İçeriğe geç

Ocağımız Sönmesin Kitap Alıntıları – Refik Özdek

Refik Özdek kitaplarından Ocağımız Sönmesin kitap alıntıları sizlerle…

Ocağımız Sönmesin Kitap Alıntıları

&“&”

Bugün, İç Anadolu’nun büyükçe bir köyünde, kerpiç duvarlı bir evin bacasından, Dobruca’dan getirilen o odların dumanı hâla tütüyor.
Can sağ iken ayrılmak yok.
Onüç kişi…Yürekleri ak-top-rak! ak-top-rak diye çarna onüç can! 273 kişilik bir göç kafilesinden, Edirne’nin bir çağrımlık yakınına gelebilen onüç gazi.
Bak a Hacı, dedi, ben derim ki, Meriç’i aşmak için gece gündüz gidelim ama, Edirne’ye mutlaka gündüz girelim. Aylardan beri yol alıyoruz. Korular’da, vadilerde, bazan on beş gün, bazan bir sıkışıp kaldığımız günlerde bile, hep yürüyoruz gibi, bir gün karşımıza Edirne çıkıverecek gibi geliyordu bana. Karanlık bir gecede kendimi ansızın orada bulmak istemem. Şöyle uzaktan görmeliyim önce. Ulu minarelerini. kubbelerini saymalıyım… elimi yüzümü yıkayarak temiz-pâk girmeliyim… ne dersin?
Tuna’dan Tulca’ya geldik. Tunca gibi, Meriç gibi, Arda gibi, Edirne’de birleşmek için birbirimize yaklaşarak akıp gidiyoruz.
Yangın çıkarmak bizim işimiz değil, o işi kav çakmağı da görür, bunu bilemediğine göre, o kozlu külü niçin taşıdığımızı anlatsak da anlayamazsın, ama madem ki yazmaya söz verdin, söyleyeyim: O ateş, bir semboldür, evimizin ocağından alınan ateştir. Ocağımız sönsün istemiyoruz biz. Düşmanın amacı bizim ocağımızı söndürmektir, anlıyor musun, ocağımızı söndürmek!
Tuna doğuya akıyor, biz batıya kaçıyoruz; Tuna yukarı gidiyor, biz aşağı sarkıyoruz. Aşağısı diyorsam, düzlere, alçaklara değil, koca Balkan dağlarına yaklaşıyoruz. Suyun ötelerine geçip gitmek, koşup gitmek, kaçıp gitmek… Bizim olanı terkediyoruz gibi geliyor bana… Vatan yitirmek gibi dayanılmaz acılar içindeyim.
Ölmek kolay, katlanmak zor, görerek katlanmak daha zor…
Tuna’nın suları olduk akar gideriz, ne yana be kardaşlar, ne yana? Göç eyledik, güç eyledik…
Gerçek savaşta ihtiyarlar gençleri, barışta ise gençler ihtiyarları gömer. Bu ne biçim savaştır ki; çocuğu anasıyla, genci atasıyla beraber ölüyor!
Bu ırkın Dobruca’ya gelişi de bir ummanın taşması gibi olmamış mıydı? Yüzlerce, binlerce yıl önce, Avar, Peçenek Türkleri gelmişlerdi. Tatar, Kuman ve Karaoğuz Türkleri gelmişlerdi ve yurt edinmişlerdi burasını. Sonra Selçuk Türkleri, Osmanlı Türkleri… 1357 yılında, Oğuz Türklerinin beği olan Dobritçe, bu topraklara adını verdi ve zamanla Dobritçe" Dobruca oldu.

Toprağa bereket, insanlara adalet getirdiler. Işık ve kuvvet getirdiler. Kara toprak yeşillendi, buğday verdi. Yabani ağaçlar aşılandı, meyva verdi. Arılar kovanlara sokuldu, bayrak yücelere dikildi. Itrî’nin tekbiri yankılandı kubbelerde.
Şimdi çekilen, işte o ummanın suları idi.

Leylekler, turnalar geliyor, Türkler gidiyordu. Buğday başaklanıyor, mısırlar tane dolduruyor, tarla yağmurdan sonraki kokusuyla toprağa çağırıyor… Türkler gidiyordu.
Asmalar budanmış, tomurcuklar çiçeğe, çiçekler meyvaya dönüşmüş.. Türkler gidiyordu.
Unutmayın, ayrılanı ayı, bölüneni börü yer!
İçinde köz bulunan külleri, küçük kutulara, çömleklere doldurup yanımıza aldık. Her birimizede bir od kutusu vardı. Birimiz ölüp yitersek öbürümüzün ateşi yanık kalsın diye. İnsanlar bir yerden başka yere göç ederler, ama ocak söndürmek için değil, söndürmemek için. Od taşımanın anlamı budur işte. Amacımız odur ki ocaklar yanar olsun, bacalar tüter olsun. Ocaklar sönerse aile söner, soy-sop söner. Müftü bunun Şamanlıktan kalma bir gelenek olduğunu söyler.
Çok ateş, çok kül… Çocuklar bilmezdi bunun anlamını. Daha öğretmemişlerdi. Kızlara da, erkeklere de evlendikleri zaman verilen öğütlerin başında odu, ocağı söndürmemek" gelirdi.
Göz pınarlarımız kurudu, sevinci unuttuk ama acıya da bağışıklık kazandık.
Bir savaş yılı beş barış yılı kadar yaşlandırır insanı.
Işte size baba nasihati: Şu andan itibaren, nerede olursanız olun, ne durumda bulunursanız bulunun, odumuzu söndürmeyeceksiniz. Bizden sonra, sizden sonra gelenlere de söyleyeceksiniz bunu. Bir gün hepimiz ölürüz, ama kalanlar için yanan ocaklar, tüten bacalar bırakırsak, soyumuz yaşar. Ruhumuz rahat olur…
Göz pınarlarımız kurudu sevinci unuttuk ama acıya da bağışıklık kazandık…
İnsan öldürmeyi her din günah yazar. Soygun, kundakçılık ve anarşiyi her din yasaklar. Ve dinler, inanmış insanları korur, onların daha mutlu olmalarını ister, onun için çalışır.
Namaz, insanı yabanda komaz!
Ölmek kolay, katlanmak zor, görerek katlanmak daha zor!
Gerçek savaşta ihtiyarlar gençleri, barışta ise gençler ihtiyarları gömer. Bu ne biçim savaştır ki; çocuğu anasıyla, genci atasıyla beraber ölüyor!
Rüzgârlı havanın kuytusu, yağmurlu havanın uykusu iyi olurdu ama, uyumakla yol alınmazdı.
Göçte küçükler ağlamaz, dedi Şevki Baba. Sonra ötekilerin duymayacağı bir sesle kendi kendine mırıldandı: ..büyükler ağlar."
İnsanlar bir yerden başka yere göç ederler, ama ocak söndürmek için değil, söndürmemek için.
Kendini kusursuz saymak gururu, günahların en büyüğüdür.
Selim, yaşamanın bir dövüş olduğunu öğrenmişti.
Ekmeğini yalnız yiyen yükünü dişi ile kaldırır.
Göz pınarlarımız kurudu sevinci unuttuk ama acıya da bağışıklık kazandık…
“ Vatan yitirmek gibi dayanılmaz acılar içindeyim…”
“ Ölmek kolay, katlanmak zor, görerek katlanmak daha zor…”
Bir savaş yılı beş barış yılı kadar yaşlandırır insanı.
Oysaki herkez öldürür sevdiğini kimi bir bakışıyla kimi bir öpücükle
-Ne gördün, ne düşünüyorsun?
-Gördüm, sevdim ve içime doldurdum.
Köye girişlerinde dinledikleri o ezan sesini duydular yine.Dalga dalga, uzun uzun yankılar yapan, ibadete çağırmaktan ziyade, Gördüm, duydum, duyuruyorum" diyen o ezan sesini.
-Ölmek kolay katlanmak zor, görerek katlanmak daha zor! diye içini çekiyordu Hacı.
Belki sadece yarımşar dakikalık ara ile umut ve karamsarlık, üzüntü ve sevinç duygularına kapılıyor, bazan da gözlerini bir noktaya saplayarak dalıp gidiyordu.
Umutlanmak kuvveti arttırır.
Bir su iç ve gözyaşlarını içine akıt, yolun sonuna kadar öyle yapmak zorundayız.
…İnsanlar bir yerden başka yere göç ederler, ama ocak söndürmek için değil, söndürmemek için. Od taşımanın anlamı budur işte. Amacımız odur ki ocaklar yanar olsun, bacalar tüter olsun. Ocaklar sönerse aile söner, soy-sop söner."
Ekmeğini yalnız yiyen yükünü dişi ile kaldırır.
Ölmek kolay,
katlanmak zor.
Görerek katlanmak daha zor."
Vatan yitirmek gibi dayanılmaz acılar içindeyim.
Seçiniz: ardınız ateş, önünüz derya.
Unutmayın, ayrılanı ayı, bölüneni börü yer.
Arpa, kepek aş imiş.
Altın, gümüş taş imiş.."
Gerçek savaşta ihtiyarlar gençleri, barışta ise gençler ihtiyarları gömer. Bu ne biçim savaştır ki ; çocuğu anasıyla, genci atasıyla beraber ölüyor !
Ölmek kolay, katlanmak zor. Görerek katlanmak daha zor.
Gerçek savaşta ihtiyarlar gençleri, barışta ise gençler ihtiyarları gömer. Bu ne biçim savaştır ki; çocuğu anasıyla genci atasıyla beraber ölüyor!
Unutmayın!Ayrılanı ayı,Bölüneni börü yer!
Ben baş rahibin dikkatini çektim,sorumluluğunu hatırlattım,dedi müftü.Köydeki kiliseler,hatta şehirdeki bazı kiliseler mabet olmaktan çıktı,komitacı karagahı haline getirildi.Hıristiyanlara kiliselerde &‘panislavist’telkini yapılıyor,düşman yararına bağışlar toplanıyor.Osmanlıya nasıl karşı koyacakları anlatılıyor.Komitacı emrine uymayan ve yardım etmeyen Hıristiyanları’da öldürüyorlar,sonrada suçu bize atıyorlar.
&”Biz anlarız bizden olanları.&”
Rusya ile birlikte Romanya, Sırbistan. Karadağ, Yunanistan orduları, o gün için yetiştirilmiş Bulgar komitacıları, göç kafilelerinin ardından mermi yağdırıyordu. Gülleler lav kusuyor, Meriç yol vermiyor, buzlar çözülmüyordu. Amacı Türklerin doğranması olan bu ırk savaşında, bütün dünya tarihte eşi görülmemiş bir vahşeti seyrediyordu ve Türk tek başına vuruşuyordu.
Geride kalan kümeleri çiğneyerek, ezerek geçen bir başka sel daha vardı : Topla, tüfekle, atla, mızrakla, hiçbir devirde görülmemiş vahşetle, bir soyu kırıp yok etmek için ilerleyen Moskof seli.
Ziştovi’ye geçtiğimiz zaman bir avuç kalmıştık. Türk mahallesine gittik, ama az sonra Türk mahallesini ateşe verdiler, kurşun yağmuruna tuttular. Kılıçtan geçirildi insancıklarımız.
– Ağam, biz öyle facialarla karşılaştık, öyle unutulmaz ve anlatılmaz sahneler yaşadık ki, göz pınarlarımız kurudu, hislerimiz törpülendi; sevinci unuttuk, acıya da bağışıklık kazandık. Yola çıktığımız zaman sayı 273 idi, şimdi sadece 16 kişiyiz !
Oniki ceset ! Hepsi kadın ya da genç kız. Yarı çıplak durumdalar. Çamaşırları yırtılmış. Baldırları kan içinde. Kanlar kurumuş. Bazılarının göğüsleri kesilmiş, karınları deşilmiş, gözleri oyulmuş…
Gerçek savaşta ihtiyarlar gençleri, barışta ise gençler ihtiyarları gömer. Bu ne biçim savaştır ki ; çocuğu anasıyla, genci atasıyla beraber ölüyor !
Leylekler, turnalar geliyor, Türkler gidiyordu. Buğday başaklanıyor, mısırlar tane dolduruyor, tarla yağmurdan sonraki kokusuyla toprağa çağırıyor….. Türkler gidiyordu.
Asmalar budanmış, tomurcuklar çiçeğe, çiçekler meyvaya dönüşmüş… Türkler gidiyordu.
Ocaklar sönerse aile söner, soy-sop söner.
Yüzlerce yıldan beri, binlerce yıldan beri hiç sönmedi ! Nereye gitsek, kül içinde ocağımızdan aldığımız odu taşırız. Onunla tutuştururuz bütün ocakları. Odu ocağı söndermemek bizde kutsal bir gelenektir.
Benim ihtiyacım milletin ihtiyacıdır. Özümün ihtiyacını düşünmem haramdır.
Kendini kusursuz saymak gururu, günahların en büyüğüdür.
Başka devletler, yabancı ülkelerin insanları düşmanlarımızın ne kadar vahşi, ne kadar geri olduğunu öğrenecekler. Yalnız Istanbul’da çıkan gazetelere niye rastlamadık şimdiye kadar? Sonra bizim hariciyecilerimiz niye Karateodori, niye Musürüs niye Fotiades? Aklım almıyor bunu. Hey bre koca Osmanlı! İnsanların tükendi mi? Senin paşaların yok mu? Kara bahtımızı Karateodoriler mi yenecek, düvel-i muazzamada bizi Musürüs ler mi temsil edecek? Bir sözü ile Avrupa saraylarını ayağa kaldıran paşalarım nerdesiniz?
Bizim insanlarımız hep barışık hep iyilikçi idi. Bir selam vereni yiyeceksiz komaz. Devlete güvenir ve de herkes güvensin ister. Silah askere gerek, önce Allah kerim sonra askerim." der.
Ekmeğini yalnız yiyen yükünü dişi ile kaldırır.
Namaz, insanı yabanda komaz!
Ölmek kolay, katlanmak zor. Görerek katlanmak daha zor.
Gerekirse Edirne’ye, İstanbul’a kadar varın. O ulu şehirlere, dağ gibi kubbelere, uzun uzun minarelere ulaşın. Oralarda düşman yoktur. Ak pak insanlarımız vardır. Ak Topraktır orası. Sağ salim varanlarınız, şükür namazında beni de öteki yitiklerle anar, bir dua ederse ruhum şad olur.
Bir su iç ve gözyaşlarını içine akıt, yolun sonuna kadar öyle yapmak zorundayız.
Arpa, kepek aş imiş.
Altın, gümüş taş imiş.."
Konuşkan kadın bu defa yanındakilerle konuştu:
– Yazgısı böyle bizim oğulların, cepheden cepheye koşarlar ama cepheye gitmeyenler de kurtulmaz savaşmaktan. Pulluğu bırakır süngüyü kavrar, süngüyü bırakır yıkılanı onarmaya koşar, az mı çırpındı Elif Ana Rasim’i mektebe medreseye göndermek için! Dedim ya, yazgısı böyle bizim gençlerin. Ağaları askere gidince işler ona kaldı. Sonra komitacılar, sonra savaş, sonra Moskof, sonra göç!
Dobruca’da Anadolu" adını taşıyan köyler… Bir bağlılığın, bir özlemin sembolüdür onlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir