kitap Alıntıları – Mustafa Şahin

Mustafa Şahin kitaplarından Gömleği Yalnız kitap alıntıları sizlerle…

Gömleği Yalnız Kitap Alıntıları

&“&”

Akıl öyledir zaten. Ne vakit gereğini hissetsen, ne zaman bir düğüme el atmasını rica etsen oracıkta sarpa sarar. Sana demedim mi der, düğüm çözmez akıl verir. Her şeyi yerinde zamanında söylediğini iddia etmekle övünür. Senin aklın bile tepende tökezlemeni bekler,seni seyreder. Düşersen, bir ayağın öbürüne dolanırsa hata payını düşmez. O yizden ona güvenmeyeceksin. İyi ama işte ona güvenmeyince kime güveneceksin.(…)"
Bilerek kimseyi kırmadım, incitmedim ama bilmeden acep ne yaptım?… Kalabalıklar içinde oldum ama kalabalık bir dünyam olmadı ki.
Önce yoldaş sonra yol demişler ya.
Yoldaş yok, yol da yok.

İnsan neler etti insana.
Eylül’dü.Güz ihtilalinin yıldönümüydü… Yüzyılın yapraklarını döküyor eylül.
Bir iş bulmalı,
Bir baltaya sap olmalı,
Sap olduğu baltayı taşa vurmamalı.
… Gömleği yalnız…
Akıl, öyledir zaten. Ne vakit geldiğini hissetsen, ne zaman bir düğüme el atmasını rica etsen oracıkta sarpa sarar… SANA demedim mi der, düğüm çözmez Akıl verir.
Genç oldunuz, büyüdünüz, ruhlarınız söndü diye ben genç olmayayım mı? Sizin aşkınız bitti diye bitti mi aşk?
Bende kalan saklı zamanlar kuru temizleyiciye gitse ve yıkansa olmaz mı? İyice yıkansa, çitilense, kurulansa, ütülense eski zaman.
Geç ama artık azalmak, dökülmek istiyorum. Önüme bakmak , kendime dair yeni alışkanlıklar edinmek istesem de eskiye, eski fotoğraflara, eskittiğim zamanlara asılı zihnim. Tahammülüm de azalıyor yeniliklere, insana.
İnanır mısınız bilmem, kursağım bir kuş mezarlığıydı.
Çünkü insan en çok kendine küser ve insan en çok bunu hak eder. En çok söylemediklerini söyler ya kendine.
Katlanıyorum ama onları sevdiğim söylenemez. Bunu onlar da biliyorlar… Onlar için ben olmasam da olur ama böyleyken salmıyorlar.
Herkes kendi öyküsünü iyi bir finale taşıma derdinde ama öyküler iç içe. Artık bir yere kendini bağlamak, bağlanmak istiyor.
Yağmur’un muradı yağmaktır, martının uçmak.
İlk tanışmalardaki ani yakınlıklarla üç dakikada kurulan akrabalıklar tedirgin ediyor beni.
Ceplerimin karıştırılmasına hayatta katlanamam ama katlandım. Hayatta değildim.
Akıl, öyledir zaten. Ne vakit geldiğini hissetsen, ne zaman bir düğüme el atmasını rica etsen oracıkta sarpa sarar. sana demedim mi der, düğüm çözmez akıl verir.
Çoğalmanın bir şey olmadığını, hatta beni eksilttiğini fark edince, o özensiz, o çatkapı insan yoğunluğundan sıdkım sıyrıldı ve neden bu sarmal dışında akıp giden başka türlü hatıralarım olmadığına hayıflanır oldum. Geç ama artık azalmak, dökülmek istiyorum. Önüme bakmak, kendime dair daha yeni alışkanlıklar edinmek istesem de eskiye, eski fotoğraflara, eskittiğim zamanlara asılı zihnim. Tahammülüm de azalıyor yeniliklere, insana. Şimdi adres alıp adres vermiyorum kimseye ve kimseler gümrüksüz aşamıyor duvarlarımı."
Dahası ben hiç taşı gediğine koymadım, koyamadım. Batan gemilerimde bir can olduğuna, bir can taşıdığıma kimseler yanmadı. Şiirlerin, şarkıların inandırıcılığı da zaten kalmadı. Oysa ben inanırdım. Oysa ben inanmış, inandırılmıştım."
Baş edemediği o hengâmeden, o uğultudan kaçmak, kendini kaçamayacağı bu öyküden, kaçamayacağı kendi öyküsünden kaçırmak istiyor.
Küçük mutluluklarım, onların ifadesi ile şark çıbanı hüznüm, yabaniliğim kendileri ile hiçbir benzerlik göstermiyordu. Onlar gelirken ben dönüyordum. Fiziken akrandım ama ruhen yarı yaşımda bile değillerdi."
Her şey bir yanılsama demiş. Her şey. Dünya ve içindekiler dahil, İstanbul dahil."
Akıl, sarpa sarıyor. Akıl öyledir zaten. Ne vakit gereğini hissetsen, ne zaman bir düğüme el atmasını rica etsen oracıkta sarpa sarar. Sana demedim mi der, düğüm çözmez akıl verir. Her şeyi yerinde zamanında söylediğini iddia etmekle övünür. Senin aklın bile tepende tökezlemeni bekler, seni seyreder. Düşersen, bir ayağın öbürüne dolanırsa hata payını düşmez. O yüzden ona güvenmeyeceksin. İyi ama işte ona güvenmeyince kime güveneceksin."
Sözcüklerin bittiği yerde yeniliyoruz.
Uyku diye bir şey yok haddizatında.
Yaşamaktan daha yorucu, rüyalar var.
Rüyalardan daha uçurum yaşamaklar.
Bitmedi, gelmedi, yenilmedi.
Bir çift kelam edecek kimse yoktu.
Olsa, ne gam… Edecek bir çift kelam yoktu.
Önce yoldaş sonra yol demişler ya.
Yoldaş yok, yol da yok.
Mazeretlerinizin tamamını ezberledim. Her birinizin hayat realitesini, pratik yararını, aklının ana ve ara yollarını, bekârken boşadığınız karılara vermeniz için tek suçları sizden sonra dünyaya gelmek olan kuşaklardan tahsil ettiğiniz diyet, nafaka, kan ve telif bedellerini biliyorum. Alacaklısınız. Alacağınızı illaki, alacaksınız. İpotek altına aldığınız bütün hayatlar küçük tasarruflarını bir araya getirse bile hak edişlerinizi ödemeye yetmeyecek. Verimli hayatlarınızın katma değeri, yedek parçası, sanal bebeği onlar. Siz tecrübe ettiniz tarihi. Tarihin devinimini siz bilirsiniz, ritmini, debisini. Bir kısrak gibi mahmuzladınız onu. Siz çektiniz dünyanın yükünü. Onlar çekmedi, hak etmedi diye siz sizden sonrakilerin ergenliklerini onaylamıyorsunuz. Onların yegâne suçu dünyaya sizden sonra gelmek. Kimseye el vermediniz. El vermeyi hak edecek kimse ardınız sıra gelmedi. Gelmesin. Geldiğiniz yere varabilmek için dişinizi tırnağınıza taktınız. Dişe diş, göze göz mücadele ile buraya vardınız. Ama artık çok sıkıldım ben dahi sizi dinlemek istemiyorum. Size, hatıranıza, mirasınıza, servetinize, saygı duyuyorum ama artık sizi dinlemek, bu nohutlu temcitli pilavını yemek, kimseyi ululamak istemiyorum. Savurduğunuz küller sahiden genzimi yakıyor. Size daha fazla diyet ödemek istemiyorum.
Biz zaten nutuk dinlemeye gelmişiz dünyaya. Varoluş gerekçemiz bu. Bütün mevzularımızı nutuk irad ederek hallederiz. Retoriksiz, nutuksuz şuradan şuraya adım atmayız.
Kaygan bir zemin üzerindeyiz. Suya yazı yazmak olmaz. Kök salmış derin korkuları var bu memleketin. Üstüne gidersen hışmını üzerine çekersin zorbalığın.
Öyle destursuz, pervasız, pertavsız gidişin sonu olmadığını zaman ve alnımıza düşen kırışıklar öğretti. Elbet o günleri, o günlerin uçarılığını, gözü karalığını, özverisini, idealizmini, coşkusunu, duyarlığını özlemiyor değil insan. Özlüyor ama durdurun zamanı inecek var diyemiyorsun. Akıyor, geçiyor, tutamıyorsun.
Haklısın teori ile pratiği buluşturmak, birleştirmek gerek. İnandığın gibi yaşamak neredeyse imkânsız ama ne yapacaksın, hayat realitesi diye bir şey var. Unutma, hayat realitesi.
Kimsenin gözünün içine bakmıyorum ki bir hukuk doğmasın.
Önüme bakmak, kendime dair yeni alışkanlıklar edinmek istesem de eskiye, eski fotoğraflara, eskittiğim zamanlara asılı zihnim. Tahammülüm de azalıyor yeniliklere, insana.
İlk tanışmalardaki ani yakınlıklarla üç dakikada kurulan akrabalıklar tedirgin ediyor beni. Tanışma bizatihi bir iş zaten. Zor ve can sıkıcı bütün işler gibi zor ve can sıkıcı bir iş. Tanışma aşamasında bir iz bırakma çabasıyla ses, vurgu, jest ve mimiklerdeki oynaklık her seferinde saçma gelir bana. Burada, yani bizim ülkemizde bu saçmalık rutinimiz.
İnsanlardan sıkılırdım ama onlardan sıkıldığımı onlara hissettirmek yerine sıkılgan biri olarak algılanmaya razı gelirdim.
Diyorum ki şu yol gösterme adına yargı bildiren ve insanın içine lök gibi oturan, insanı çökerten sabit sözleri de virüs silse ya.
Dahası, ben hiç taşı gediğine koymadım, koyamadım. Batan gemilerimde bir can olduğuna, bir can taşıdığıma kimseler yanmadı. Şiirlerin, şarkıların inandırıcılığı da zaten kalmadı. Oysa ben inanırdım. Oysa ben inanmış, inandırılmıştım. Şaire bile. Aşikâr yalanına bile bile. Şair, Seyr-i emvâc-ı felaket geçer inşallah demişti de buna yürekten inanmıştım. Seyr-i emvâc-ı felaket geçmedi. Şair sözü yalan oluyor malum.
Nasıl da o yüksek duvarı, duvarımızı aştın da sonra nasıl duvar oldun. O granit kütleye nasıl rapt oldun. Olmadık yerlerde üstüme yağan o bulutun farkına varmam çok önceydi. Onu senden sakınmazdım ama o vakitler başka korkularım olduğundan hiç söz etmedim. İyi bildiğin o sıkışık zamanlarımdan sonra o kara bulut bırakmadı beni. Ne zaman bir yola çıksam, ne zaman sana yönelsem, ne zaman birlikte ördüğümüz duvarın, duvarımızın eşiğine gelsem aralıksız üstüme yağdı. İçime, kursağıma, kursağımdaki kuş ölülerinin tüylerine, kanatlarına yağdı durdu. Bir Allah’ın kulu da şemsiyesini tutmadı. Allah’ın kulları öyledir. Şemsiyeleri de öyledir.
Ben kimseyi görmezlikten gelemiyorum ama onlar hem varmışım hem yokmuşum gibi davranarak sözlerime, işaretlerime, imalarıma hiç alınmıyorlar. Laflarım onlara dokunmuyor, nedense dokunmuyor.
Peşpeşe sorularını, sonsuz meraklarını üstüme üstüme yığıyorlar. İlgili görünüyorlar, her şeyle çok ilgili. Lafa, buldukları ilk ara sokaktan giriyorlar ve hiç zorluk çekmiyorlar. Az buz değil, çok biliyorlar, çok meraklılar. Nasıllığım hiç mi hiç onları ilgilendirmediği halde düşünceli, dalgın, yorgun bazı zaman da iyi görünüyor olmamla ilgileniyorlar. Saçma sapan daha ne kadar soruları varsa soruyorlar ve çoğu kez lastik sapanlarıyla kursağımdaki kuşları nişan alıyorlar. Susuyorum.
Gözlerinin yalanladığı sözlerini, insanın içini oyan bakışlarını kadife, tiz, tok seslerinin örttüğünü düşünüyorlardı. Örtmüyordu. Yüz haritalarına bazen inatla, bazen beni yıldırmasınlar diye mahsustan bakıyordum. Kendine yeten müreffeh ülkeler gibiydiler. Ne bileyim, tuhaflar, nasılsa öyleler. Aynı enlem ve aynı boylamda değilim onlarla. Ülkelerine, şebekelerine ait değilim. Onların atlasında biliyorum ki, niteliksiz, niteliksiz bir kara parçasıyım. Bunu biliyor, görüyorum. De gibi derhal ayrılıyorum ülkelerinden ama bu fasit dairede dönüp dolaşıp aynı yere geliyor insan.
Aramızda bir bağ olmadığını, aksine bir düğüm olduğunu iyi biliyor, ezberlerini bozuyor, saçma sapan kurallarını tanımıyordum. İçi boş dünyalarında yer kaplayan bir cisim olmak istemediğimi çok önceleri yüzlerine söylemiştim. Öyleyken onlara hem tuhaf geliyordum hem kurulu düzenlerini kabul etmediğim için bir başıma düz yolda nasıl tökezleyeceğimi merak ediyorlardı. İnsanın kalbine ruhuna elini ayağını uzatan bu meraklı halleri onları benden, beni onlardan büsbütün uzaklaştırıyordu. Çözümleyemedikleri yani kendilerine katamadıkları, tanımlayamadıkları için ellerini üzerimden çekmiyorlardı. Küçük mutluluklarım, onların ifadesiyle şark çıbanı hüznüm, yabaniliğim kendileriyle hiçbir benzerlik göstermiyordu. Onlar gelirken ben dönüyordum. Fiziken akrandım ama ruhen yarı yaşımda bile değillerdi.
Katlanıyorum ama onları sevdiğim söylenemez. Bunu onlar da biliyorlar. Ben de esasen onların bunu bilmesini istiyorum. Yine de onlarsız edemiyorum. Onlar için ben olmasam da olur ama böyleyken salmıyorlar. İşsiz zamanlarımda binbir soruyu bulup bulup sorarlardı. Ne iş yapıyormuşum, nerelerdeymişim, neden görünmüyormuşum. Kendileri kutsal ziyaretgâh ya, onların eşiğine yüz sürmeliyim, kendimi onlara göstermeli, hamiyetlerini himmetlerini talep etmeliyim. Beni niye istiyorlar, hem ne yapacaklar ki, kendilerine görüneyim. Şimdi, harcıâlem de olsa bir işim, meşgalem var ama meraklarını dindirmek için yine sorup duruyorlar. Sigortamı, özlük haklarımı, işimin niteliğini soruyorlar. Allah müstahakınızı versin diyemiyorum. Allah da müstehaklarını vermiyor. Okul öncesi, okul sonrası bütün zamanlarım onların bitmez tükenmez sorularına cevap aramakla geçti. Onlara bir cevabım olsun diye iş aradım, buldum, çalışmaya başladım. Biliyorum, beni değil, benden ne olacağını, bana ne olacağını merak ediyorlar. Bir üst basamağa geçip geçmediğimi, sınıf atlayıp atlamadığımı… Atlamadım.
İşte bak, bir ülke bölünmez bütünlüğünü koruyamıyor, bir yurt göz göre göre parçalanıyor. Orda kimse yok mu? Var. Farkında mı herkes, herkes her şeyin farkında.
Herkes kendi öyküsünü iyi bir finale taşıma derdinde ama öyküler iç içe.
Eski zamanlar, eski makamlar, eski şarkılar burnunda tütüyor. Burnunun direği sızlıyor.
Nasıl olur diyor yanı başında kaynayan gözlerle kendi ruhu arasındaki mesafeye nasıl olur diyor, çözemiyor. Ona dair hemen hiçbir şeyi çözemiyor ama bütün fenalıklarına rağmen şu şehre, şu denize, şu davetkâr hayata tenezzülsüzlüğü öyle yaralayıcı ki. Onu buradan yani bu şehre ilgi ve alakasızlığından başlayarak çözebileceğini düşünüyor. Öyle sanıyor ama yine yanılıyor. O öyle kolay bir kadın değil. Onun her yanı Nisan. Her yanı sedef düğme.
Kanatmayan yaralamayan yalnızca bir şarkı ve yalnızca eski bir şarkı söylemek istiyor. Şehrin burasında, zamanın bu deminde, şehrin bu noktasında, gecenin bu saatinde bir şarkının iyi geleceğini hissediyor ama söyleyemiyor.
Biri anılarını yakmış, birinin hatıraları kanıyor.
Birinin adresi yanmış, diğeri sılasını yitirmiş.
Ağır yenilgilerini cümle âlem görmüş.
At görmüş, meydan görmüş, zaman görmüş.
İnsan öyledir, bazı hallerde sadece kınanmadığı için bile minnet duyar.
Meğer aşkın iğnesiyle dikilen dikiş kıyamete kadar sökülmez imiş. Ne karada ne denizde…
Bilmediği dilden bir şarkıya tutulmuş.
Mırıldanamıyor.
Bir adı Yağmur bir adı Nisan.
Hangisi Yağmur hangisi Nisan.
Aşk, Özel isim" diyor. Nisan, itiraz ederek aşk, "İşteş fiil" diyor. Yağmur, "Biz Amerikalı değiliz" diyor.
bir kuş dal değiştirmekten yorgun
bir dal kuşun vefasızlığından.
İnandığın gibi yaşamak neredeyse imkansız ama ne yapacaksın, hayat realitesi diye bir şey var.
Kimsenin gözünün içine bakmıyorum ki bir hukuk doğmasın.
Öznesi olduğumu sandığım hayatın gizli öznesi oldum zamanla. Sonra nesnesi.
Onlar gelirken ben dönüyordum. Fiziken akrandım ama ruhen yarı yaşımda bile değillerdi.
Söyleyecek sözler biriktirmiş, yaralarını sarmayı öğrenmiş.
Dünya dediğin durduğun pencere. Ben penceremden dışarı değil içeri bakıyordum.
“On dokuzunda ihtilale yakalanmak zordur. On dokuzunda her şey zordur da kanlı bir ihtilale yakalanmak en zorudur. Daha zoru on dokuzunda arkadaşlarını kaybetmektir. Hayat senden habersiz davetkâr gözlerle gel diye işmar ederken o taşınmaz idealler adına kendini ertelemek ne kadar zordur. Rehin alınmaktan çok daha zordur diyet ödemek. Üstelik kime ödediğini bilmeden. Diyet de bir şey değil de başkalarının diyetini, niye ödediğini bilmeden ödemek hiç kolay değildir. Ondan daha zoruysa ödeyememek… Ya rehin bırakmak sevdiğinin gözlerini? Gardiyan demir kapıyı üzerine kapatırken hem sevdan hem idealin dışında kalır.”
“Densize hiçbir şey denmiyor, hakaret bile edilemiyor.”
“Bende kalan saklı zamanlar kuru temizleyiciye gitse ve yıkansa olmaz mı? İyice yıkansa, çitilense, kurulansa, ütülense eski zaman.”
“Akıl, sarpa sarıyor. Akıl, öyledir zaten. Ne vakit gereğini hissetsen, ne zaman bir düğüme el atmasını rica etsen oracıkta sarpa sarar. Sana demedim mi der, düğüm çözmez akıl verir. Her şeyi yerinde zamanında söylediğini iddia etmekle övünür. Senin aklın bile tepende tökezlemeni bekler, seni seyreder. Düşersen, bir ayağın öbürüne dolanırsa hata payını düşmez. O yüzden ona güvenmeyeceksin. İyi ama işte ona güvenmeyince kime güveneceksin.”
Sizin aşkınız bitti diye bitti mi aşk."
Akıl sarpa sarıyor. Akıl öyledir zaten. Ne vakit gereğini hissetsen, ne zaman bir düğüme el atmasını rica etsen oracıkta sarpa sarar.
bütün karlarda, yağmurlarda, şiirlerde korunaksızdım. Bir gün içimi dökebileceğim bir kuyu da çıkmadı önüme."
yanlış ezan okuyan müezzine, yanlış adrese mektup götüren müvezzie, yanlış teşhis koyan doktora, geçerken uğrayanlara inat secdeye kapandım. Herkeslerden farklı olsun istedim gidişim, herkeslerden farklı oldu."
En çok hangi zamanı sevdiğini merak etmiştim " dedim. "Şimdiki Zaman" dedi. Bunu bekliyordum… Ayrıntıları hatırlayacak değildim artık. Kayıtlardan düşmüştüm.
taşeronlar milyon kez toplansalar bir sebil inşa edemezler. yürüyen merdivenlere, şantiyelere, iş merkezlerine mest olurlar. ataleti, meskeneti terakkiye mâni görür arsa çevirirler. toplanır, cem olmazlar, dergi çıkarır derlenmezler. salonları kapı kullarının, imrahor seyislerinin, yanaşmaların arz-ı didar mekânlarıdır. toplantıları öyledir. bana inanın sayın efendim."
birliktelik vurgularını kayda değer buluyor, kulak kesiliyorsunuz sayın efendim. birlik vurgusu her yerde kayda değerdir ve her yerde taraftar bulur. ne var ki toplanmaları birlikleri hakikate yürümek için değil güç devşirmek, odak olmak içindir.
yunus derler bir hastaya bir tas su taşımazlar. merhamet derler açık bir yaraya eğilmezler
bunu biliyordun allah’ım. zor zamanda seni hatırladım diye kahrından korktuğumu ama beni ayıplamayacağından emin olduğumu, sonra bu emniyetten korktuğumu, korkunun burgu gibi derinleştiğini de biliyordun.
ben deyişim sözün gelişidir ayıplama beni. ama, deyişimdeki küstahlığı görmezlikten gel, ört. gözün gözümüzün üstündedir, elin elimizin üstündedir biliyorum. yak ama kül etme.
yanlış anlaşılmaktansa anlaşılmamak isterim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir