İçeriğe geç

Hüzünlü Dönenceler Kitap Alıntıları – Claude Levi-Strauss

Claude Levi-Strauss kitaplarından Hüzünlü Dönenceler kitap alıntıları sizlerle…

Hüzünlü Dönenceler Kitap Alıntıları

&“&”

Hiçbir şey, gecenin gündüzü izleyişindeki, her zaman aynı ama hiçbir zaman önceden kestirilemeyen biçimler bütünü kadar esrarlı değildir. Ge­cenin işareti, belirsiz ve sıkıntılı, aniden gökyüzünde belirir. Hiç kimse ge­cenin ortaya çıkışında bu kez alacağı ve bütün diğerleri içinde biricik olan biçimi önceden bilemez. Gizlerine ulaşılmaz bir büyüyle, her renk kendi tamamlayıcısı olan renge dönüşebiliyor. Oysa biliyoruz ki, bir palet üze­rinde aynı sonuca varmak için mutlaka bir başka boya tüpünü açmak ge­ rekir. Ama gece için, karışımların sınırı yoktur; çünkü seyrettirdiği göste­ri sahtedir: göğün rengi pembeden yeşile dönüyorsa, bunun nedeni, bazı bulutların canlı bir kırmızıya dönmüş olmasını farketmeyişimdir; ve böy­lece karşıtlık yaratarak bu bulutlar, gerçekte pembe, ama yeni ortaya çıkan rengin canlılığı ile kıyaslanmayacak solgunlukta olan gökyüzünü, yeşil gi­bi göstermektedir. Altın renginden kırmızıya geçiş ise, pembeden yeşile geçişe bakarak daha az şaşırtıcıdır. Gece, demek ki, bir hile ile egemen olur gibidir.
Bilgi bir vazgeçmeye ya da bir değiş tokuşa dayalı değildir; bilgi gerçek gö­ rünümlerin, yani benim düşüncemin özellikleriyle uyuşan görü­ nümlerin seçimidir.
Ke­ şif, bir baştan bir başa yürüdüğünüz bir güzergah olmaktan çok, bir eşelemedir; genelde sır vermeyen ufukların yorumlanabilmesini ve anlaşılmasını sağlayan, geçici bir görüntüdür; peyzajın bir par­ çasıdır, ya da gelip geçerken yakalanan bir düşüncedir.
Kaybettim.
İçimdeki çocuğun mutluluğunu bile kaybettim.
Hiçbir toplum mükemmel değildir. Her biri doğası gereği, ilan ettiği kurallarla uyuşmayan ve belli bir ölçüde, adaletsizlik, duyarsızlık ve zalimlik biçiminde kendini gösteren kimi pislikler içerir.
1988’de yargılaması görülen bu tür bir dava yankı uyandırdı, çünkü kız çocuğu ölmüştü – anlaşıldığı kadarıyla sünnetten ötürü değil de ihmal edilmiş bir olumsuz yan etki yüzünden. Do­ layısıyla darp ve yaralama suçlamasına, tehlike içinde olduğu bilinen kişiye yardım etmeme suçlaması eklenmişti. Ekim 1989 başında, Paris Ağır Ceza Mahkemesi, küçük bir kız üzerinde hiçbir zararlı sonuca yol açmamış bir başka kadın sünneti dava­ sına baktı. Üstelik iki davada da verilen ceza aynı oldu: Erteleme yolu açık olmak üzere üç yıl hapis … Mahkemelerin içine düştük­ leri sıkıntıyı bundan iyi hiçbir şey gösteremezdi: Yapılan işin so­ nucu kötü de olsa, beklendiği gibi de olsa, aynı anda hem mah­ kum etmek hem de bağışlamak zorunda hissetmektedirler kendi­ lerini.
Grup içinde birey ve diğer toplumlar içinde bir toplum nasıl tek başına değilse, insanlık da evrende tek başına değildir.
Yeryüzünün başlangıcında insanlar yoktu, sonunda da olmayacak.
İnsan kendi çevresi içinde yer değiştirdikçe, daha önceden işgal ettiği ve daha sonra işgal edeceği bütün konumları kendisiyle birlikte taşıyor.
Şüphesiz, çok acele bir boyun eğmenin de sakıncalarını görmüyor değilim.
İnsanlar içinde bulundukları koşulların inançları üzerinde etkili olmadığını düşünmek için ya çok saf ya da kötü niyetli olmak gerekir.
Günümüzde Batı ile Doğu arasındaki anlaşmazlık öncelikle bir anlambilim sorunudur.
İnsanlar, coğrafi, toplumsal ve zihni alanlarda kendilerini darda hissetmeye başladıklarında basit bir çözüm yolu onlara çok çekici gelebilir: türlerinin bir bölümünün insanlık niteliğini yadsımak.
Yeni dünya kentleri ise, kronik bir hastalığın pençesinde ateşli bir biçimde yaşarlar; daima genç kalırlar ama hiçbir zaman sağlıklı değildirler.
İnsanlık bu kadar acı veren bir deneyden hiç geçmemişti. Ve bir daha da benzer bir deney yaşamayacaktır.
Her insan, bütün gördüklerinden ve bütün sevdiklerinden kurulu bir dünyaya sahiptir; ve yabancı bir dünyada geziyor ve orada yaşıyor bile olsa, hep ona geri döner.
Toplumsal düzen içinde kendilerine bir yer sağlamak için mevcut tek yolun, ancak umutsuz ve saçma bir girişimle açılacağını, bireylerine öğreten toplumdur.
Sizin el değmemiş hazineleriniz kalmadı artık.
Bir şeye gösterilen rağbetin diğerine ilgiyi azaltacağını sanmak çok yanıltıcı.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Şimdi bir meslek oldu gezginlik;
Felsefe eğitimi zekâyı geliştirirken aynı anda aklı kurutuyordu.
İnsanlar, coğrafi, toplumsal ve zihni alanlarında kendilerini darda hissetmeye başladıklarında basit bir çözüm yolu onlara çok çekici gelebilir: türlerinin bir bölümünün insanlık niteliğini yadsımak.
Sokaklar, kervanların durakladığı yerlere çıkıyor.
Düşler bilgiye dönüştükçe insanın gücü arttı.
İnsanlar şimdi, tarihin yarattığı bir boşlukta korkunun, acının ve açlığın en ilkel güdüleri ile her yöne yalpalamaktadırlar.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Grup içinde birey ve diğer toplumlar içinde bir toplum nasıl tek başına değilse, insanlık da evrende tek başına değildir.
Ruhlar arasında bir sözleşme yoktur.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Hiçbir toplum mükemmel değildir.
Henüz hiçbir şey bitmiş değildir.
Şu göz alıcı ormanların, şu bakir koyların, şu sarp kayalıkların, henüz iki yüz yıl önce, çağdaş dünyanın kaderinin belirlendiği atölyelerin değil de, sadece platonun yüksekliklerinden; sızan birkaç çıplak ayaklı yerlinin mekânı olduğuna inanmak istiyor insan.
Bir bilgisizliğin tehdidi altındaysak, şimdi de biz, herhangi bir toplumun her özelliğini doğal karşılamaya zorlayan bir uzlaşmacılığa düşme tehlikesini yaşıyoruz.
Komplocular gibi uzun uzun bir plan yapıyoruz.
Ama bir kıza kendimi beğendirmek için ne yapmak gerektiğini bilmiyorum!
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Kendi yurdunda etkin olmak için insan diğerlerini anlamaktan yoksun bırakır kendini; ama her şeyi anlamak isteyince de herhangi bir şeyi değiştirmekten vazgeçer.
Bütün bu Davud’ların, İskender’lerin, Sezar’ların, Karolus Magnus’ların; ya da Raşel’lerin, Jüdit’lerin, Pallas ve Arjin’lerin; bu Hektor’ların, Ogier’lerin, Lanselot ve Lahir’lerin kendini beğenmişlikleri, insanlığa hükmedeceklerine olan inançlarından kaynaklanıyordu.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Mitos şöyle: Gonoenhodi, Yüce Varlık, insanı yaratmaya karar verdiğinde ilkin topraktan Guana’ları, ardından da diğer boyları çıkarttı; paylaşımda öncekilere tarımı, sonrakilere ise avcılığı verdi. Yerli Tanrıları dünyasının öteki unsuru Hilekâr ise Mbaya’ların çukurun dibinde unutulduğunu gördü ve onları oradan çıkardı; ama onlara verilecek bir şey kalmamıştı, böylece arta kalan tek işlevi onlar üstlendiler: diğerlerini baskı altında tutmak ve sömürmek. Hiç bundan daha köklü bir toplumsal sözleşme varolmuş mudur?
Tehdit yollu hareketler yapılıyor, hatta kimi zaman kapışanlar oluyordu.
İnsanı tüketen günler geçiriyorduk.
Günümüzde Batı ile Doğu arasındaki anlaşmazlık öncelikle bir anlambilim (sémantique) sorunudur.
Neolitik dönemde insanlık, yazının yardımı olmaksızın dev adımlarla ilerlemiştir; oysa yazı varken, Batının tarihsel uygarlıkları uzun süre durağan kalmıştır.
İktidarının birinci ve başlıca aracı cömertliğidir.
Doğanın güzelliklerine yapmacık bir çirkinlikle karşılık vermek.
İşte nicedir güneşe tapmıyoruz, ayrıca dört yöne büyülü nitelikler, renkler ve erdemler yüklemekten de vazgeçtik.
İnsanlık bu kadar acı veren bir deneyden hiç geçmemişti. Ve bir daha da benzer bir deney yaşamayacaktır,
Anı, bir başka nitelik almış yaşamın ta kendisidir.
Toplumsal düzen, kozmik sıradüzen içindeki yerini aldatmacayla tam olarak değiştiremez.
Karada, elli kilometrelik bir yolculuk sonunda sanki başka bir gezegene ulaşmış olma duygusuna kapılabilirsiniz; oysa 3000 kilometre boy unca Okyanus, hiç olmazsa alışık olmayan gözler için, hiç değişmeyen bir görünüm sergiler.
Bazıları da Hitler’in, koyduğu kurallar iki bin yıl boyunca gerektiği gibi uygulanmadığı için beyaz ırkı cezalandırmak üzere yeryüzüne geri dönen İsa olduğunu ileri sürüyordu.
Eski Dünya’da, insanla toprağın birbirlerini karşılıklı olarak şekillendirdikleri binlerce yıllık yakınlığı temellendiren dikkatli alışveriş, burada hiçbir zaman kurulamamış.
Ahlâki kayguların ve bilimsel kesinliğin zorunlu kıldığı kopma, etnografı kendi toplumunu eleştirmekten alıkoyar.
Evrenin büyük yasaları artık korku verici bilinmezler biçiminde değil de, düşüncenin aracılığıyla işlemekte; bizi, aktörleri olduğumuz sessiz bir dünya yararına egemenliği altına almaktadır.
Başlangıçtaki düzenlilik, hemen yanda, yeni bir sabırsızlığın zorunlu kıldığı yıkmalarla kaybolur.
Maden şehirleri, aynı yangın gibi, kendi özlerini tükettikten sonra oldukları yerde sönüp gittiler.
Ölülerine saygı göstermeyen hiçbir toplum yoktur.
Oysa ilk bakışta tutarsız gibi görünen bütünün içindeki düzen ne tesadüfi ne de keyfidir.
Anı, bir başka nitelik almış yaşamın ta kendisidir.
İlk yolculuğunda Kolomb, Antiller’in kıyılarına vardığında belki Japonya’ya geldiğini, ama ondan da çok, Yeryüzü Cennetini bulduğunu sanıyordu.
Yolcu, artık hiçbir objenin bulunmadığı zenci sanatı galerisini terk etmek zorunda kalıp da, bilinen dünyanın bitpazarındaki gezintilerinde, eskice eşyaların pazarlığıyla yetinen bir antikacıya dönüşmüştür.
Altına doyduktan sonra, dünya, şekere yönelmiştir; ama şeker köle gerektirmektedir.
İller kadar geniş, boş topraklar; insanoğlu bir zamanlar kısa bir süreyle onlara sahip olmuştu; sonra başka yörelere göçtü. Ardında yıkıntılarla, tamamen darmadağınık, yaralı bir arazi bıraktı. Ve birkaç on yıl boyunca tanımadığı bir toprakla boğuştuğu bu savaş alanlarında şimdi, tekdüze bir bitki örtüsü, aldatıcı bir karmaşa içinde yavaşça yeniden doğuyor. Aldatıcı, çünkü yüzündeki yapay saflığın ardında, mücadelelerin anısını ve oluşumlarını gizliyor.
XVI. yüzyılda insanlığın karşı karşıya bulunduğu ikilemlerin, mutlak, kuşatıcı ve çıkış yolu bırakmayan niteliklerini kavrayabilmek için, bazı olayları anımsamak gerekir. 1492 yılında Hispanyola’da (bugünkü Haiti ve Santo-Domingo) yerlilerin sayısı yaklaşık 100.000 civarındaydı. Yüzyıl sonra ise, çiçek hastalığı ve saldırılardan da çok, Avrupa uygarlığının iğrençliğinden ve nefretten öle öle 200 kadar yerli kalmıştı.
Alaycı biri Amerika’yı, barbarlıktan çıkıp uygarlığı yaşayamadan çöküşe geçmiş bir ülke olarak tanımlamıştı.
İller kadar geniş, boş topraklar; insanoğlu bir zamanlar kısa bir süreyle onlara sahip olmuştu; sonra başka yörelere göçtü. Ardında yıkıntılarla, tamamen darmadağınık, yaralı bir arazi bıraktı. Ve birkaç on yıl boyunca tanımadığı bir toprakla boğuştuğu bu savaş alanlarında şimdi, tekdüze bir bitki örtüsü, aldatıcı bir karmaşa içinde yavaşça yeniden doğuyor. Aldatıcı, çünkü yüzündeki yapay saflığın ardında, mücadelelerin anısını ve oluşumlarını gizliyor.
Cevherin tükenmesi -kaldı ki daha önceden potalara gerekli yakıtı sağlayan ormanlar kesilip yakılmıştı-, köleliğin kaldırılması ve nihayet dünyada gittikçe artan talep, Sao Paulo’yu ve onun limanı Santos’u kahveye yöneltmiştir. Önce sarı, sonra beyaz altın şimdi siyahtır.
Altına doyduktan sonra, dünya, şekere yönelmiştir; ama şeker köle gerektirmektedir.
Yolcu, artık hiçbir objenin bulunmadığı zenci sanatı galerisini terk etmek zorunda kalıp da, bilinen dünyanın bitpazarındaki gezintilerinde, eskice eşyaların pazarlığıyla yetinen bir antikacıya dönüşmüştür.
Grup içinde birey ve diğer toplumlar içinde bir toplum nasıl tek başına değilse, insanlık da evrende tek başına değildir.
Henüz hiçbir şey bitmiş değildir;
Evrenin büyük yasaları artık korku verici bilinmezler biçiminde değil de, düşüncenin aracılığıyla işlemekte; bizi, aktörleri olduğumuz sessiz bir dünya yararına egemenliği altına almaktadır.
[…] düşler bilgiye dönüştükçe insanın gücü arttı.
Neolitik dönemde insanoğlu, güvenliğini sağlamak için vazgeçilmez nitelikte birçok şeyi icat etmişti.
Hiçbir toplum mükemmel değildir.
Kendi yurdunda etkin olmak için insan diğerlerini anlamaktan yoksun bı­rakır kendini; ama her şeyi anlamak isteyince de herhangi bir şeyi değiştirmekten vazgeçer.
[…] ahlâki kayguların ve bilimsel kesinliğin zorunlu kıldığı kopma, etnografı kendi toplumunu eleştirmekten alıkoyar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir