Safâ Mürsel kitaplarından Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi kitap alıntıları sizlerle…
Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi Kitap Alıntıları
&“&”
«Bana öyle geliyor ki, sizlerin hatâsı bilhassa şu noktadan istikametleniyor. Ve çıkış istikameti hatâlı olduğu için elde edilen neticeler, tezatlardan kurtulamıyor. Sizler, İslâmiyet’in esas hükümlerinin üzerinde temelini bulmamış zihniyetle, başka dinlerin ve kavimlerin mecralarından muhassallaşmış neticeler alıyor, bunların üzerinde, zamanın icaplarını mülâhaza ediyorsunuz. Bu hatâdır. Çünkü, dünya yüzündeki dinler arasında müm hasıran İslâmiyettir ki, kendi mensupları için, hayatın iki safhasında da, hükümleri ebedi kıstaslar koymuştur. Münakehat, muamelât ve ukubatın ihtiva ettiği esaslar hâricinde, bir Insanın dünya üzerindeki hayat safhasına giren hangi mevzular kalıyor. Bunu hiç düşündünüz mü? Emin olunuz ki, yoktur. Yalnız yapılacak olan, akıl ve irfanın yolu ve nuru ile, içtihadın vazifesinin, yalnız mahsus olmıyan hususata münhasır olmayıp, örf ve âdâta da müstenit olan, ahkâm-ı mahsusada dahi, içtihadın vazifesini müdrik olmaktır.
Ey Hüseyin Cahid Bey!.. Zat-ı âliniz, bu şekilde zamanın ta gayyürü hâlinde ahköâmın tebeddülü esasını kabul edebilmek cesaretini ve dür-endişliğini göstermiş zihniyet önünde, sâdece şükran ve hayranlık hissetmeden nasıl oluyor da, başka dinlerin çaresizlik içinde tutmaya çalıştıkları bedbaht istinatgâhlar üzerinde dolaşıyorsunuz. Bunu izah edebilir misiniz?
Edemezsiniz, çünkü, sizlerin en büyük hatânız, bizimle hiç bir maddi -mânevi münasebeti olmayan menbaları, bizim için kâbild tatbik kabul etmeniz, yaşadığımız zamana da bu esasa ta göre boyanmış renkli camlarla bakmış olmanızdır…» (27).
Onun bu ifâdeleri, İslâm hukukunu reddedenlere karşı, İslâm hukukunun dinamik mâhiyetini göstermek için ileri sürdüğü beyanları olmaktadır. Ayrıca konu ile ilgili olması bakımından zikretmek gerekir ki, İslâm toplumu için içtihad yapabilme şartlarının neler olduğu Bediüzzaman tarafından etraflıca incelenmiş ve sınırları çizilmiş bir konudur. (Bu metindeki izahların etraflı tahlilini içtihad bahsinde ele alacağız.)
Hüseyin Câhid gibi, İslâm hukukunu donmuş ve yetersiz gören, fakat hatâsının farkında olmayanlara, Bediüzzaman, zamanın değişmesiyle içtimai hayatı tanzim eden teferruattaki hükümlerin değişebileceğini izah ediyor ve İslâm’ın dinamik hukuk mâhiyeti arzeden yapısına karşı onu şükran duymaya çağırıyordu. Zaten Icma-ı ümmet, kıyas-ı fukaha gibi İslâm’ın temel hukuk müesseseleri, bu hukukun hareketli ve tekâmüle müsalt dinamik mâhiyetinden doğan müessseler olarak görülmüştür (28). Yâni, bu hukuk müesseseleri toplumun hukuk alanında ihtiyaç duyduğu mes’elelere yine İslâm hukuku çerçevesi İçinde cevap aradığı kaynaklar olmuştur. Bu tarzın benimsenmesi sâyesinde, ortaya çıkan her yeni şart İslâm hukuku içinde izahını bulabilmiştir.
(27) Kutay, G, Tarih Sohbetleri, ce. 6, 199-200. (28) Gur, A. R., Hukuk Tarihi ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, 86.
«Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak, haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilemez» (1).
Bu ifâdeler hak mefhumuna, ilahiyatçı bir hukuk anlayışı içinde mâna vermektedir. Buna göre hak, mutlak mânada himâye altına alınmış bulunmakta ve kendine has bir orijinallik arzetmektedir çünkü, umumiyetle Batılı mânadaki ilâhiyatçı hukuk uygulamalarında insan hakları dâima, monarșik idarelerin keyfî, istibdadından kurtulamamıştır. Halbuki Bediüzzaman, hak mefhumunun gerçek teminatını İslâm’ın İlâhiyatçı hukuku açısından yaptığı izahta bulmuş ve göstermiştir. Zira, Batı hukukları cemaatin selâmeti için ferdin hukukunu ihmal edebilen bir ölçüyü zulme yol açabilecek bir anlayış içinde benimsemiştir. Ferdî haklar asırlar boyunca tahdit ve tehdit altında tutulmuştur. Halbuki İslâm hukuku ise, adalet-i mahza mülahazasiyle bir ferdin hukukunu bütün Insanlara feda etmeye müsait değildir. Bu ölçü, İslâm’da insan haklarının ne derece korunduğunu gösteren değer hükmü olmaktadır. Batıda ancak XVIII. asırda görülmeye başlayan cezaların şahsîliği yolundaki gelişmeler, bu noktada İslâm’ı on asır geriden tâkip etmek durumunda kalmıştır
(1) Mektûbat, 50.
Bu görüş, dimağa gelen bir fikirden insanın istifade etmesini isteyen bir anlayışın mahsulüdür. Bunun içindir ki, bir söz, vicdana tesir eden bir mâna taşımalıdır. Zira, neticede feyizli fikirler ortaya çıkacaktır. Bunun için Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, «her gelen sözün kalbe girmesine yol verme»melidir. « Mihenge vurmalı» (7), yâni mụhakemeye tâbi tutmalıdır. Kabul veya red iradesi bu takdirde belirlenmelidir.
(7) Münazarat, 9.
(10) Emirdağ Lâhikası, c. 2, 66 – 67.
İslamiyeti daima tecelli ve fikirlerin gelişmesi nispetinde inkişaf edilen şey, onun hakikat Üzerine teesüs etmesi, delile dayanması, akıl ile anlaşması, hakikat üzerinde bulunması ve ezelden ebede kadar birbirine bağlı olan Hikmet’in dusturlarına uygun bulunmasıdır."
-mektubat-
-mektubat-
– İşârat-ül-İ’caz
Bu görüş, dimağa gelen bir fikirden insanın istifade etmesini isteyen bir anlayışın mahsulüdür. Bunun içindir ki, bir söz, vicdana tesir eden bir mâna taşımalıdır. Zira, neticede feyizli fikirler ortaya çıkacaktır. Bunun için Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, «her gelen sözün kalbe girmesine yol verme»melidir. « Mihenge vurmalı» (7), yâni mụhakemeye tâbi tutmalıdır. Kabul veya red iradesi bu takdirde belirlenmelidir.
(7) Münazarat, 9.