İçeriğe geç

Romantik Yalan ve Romansal Hakikat Kitap Alıntıları – Rene Girard

Rene Girard kitaplarından Romantik Yalan ve Romansal Hakikat kitap alıntıları sizlerle…

Romantik Yalan ve Romansal Hakikat Kitap Alıntıları

&“&”

Dostoyevski, bugüne değin kat ettiğimiz yolun tamamını bir cümlede özetliyor. Cervantes’in sarsılmaz sadakatıyla her zaman kendisine benzeyen kahramanından yola çıktık, adım adım, tam bir enkaz olan, kendisini utanca ve köleliğe teslim etmiş, batı hümanizmasının" kalıntılarının üstüne çakılmış gülünç bir fırıldağa benzeyen yeraltı adamına kadar indik.
Nefret duyan kişi, bu nefrette saklı olan hayranlık nedeniyle önce kendinden nefret eder. Bu çılgın hayranlığı başkalarından ve kendisinden saklamak için dolayımlayıcısını yalnızca bir engel olarak görmek ister.
Aynı cehalet, aynı kararsızlık, aynı kişisel tepki eksikliği onları, kendi içlerinden gelen bir telkinin yokluğunda dış çevrenin telkinine boyun eğmeye hazırlamaktadır adeta."
Eleştirinin asla sistematik olamayacağını öne sürmek, hiçbir zaman gerçek bilgi olamayacağını öne sürmekle birdir.
Kendi arzularımızın imgesini ya da karikatürünü tanımamak için, kötü sonuçlarını sezdiğimiz tüm arzuları gayri insanileştiririz. Dosto­yevski’nin isabetle belirttiği gibi kişi komşusunu tımarhaneye gön­dermekle kendi sağduyusuna güven kazanır.
Ama bu mutsuz bilinçler hiçbir zaman yalnızca ve basitçe utancı, küçük düşmeyi ve acıyı arzu etmezler.
Her metafizik arzu kendi ha­kikatine ve arzulayan öznenin bu hakikatin bilincine varmasına doğ­ru ilerler; öznenin kendisi de bu hakikatİn emrine giriyor ve başarısı için işbirliği yapıyorsa mazoşizm söz konusudur.
Adam bir taşın altında saklı olduğunu sandığı hazineyi aramaya çıkar. Birbiri ardına bir sürü taşı kaldırır ama hiçbir şey bulamaz. Bu boş girişimlerden bıkmıştır ama hazineden de vazgeçmek istemez çünkü o çok değerlidir. Böylece kaldırılamayacak kadar ağır olan taşı aramaya başlar – tüm umudunu bu taşa bağlar ve geri kalan gü­cünü bu taşı kaldırma çabalarında harcar.
Arzulayan özne, nesneyi eline geçirdiğinde yalnızca boşluğu kucak­ladığını görür. Dolayısıyla son tahlilde efendi de amacından köle ka­dar uzaktadır. Efendi, hem bir arzusu varmış gibi yaparak hem de ar­zusunu saklayarak Ötekinin arzusunu istediği gibi yönlendirmeyi başarır. Nesneyi elde eder ama bu nesne elde edilmesine izin verdiği için tüm değerini yitirir.
İçsel dolayım evreninde kayıtsızlık basit ve yüksüz bir kayıtsızlık değildir; hiçbir zaman yalın bir arzu yokluğu değildir. Gözlemciye her zaman, kişinin kendi kendine duyduğu arzunun dışa dönük yüzü olarak görünür. Ve kendisini taklit ettiren de bu varsayıl­mış arzudur. Kayıtsızlığın diyalektiği metafizik arzunun yasalarını yalanlamaz, tersine onaylar.
Öfkeyle suçluluk arasın­da zorunlu bir ilişki vardır. Ve bu öfke de en keskin kavrayış yetene­ğinden güç alır.
Başkalarına benzeme duy­gusundan kaçmak için insanlar Öteki’ne göre arzularlar; ikame tanrılar seçerler, çünkü sonsuzluktan vazgeçemiyorlardır.
Ruhun Tanrı’ya doğru atılımı kişinin kendi derinliklerine inme­sinden ayrılamaz. Bunun tersine, gururun içe kapanışı da panik halin­de Öteki’ne doğru kaçıştan ayrılamaz.
Bilinçlerinin yalnızlığında tüm insanlar vaadin yalan olduğunu keşfederler ancak hiç kimse bu deneyimi evrenselleştiremez. Vaat, Ötekilerin hakikati olmaya devam eder. Her birey yalnız kendisinin tanrısal mirastan yoksun olduğunu sanır ve bu talihsizliği gizlemeye çalışır. İlk günah, dinsel bir evrende olduğu gibi tüm insanlığın haki­kati değildir artık: sadece her bireyin kendi sırrıdır, kadirimutlaklığı­nı ve göz kamaştırıcı üstünlüğünü ilan eden öznelliğin aslında sahip olduğu tek şeydir. İnsanların aynı durumda olabileceklerine inanmı­yordum," diyor yeraltı adamı "ve hayatım boyunca da bu özelliğimi bir sır gibi sakladım."
Gurura kapılma eğilimi her zaman olmuştur, ancak modern zamanlarda bu eğilime karşı durmak imkan­sızlaşır, çünkü eşi görülmedik bir örgütlülük ve çığırtkanlık edinmiş­tir. Çağdaş müjdeli haberi" herkes işitiyordur. Kalbinizin ne kadar derinine işlerse, bu olağanüstü vaatle deneyimin dayattığı zalim düş kırıklığı arasındaki karşıtlık da o kadar şiddetlenir.
Ama benliğin tatmin edemediği bu titizlik nereden gelmektedir? Benliğin kendisinden ge­lemez. Benlikten gelen ve yine benliğe yöneltilen bir talebin bu ben­lik tarafından karşılanabiliyor olması gerekir. Demek ki özne, kendi dışından gelen aldatıcı bir vaade kapılmıştır.
Çocukluktan çı­kıldıktan sonra, tüm dönüşümlere şiddetli bir acı eşlik eder.
Zamanı tekrar bulmak, başka­larının kanıları tarafından örtülmüş gerçek izlenimi tekrar bulmak de­mektir; söz konusu kanının başkasına ait olduğunu keşfetmek de­mektir; dolayım işleminin, tam da artık özerk ve kendiliğinden olmadığımız anda, çok canlı bir özerklik ve kendiliğindenlik izlenimi ya­rattığını anlamak demektir. Zamanı yeniden bulmak, insanların çoğu­nun hep kaçtıkları, kaçarak ömür tükettikleri bir gerçeği kabul etmektir: hem ötekilerin gözünde hem de kendi gözümüzde özgün olmak için her zaman ötekileri kopya ettiğimizi kabul etmektir. Zamanı ye­niden bulmak kişinin kendi gururunun birazını yok etmesidir.
Ancak, kendi uyandırdığı bir arzuyu gerçekleştirmemizi önleyen kişiden gerçekten nefret ederiz. Nefret duyan kişi, bu nefrette saklı olan hayranlık nedeniyle önce kendinden nefret eder. Bu çılgın hayranlığı başkalarından ve kendisinden saklamak için dolayımlayıcısını yalnızca bir engel olarak görmek ister. Bu yüzden dolayımlayıcının ikincil rolü ilk plana geçer ve kutsal bir biçimde taklit edilen örnek rolünü, yani asıl rolünü gizler.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Yalanın özü, yalancının saklamakta olduğu hakikate aslında tam anlamıyla sahip olduğunu ima eder. Bir insan, varlığını bilmediği bir şey hakkında yalan söyleyemez; yanıldığı zaman da yalan söylüyor değildir.
Öç alındığı zaman hınç ve intikam arzusu sona erer. Aynı şekilde, kıskanılan nesne ele geçirildiğinde de kıskançlık biter.
Duygunun sürekli yeniden yaşanması, kişiliğin merkezinde gittikçe daha derine gömülmesine yol açar, ama aynı zamanda onu kişinin eylem ve ifade alanının dışına çıkarır. Duygunun ve tepki verdiği" durumun sadece zihinsel bir anımsanışı değildir burada söz konusu olan; duygunun kendisi­nin yeniden yaşanması, başlangıçtaki duygunun yeniden deneyimlenmesidir.
Mutsuz Bilincin ken­disi, bir öz-bilincin ötekine bakışıdır ve her ikisi de kendisidir. Şu halde burada düşmanı yenmenin gerçekte yenilmek anlamına geldiği bir savaş du­rumu vardır ki, bilinçlerin birinde kazanılmış zafer ötekinde yitiriliyordur.
Yalnızca sıradan kişiler ve dehalar "Markiz saat beşte evden çık­tı" cümlesini yazmaya cüret ederler. Basit bir yetenekse bu onur kırıcı yavanlık ya da olağanüstü yüreklilik karşısında geri çekilir."
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Özellikle birini "normal" ötekini "hastalıklı" olarak niteleyeme­yiz. Sağlıkla hastalık arasında her zaman keyfi bir çizgi çeken hep kendi arzulanmızdır."
Arzulayan özne, nesneyi eline geçirdiğinde yalnızca boşluğu kucak­ladığını görür. Dolayısıyla son tahlilde efendi de amacından köle ka­dar uzaktadır. Efendi, hem bir arzusu varmış gibi yaparak hem de ar­zusunu saklayarak Ötekı " nin arzusunu istediği gibi yönlendirmeyi başarır. Nesneyi elde eder ama bu nesne elde edilmesine izin verdiği için tüm değerini yitirir."
En derin ikiyüzlülük erdemden ancak zehirli meyvele­riyle ayırt edilir."
Arzu uğruna ikiyüzlülük, dinsel çilecilik kadar irade ister. Her iki durumda da aynı güçlere karşı gel­mek gerekmektedir."
Gençliğimi sevimli büyük efendilerle geçirdim; onlar günümüzün yaşlı ve kötü gericileri oldular."
Derinliği varmış izlenimi vermeye özen gösterir ve bunu zorlanmadan başarır, diye ekler Stendhal, çünkü gerçekten mutsuz­dur."
Neden insanlar çağdaş dünyada mutlu değillerdir? Stendhal’in yanıtı siyasi partilerin ya da çeşitli "sosyal bilimlerin" dilinde ifade edemez kendini. Bu yanıt burjuva sağduyusunun ya da romantik idealizmin gözünde bir saçmalıktır. Mutlu değiliz der Stendhal, çünkü kibirliyiz."
Başka bir arzuyu kopya eden arzunun kaçınılmaz sonuçları bellidir: "haset, kıs­kançlık ve iktidarsız nefret"
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Gururlu sembolist öznellik dünyaya dalgın bir gözle bakar. Asla kendisi kadar değerli bir şey keşfetmez orada. Dolayısıyla kendini dünyaya tercih eder ve ondan uzaklaşır. Ama bazı nesneleri seçemeyecek kadar da hızlı uzaklaşmaz. Bu nesneler istiridyenin içine giren kum tanesi gibi bilincine yerleşir. Bu en küçük gerçek etrafında bir imgelem incisi oluşacaktır. İmgelem gücünü Ben’den ve de yalnızca Ben’den almaktadır. Görkemli saraylarını Ben için inşa eder. Ve Ben bu saraylarda, sınırsız bir mutluluk içinde eğlenir- ta ki gerçeklik de­nen o hain büyücü, düşün kırılgan yapılarına hafifçe dokunup da on­ları yerle bir edene kadar."
Don Kişot kendini Amadis’in müridi, onun çağının yazarları da kendilerini klasiklerin müridi ilan ediyor­lardı. Kibirli romantik artık hiç kimsenin izleyicisi olmak istemiyor. Son derece özgün olduğuna kendi kendini ikna ediyor. 19. yüzyılda her yerde kendiliğindenlik, taklidi tahtından indirerek bir dogma olu­yor. Stendhal her yerde tekrar tekrar, aldatılmayalım diyor, gürültüy­le ifade edilen bireycilikler içlerinde yeni bir kopya biçimi saklıyor­lar. Romantik tiksintiler, toplumdan nefret, çöle duyulan özlem, tıpkı sür ü ruhunda olduğu gibi, çoğu kez Öteki’ne duyulan hastalıklı bir il­giyi gizliyor yalnızca."
en ateşli taklit en güçlü biçimde inkar edilendir"
Modern duygulara gittikçe daha sık rastlanmasının nedeni de "hasetli doğaların" ve "kıskanç mizaçların" üzücü ve esrarlı bir bi­çimde artmış olması değil, insanlar arasındaki farklılıkların giderek silindiği bir evrende içsel dolayımın egemen olmasıdır."
Kibirli bir kişiyi bir nesneyi arzulamaya ikna etmek için aynı nes­nenin belli bir itibarı olan bir üçüncü kişi tarafından arzulanmış ol­ması yeterlidir. Dolayımlayıcı burada bir rakiptir, kibir önce bu raki­bin rakip olarak ortaya çıkmasına neden olmuş, onun varlığını dile­miştir, sonra da onun yenilmesini istemiştir"
Bir arzuya züppe demek bile onun taklitçi niteliğinin altını çizmeye yeter. Dolayımlayıcı gizlenmemiş, nesne ikinci plana atılmıştır, çünkü züppelik örneğin kıskançlık gibi tek bir arzu türüyle sınırlı değildir. Kişi estetik zevkinde, entelektüel hayatında, giysilerinde, yemeklerinde vb. züppe olabilir. Aşkta züppe olmak kendini kıskançlığa adamak demektir.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Üçgen yapı aşk ve kıskançlıkla olduğu kadar sosyetik züppelikte de açıkça ortadadır. Züppe de bir taklitçidir. Toplumsal kökenine, servetine ya da şıklığına" haset ettiği kişiyi kölece kopya eder
Kendine bir örnek seçme olgusu tüm insanlarda olan kendilerini başkalarıyla karşılaştırma eğilimine bağlıdır ve "her kıskançlığın, her tutkunun temelinde bu tür bir karşılaştırma vardır.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Kibirli bir kişiyi bir nesneyi arzulamaya ikna etmek için aynı nesnenin belli bir itibarı olan bir üçüncü kişi tarafından arzulanmış olması yeterlidir. Dolayımlayıcı burada bir rakiptir, kibir önce bu rakibin rakip olarak ortaya çıkmasına neden olmuş, onun varlığını dilemiştir, sonra da onun yenilmesini istemiştir.
İnsanın zihninin sadece kendi çıkarına" ya da içgüdüsel tavrına uygun düşen izlenimleri kabul edebildiği her yerde bir "organik riyakarlık" var demektir ..
Girard’a göre, kurbanlaştırma ayinleri, topluluk üyelerinin bir günah keçisi"
karşısında yeniden birleşerek (başka bir deyişle birbirleriyle yine mimetik bir özdeşleşme içine girerek) topluluğun bir yıkımın içinden yeniden doğmasını sağlamaktadır.
Herkes kendini cehennemde yalnız sanır ve zaten onu cehennem kılan da budur.
&”Cervantes’in gözünde Don Kişot, görevlerini ihmal eden bir adamdır. Ama çılgınlığı henüz Hıristiyan ve uygar toplumun değerlerine tümüyle ters düşmez. Yanılsama çok göz alıcıdır ama etkileri zararsızdır. Çelişkiye düşmeden diyebiliriz ki Don Kişot roman kahramanların en az deli olanıdır. Ama dolayımlayıcı yaklaştıkça yalan da kabalaşır ve sonuçlan ciddileşir. Yalanı hala kabul etmiyorsak bunun nedeni, renksizden, sıradandan, hatta iğrenç ve acımasızdan yana bir önyargıya sahip olmamızdır, başka bir deyişle onları gerçeklik ölçüsü yapmaktayızdır.&”
&”Arzuyu ve edebiyatın işlevini Flaubert’in ro­manlarıda da buluruz. Emma Bovary, imgeleminin dopdolu olduğu romantik kahramanlar aracılığıyla arzu eder. Genç kızlığı sırasında bir çırpıda okuyup bitirdiği sıradan yapıtlar ondaki tüm doğallığı yok etmiştir.&”
Dostoyevski ve Proust sadizmin taklide dayalı özelliğini anlamışlardır. Aslında kendi kendini alçalttığı, küçük düşürdüğü halde birtakım ucuz işkencecilerden eziyet gördüğünü sandığı şölenden sonra, yeraltı adamı, eline düşen zavallı fahişeye gerçekten işkence eder. Zverkov çetesinin kendisine yaptığını sandığı şeyleri taklit eder; daha önceki sahneler sırasında sancısının bu sıradan figüranlara kazandırdığı tanrısallığa kendisi ulaşmayı ister.
Cervantes’in gözünde Don Kişot, görevlerini ihmal eden bir adamdır. Ama çılgınlığı henüz Hıristiyan ve uygar toplumun değerlerine tümüyle ters düşmez. Yanılsama çok göz alıcıdır ama etkileri zararsızdır. Çelişkiye düşmeden diyebiliriz ki Don Kişot roman kahramanların en az deli olanıdır. Ama dolayımlayıcı yaklaştıkça yalan da kabalaşır ve sonuçlan ciddileşir. Yalanı hala kabul etmiyorsak bunun nedeni, renksizden, sıradandan, hatta iğrenç ve acımasızdan yana bir önyargıya sahip olmamızdır, başka bir deyişle onları gerçeklik ölçüsü yapmaktayızdır.
Ardındaki ruhsal yolculuğun uzunluğu düşünüldüğünde bu cümle daha da güzel görünür… Sadomazoşistin karabasanı da, Don Kişot’un düşü ve burjuvanın yavan yanılsaması kadar kaba bir yalandır. Aslında her zaman aynı yalandır bu. Tapınılan sevimli eziyetçi ne tanrı ne de şeytandır. Yalnızca bize benzeyen bir varlıktır, acısı ve onur kırıklığı yoğunlaştıkça onları saklamak için daha çok çaba göstermektedir.
Romansal deha metafizik arzunun açığa çıkmasını sağlayan bir aşmaya bağlıdır, ama bazı köşeler karanlık kalır, bazı saplantılar romansal ışığa direnir. Bu öteye geçme yeteneği, romanda izleri görülen bir içsel savaşımın ürünüdür. Romansal deha engebeli bir arazide suların yükselmesine benzer. Her yer suya gömüldüğünde bile bazı adacıklar hala su üstünde kalır. Romancı tarafından araştırılan metafizik arzunun uç köşelerinde her zaman kritik bir bölge vardır. Proust’ta eşcinsel arzunun bazı yönleri de romansal açığa çıkarmanın uzun süre beklendiği ancak her zaman kendini tam ortaya koyamadığı bu kritik bölgede bulunur.
Sadizm dolayımlayıcının muazzam itibarını bir kez daha ortaya koyar. İnsanın yüzü cehennem tanrısının maskesi altında kaybolmaktadır şimdi. Sadistin çılgınlığı ne kadar korkunç olursa olsun daha önceki arzularla aynı anlamı taşır. Ve eğer sadist en umutsuz çarelere başvuruyorsa bunun nedeni umutsuzluk anının gelip çatmış olmasıdır.
Dostoyevski ve Proust sadizmin taklide dayalı özelliğini anlamışlardır. Aslında kendi kendini alçalttığı, küçük düşürdüğü halde birtakım ucuz işkencecilerden eziyet gördüğünü sandığı şölenden sonra, yeraltı adamı, eline düşen zavallı fahişeye gerçekten işkence eder. Zverkov çetesinin kendisine yaptığını sandığı şeyleri taklit eder; daha önceki sahneler sırasında sancısının bu sıradan figüranlara kazandırdığı tanrısallığa kendisi ulaşmayı ister.
Metafizik cehennem açısından, mazoşistin yürüttüğü düşünce kusursuzdur. Örnek bir bilimsel tümevarımdır; hatta tümevarım yoluyla akıl yürütmenin arketipi bile olabilir.
Fiiliyatta gerçek mazoşizmle metafizik arzunun tüm şekillerinde bulunan bilinçsiz ve belirsiz mazoşizmi birbirinden ayırmak zordur. Don Kişot’la Sanço dayak yemedikleri müddetçe rahat durmazlar.
İdealist" okurlar, kahramanının yediği olağanüstü dayaklardan Cervantes’i sorumlu tutuyorlardı; ilk romantiklerden daha "bilinçli", daha "realist" olan modem okurlarımız Don Kişot’a mazoşist diyorlar.
Bu karşıt yargılar romantik yenilginin iki zıt ve ikiz şeklidir. Ne Don Kişot gerçek anlamda mazoşisttir ne de Cervantes sadist.
Kendini gösteren her arzu bir rakibin arzusunu uyandırabilir ya da arttırabilir. Dolayısıyla nesneyi ele geçirmek için arzuyu gizlemek gerekmektedir. Stendhal’in ikiyüzlülük olarak adlandırdığı da bu gizlemedir. İkiyüzlü kişi arzusundaki görülebilecek her şeyi, başka bir deyişle nesneye doğru bir atılım olan her şeyi frenler. Oysa arzu devingendir. Başlattığı atılımdan ayırt edilmesi bile pek mümkün değildir. Dolayısıyla Siyah’ın evreninde muzaffer olan ikyüzlülük, arzuda gerçek olan her şeye saldınr. Yalnızca arzunun bu arzu uğruna gizlenmesi efendi ve köle diyalektiğini" kurabilir.
Başlangıçta toplumsal anlamda soyluluk olması için tinsel anlamda soyluluk olması gerekir. Tarihin belli bir döneminde soylu sözcüğünün iki anlamı, en azından kuram düzeyinde çakışmışlardır. İtalya Hikayeleri bu çakışmayı betimler. 14. ve 15. yüzyıl İtalyası’nda en büyük tutkular toplumun en seçkin kısmında doğmuş ve gelişmiştir
Dostoyevski, bazen ileri sürüldüğü kadar özerk ” olsaydı yapıtlarını kavrayamazdık: bilmediğimiz bir dilin harflerini okur gibi okurduk onları.
Batı romanına ait tek bir düşünce yoktur ki Cervantes’te tohum halinde bulunmasın.
Züppe kendi yargısına güvenemiyor, yalnızca başkaları tarafından arzulanan nesneleri arzu ediyordur. Bu yüzden de modanın kölesidir.
Yanılsama iki berrak bilinç arasındaki garip evliliğin bir ürünüdür.
Dolayımcının etkisi kendini gösterir göstermez gerçeklik kavramını yitirir , sağduyu felce uğrar.
Bütün yapısal düşünme biçimleri, insan gerçekliğinin kavranabilir olduğunu varsayar; bir logos’tur bu gerçeklik ve bu yönüyle de doğum halindeki bir mantıktır, ya da yozlaşarak kendini bir mantığa indirger.
Modern duygulara gittikçe daha sık rastlanmasanın nedeni de hasetli doğaların" ve "kıskanç mizaçların" üzücü ve esrarlı bir biçimde artmış olması değil, insanlar arasındaki farklılıkların giderek
silindiği bir evrende içsel dolayımın egemen olmasıdır.
Stendhal okurları modern duygular
olarak adlandırdığı şeyler konusunda uyarır, bunlar evrensel kibrin ürünleridir: haset, kıskançlık ve iktidarsız nefret"

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir