Sam Kean kitaplarından İnsan Beyninin Gizemi kitap alıntıları sizlerle…
İnsan Beyninin Gizemi Kitap Alıntıları
&“&”
Nöronal devreler, basit görüntüleri anlam katmanlarıyla doldurup saf haldeki algıları kendi arzularımızla renklendirerek beynimizin gördüğümüz șeyleri yeniden yorumlamasına ve yeniden yaratmasına izin verir ve böylelikle daha büyük birimler olușturacak șekilde her șeyi birbirine bağlar.
Nöronlarımız çevremizdeki dünyayı basitçe kaydetmekten daha fazlasını yapar.
Gözümüzle değil, beynimizle görürüz.
Çocukların beyinleri kendilerini kolayca yeniden șekillendirebilir ve her çeșit yeni bağlantıyı kurabilirler.Dil gibi birçok șeyi sünger gibi emmelerinin sebebi budur.
Bilim insanları sıklıkla insan beyninin șimdiye kadar yapılmıș en karmașık makine olduğunu söyler.
Kronik stres, aksonları ve dendritleri büzebilir ve beynin düșünmesini öngörülemez biçimlerde çarpıtabilir.
Ama onlar öyle zamanlarmıș ki, beyni dağıldı mı adam ölür, iș bitermiș.
Oysa șimdi kafalarında, can bırakmayan yirmi yarayla yine kalkıyor, bizi iskemlemizden itiyorlar.
_William Shakespeare, Macbeth
Bundan sonra olanları midesi kaldıramayacak okurlarımın bir sonraki paragrafa atlamasını tavsiye ediyorum.
Doktorlar artık alkolün yiyeceklerdeki tiyaminin bağırsakta emilmesini engellediğini biliyor. Bu eksiklik, beyinde özellikle glia hücrelerinde değişimlere yol açar. Glia hücreleri, başka görevlerinin yanı sıra nöronlar arasındaki sinapslardaki fazla nörotransmiterleri sünger gibi emer. Tiyamin olmadan glia, nöronları uyaran glutamat isimli nörotransmiteri ememez. Bu fazlalık sonucunda nöronlar aşırı uyarılır ve zamanla ölür.
zihnin bilinci ve karar veren iradesi", aslında bilinçsiz zihnin yapmaya çoktan karar verdiği sürecin yan ürünüdür. Özgür irade, ne kadar inandırıcı olursa olsun geriye dönük bir yanılsamadır ve yalnızca zaten yapacağımız bir şeyi yapmak için bir "istek" duyarız. Gururumuz, sürecin böyle olmadığında ısrar eder. Ama eğer iddia edilenler doğruysa yabancı el sendromu gibi hastalıkların mağdurları, sadece bedenlerinin bir parçası üzerindeki özgür irade yanılsamasını yitirmiş olabilirler. Bir anlamda beynin işleyişindeki gerçeklere geri kalanımızdan daha fazla yaklaşmış olabilirler. Duruma böyle bakınca insan gerçekte aldananın kim olduğunu merak ediyor.
Chuck Polaroidleri karıştırmaya başladığında hiçbir yüzü hatırlayamaz, Tanımıyorum, tanımıyorum, bunu da tanımıyorum." der ama duyguları tanıyordur. Sevdiklerini algıladığında derisindeki elektrik akışı ölçülebilir miktarda yükselir. Zihninin yüzün kimliğine bilinçli erişimi yoktur ama bilinçaltı "Baba, baba, baba, "diye mırıldanır.
Dostoyevski’nin nöbetlerinin öncüsüyse ender görülen ve ona acı verecek yoğunlukta bir mutluluk hissettiren ekstazik aura "dır. Bir dostuna: "Böyle bir sevinç günlük hayatta tasavvur edilemez… kendi içimde ve dünyayla mutlak bir uyum," demiştir. Ancak bu anların hemen sonrasında Dostoyevski, romanlarında da işlediği duygular içinde, kendini berelenmiş, çökkün, kötü hisseder, suçluluk duyardı. Yine de bu sıkıntıya değdiği konusunda ısrarcıydı: "Böylesi bir coşkunun birkaç saniyesi için ömrümün on yılını, belki de daha fazlasını, hatta tamamını bile verirdim," diyordu.
herkesten esneme kapmayız; yakınlarımızın esnemesi, iyi dostların esnemesinden, iyi dostların esnemesi tanıdıkların esnemesinden, tanıdıkların esnemesi yabancıların esnemesinden daha kolay etkiler. Birinin size artık aşık olmadığını sizden ne kadar süre sonra esnediğini ölçerek anlayabilir misiniz acaba?
Son olarak da hiç değişmeyen çok önemli bir soru, peki neden esneriz? Bunun cevabı da belki hiç değişmeyecek: Kimse bilmiyor.
Sırf gülümseme eylemi bile mutluluk veren hormonların artmasına yol açarak bizi neşelendirebilir.
Böbreküstü bezleri, hipofiz bezinin etkinligini kontrol eder, hipofiz bezi kendisini dizginleyecek bir şey olmadığı için deri hücrelerinin içindeki melanini artıran hormonları üretmeye başladı. Melanin derinin rengini değiştirir ve Hoefling’in ten rengi de önce bronza sonra da açık kahverengiye döndü. Böbreküstü bezlerinin alınması sonucunda Nelson sendromu denilen böyle bir yan etkinin ortaya çıkabileceği iyi bilindiğinden durumun bir skandal yaratmaması gerekirdi. Ancak Güney Afrika’da ırk ayrımı vardı. Hoefling yalnızca beyazların binebildiği otobüslerden atıldı. Kocası ve oğlu onu terk etti. Hatta babasının cenazesine katılması bile engellendi. Beyaz toplum onu dışladıkça siyah toplum ona kucak açtı. Hoefling daha sonra ırk ayrımcılığı aleyhinde konuştu.
Fore teolojisine göre ölüyü yemek, ölünün beş ruhunun daha çabuk cennete ulaşmasını sağlıyordu. Dahası, solucanların ve kurtların ölüyü rezil etmesindense sevdiklerinin etini kendi bedenlerine almasının daha insancıl olduğunu düşünüyordu.
Kolun ruhu, uzuv bedenden koptuktan sonra bile yaşayabiliyorsa, bir adamın ruhu da aynı şekilde kurtulabilirdi elbet, değil mi?
lütfen ama lütfen bir tek şeyi unutmayın, beyindeki hiçbir şey katı biçimde lokalize değildir. Beynin yaptığı her şey birçok farklı kısmın birlikte çalışmasına bağlıdır; bir dil noktası", "bellek noktası", "korku noktası", (Allah korusun) bir "tanrı noktası" yoktur.
Beynin bazı bölümlerinin dil ya da başka bir özellik için diğer bölümlere göre daha fazla rolü olduğu doğrudur. İnsanların meramlarını anlatmak ya da bir yeti "için" bir noktadan söz ettiği olur. (Bunu ben de yapıyorum!) Ama belirli bir noktadan bu şekilde söz etmek meseleyi kasten fazla basitleştirmektir.
Depresyon mu beyin kimyasallarında değişikliğe neden olur, yoksa beyin kimyasallarındaki değişiklikler mi depresyona yol açar? Burada muhtemelen çift yönlü bir akış vardır. Ama belirtiler gerçekten de, yalnızlık, tecrit ve çaresizlik duygusunun hepsinin nörotransmiterleri azaltabileceğini, bir bakıma çorbayı* zehirleyip hayati önem taşıyan malzemeleri tüketebileceğini ima eder.
Devrelerdeki mantıksal kapılar bir anlamda statiktir: Her seferinde aynı şeyi yaparlar. Oysa nöronlar statik değildir. Dinamiktirler, zamanla, hatta saatler ve dakikalar içinde davranışlarını değiştirirler. Bazı biliminsanları ve (Platon’dan başlayarak) filozofların da belirttiği gibi, beyni bir kent, nöronları da küçük insanlar olarak düşünmek daha uygun bir benzetme olacaktır. Bir şehirdeki insanlar da pek çok açıdan birbirine benzer, hepimiz yer, içer, çalışır, şikayet ederiz. Her gün farklı etkinliklerde bulunuruz ama olgunlaştıkça davranışlarımızı değiştiririz. Aynı şey nöronlar için de geçerlidir.
Boksörler, Amerikan futbolunda oyun kurucular ve buz hokeyi oyuncuları, kan yoksa sıkıntı yok teorisine dayanarak darbeleri önemsemezler. Ancak her darbe beyni bir anlamda yumuşatır ve sarsıntı geçirme ihtimalini yükseltir. Birden çok darbenin sonucunda nöronlar ölmeye başlar ve dokuda süngerimsi delikler açılır; bireylerde depresyon, kişilik çözülmesi ve intihara eğilim gibi belirtiler gösterir.
Vesalius’tan sonra anatomi kitaplarında, çizimleri mümkün olduğunca, hatta absürtlük seviyesinde gerçekçi yapma modası başladı. Gözlerinin önündeki her ayrıntıya sadık kalarak kopyalayabildiklerini göstermek isteyen bazı ressamlar, kadavranın bağırsaklarında atıştıran sinekleri bile çizime dahil ediyordu. Bir adam cenini çevreleyen amniyotik keseye yansıyan pencere pervazını bile çizmişti. Fabrica ve benzeri anatomi kitaplarını insan derisiyle ciltleyen beyefendiler bile vardı.
Beyin nerede biter ve zihin nerede başlar?"
Czolgosz yirmili yaşlarının ortasında çöküntü geçirmiştir, (bazı tarihçilerin dikkat çektiği gibi) şizofreni hastalığı yaygın olarak bu yaşlarda kendini gösterir.
ABD’de elektrikli sandalyeyle ilk idam 1890’da yine Auburn’de gerçekleştirilmişti. Charles Guiteau’nun deli olduğunda ısrar eden psikiyatr Edward Charles Spitzka’nın gözetimindeki ilk idam, hiç de planlandığı gibi gitmemişti. Mahkum kelimenin tam anlamıyla kızarmış ama bir türlü ölmemiş, yanan saçları ve etinin kokusu küçük odayı kaplamıştı. Spitzka şalterin tekrar kaldırılması için feryat ettiyse de, elektrikçiler jeneratörün yeniden şarj olması için 2 dakika beklemek zorunda kalmışlardı.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Guiteau’nun tuhaf davranışları mahkemeyle de sınırlı değildi. Gazeteler onu hücresinde düzinesi dokuz dolara imzalı fotoğraflarını satarken yakalamıştı.
1200’lerin başlarında Katolik kilisesi, hekimler dahil hiçbir hıristiyanın kan dökmemesi gerektiğini ilan etmişti. Bu yüzden hekimler, cerrahlara kasap gözüyle bakardı.
“Berber – cerrahlar”ı normal hekimlerden ayıran özellik bir şeyleri kesip biçmeleriydi. Güne sabah altıda sakalları traş edip perukları kırkmakla başlayabilir, öğle yemeğinden sonra kangrenli bir bacağı kesebilirdi.
Çoğu memeli ile karşılaştırıldığında, insan beyninin dörtte bu tuhaf bir biçimde şişkindir. Kafa kemiklerinin, yani kafatasının, sertliği beyin için iyi bir koruma sağlarken; iç kısmı şaşırtıcı derecede pürüzlü, köşeler ve çıkıntılarla dolu kafatası sertliği yüzünden tehlikede yaratabilir. Beyin, aslında kafatasının içinde yarı serbest, yüzer durumdadır ve bedene yalnızca en altından, beyin sapına yakın bir yerden bağlıdır. Kafatası ve beyin arasında onu yüzdüren ve tampon görevini gören serebrospinal sıvı çarpma anında ancak belli miktarda enerjiyi emebilir. Bu durumda beyin, kafatasının hareketiyle ters yöne kayabilir ve sabit kemiklere hızla çarpabilir.
Mızrak dövüşünde rakipler alçak, ahşap bir çitle ayrılır, sol omuzları ve kalkanlarını birbirine dönük olarak hücuma geçerdi. Saldırmak için sağ kollarında taşıdıkları dört metre yirmi beş santimetrelik mızraklarını bedenleriyle dik açı oluşturacak şekilde tutmaları gerekiyordu. İyi bir darbe yalnızca rakibi sarsmıyor, onu arkaya doğru itiyordu. Üstelik çoğu zaman darbenin gücüyle mızrak da kırılıyordu.
Kral ikinci Henri hiçbir zaman tahta geçmek üzere yetiştirilmemişti; ancak daha yakışıklı ve çekici olan ağabeyi bir tenis maçında öldükten sonra veliaht olmuştu. Krallığın ilk yılları zorlu geçmişti. Protestan casusları paranoya haline getirerek “Lutherci pisliklerin” dillerini kesip, onları kazıklarda yakarak tüm Fransa’nın nefretini kazandı.
Beyindeki küçük kusurların tuhaf ama etkileyici sonuçları oluyor. Bu kusurlar bazen dil ya da bellek gibi genel sistemleri silerken bazen de daha belirgin özellikleri yok ediyor. Küçük bir nöron düğümünü yok ettiğinizde bütün yiyecekleri bilen biri, sadece meyve ve sebzeleri tanıyamaz hale gelebiliyor. Bir başka düğümü yok ettiğinizde, kişi okuma yeteneklerini kaybetmesine rağmen hala yazabiliyor. İnsanın gövdesine hayali bir üçüncü kol ilave eden ya da kolunun ucundaki elin başka birine ait olduğuna inandıran bozukluklar da var. Bu tip kusurlar, beynin nasıl geliştiğini gözler önüne seriyor.
Fransa Kralı 2. Henri, tıp tarihinde dönüm noktası sayılabilecek en önemli bakanlardan biridir. Onun acıları dört yüzyıl boyunca sinirbiliminin neredeyse her önemli temasının habercisi olmuştur.
Uyku felci, tam tersine, beynimizin işleyişinin doğal bir yan ürünüdür ve özellikle insan beyninin üç ana bölümü arasındaki hatalı iletişimin sonuçlarından biridir.
Beynin derinliklerindeki gri madde kümesi olan talamustaki lezyonlar aynı anda gülme ve ağlamaya yol açabilir.Bunun aksine bir başka iç yapı,singulat kıvrımı harap olduğunda insanlarda duygusal boşluk oluşur.
Depresyon mu beyin kimyasallarında değişikliğe neden olur,yoksa beyin kimyasalların’daki değişiklikler mi depresyona yol açar.
Beynin merkezindeki talamus, bilgi simsarlığı yapar. Beyinden gelen bilgileri alır, analiz eder ve beynin her yerine iletir; beynin farklı bölgelerini eski moda bir telefon santrali gibi bir araya getirir.
Her beynin ve her zihnin kendine özgü coğrafyası var.
Akıl olmadan duygular körse, duygular olmadan da aklın topal olduğunu söylemek mümkündür.
Beyin gülümsemeyi iyi vakit geçirmeyle ilişkilendirilir, yani gülümseme devreleri aydınlandığında, keyif devreleri de sıklıkla aydınlanır. Somurtma ve kendini kötü hissetmede de benzer şekilde çalışır.
Teknik olarak beynin bir parçası olmayan hipofiz bezi, beynin güney kutbunda Antartika’nın nörolojik dengidir.
Beyincik zerafet ve isabetliliği mümkün kılar. Hareketlerin zamanlamasını kontrol etmeye yardım eder, yürümenize, konuşmanıza, zıplamanıza ve düzgünce yutkunmanıza olanak verir.
Sinir sistemi, doğaçlama emirlere ince ayarlar yapmak ve sinyalleri yeni vebkarmqsik biçimlerde birleştirmek için geribesleme döngülerini de kullanır.
Gerçeklik ne kadar gerçekçi olabilirdi? Ladd’in yaptığı deney bir bakıma psikolojikti de: Beynin bir maskeyi deri sanmasını sağlayabilir miydi? Yüzlerimiz sıklıkla benliklerimizle bir tutarız. Ladd de bir kurşunun parçaladığı bir yüzü eski haline getirerek, askerlere kimliklerini geri kazandırmaya çalışıyordu.
Olumsuz deneyimler de bağlayabilir nöronları birbirine. Bir keresinde korku yaşadığınız bir sokağa bir daha girdiğinizde, kokular ve gölgeler korku devrelerini tekrar uyaracaktır.
1800’lerin başlarında toplum görme engellilere oldukça aşağılayıcı davranıyordu. Görme engellilerin çoğu kendine bir tas bulup dilenciliğe başlıyordu. Şanslı olanlar gezici karnavallarda çalışırdı. Körlere eşek kulakları veya büyük sahte gözlükler takılır, sahneye itilirlerdi. Ellerinde bir senaryo olmadan oradan oraya sendelerlerdi; eğlence, oyunun fiyaskoyla sonuçlanmasını izlemekte yatardı.
Beyin nerede biter ve zihin nerede başlar? Bilim insanlarının buna henüz bir cevabı yok. Fiziksel bir beyinden bilinçli bir zihnin ortaya çıkması hala sinirbilimin temel paradoksudur.
Sürüngen beynin derinliklerinde yer alan pons, beyin sapındaki iki buçuk santimetre boyundaki bir tümsektir. Pons, uyuduğumuzda memeli beyninden primat beynine sinyal göndererek rüya görmemizi tetikler. Aynı şekilde rüya görme sırasında hemen altındaki omuriliğe de kasları gevşeten kimyasalları üretmesi için mesaj gönderir. Bu geçici felç, kabuslarınızın eyleme dönüşmesini önler.
O halde beynin özel metafiziği, fiziksel gerçekliğe baskın çıkıyordu.
…..
İlerleyen araştırmalar fantom uzuvların odağını vücuttaki parçalardan beynin kendisine kaydırmıştır.
Yıllar önce Yetenek Sizsiniz" programında bir yarışmacı vardı. Bu yarışmacı kekeme idi. Fakat şarkı söylemeye gelmişti. Şarkıyı kusursuz söylemişti. Hiç takılmadan tüm kelimeleri doğru tonla telaffuz edebiliyordu. Kitaptaki şu alıntıyla aslında bunun bir "yetenek" olmadığını anladım:
"İlginç olan, üç kelimeyi bir araya getirmekte zorlanan bazı insanlar gayet güzel şarkı söyleyebilirler. Melodi ve ritim bir şekilde hasarlı devreleri aşıp dil üretimini başlatabilir. &‘Ben-salam-severim’ diye kekeleyen biri saniyeler sonra şakıyabilir… Benzer bir şekilde, duygular da ölmüş dil devrelerini yeniden canlandırabilir…. Bunu hiçbir zaman isteyerek yapmazlar. Şarkı söyleme, konuşma ve küfretme arasındaki çözümlemeler bir kez daha beynimizde tek bir konuşma merkezi olmadığına işaret eder…"
Bugün Korsakoff sendromu, beyin hasarına bağlı olarak yalan söyleme alışkanlığı olarak iyi bilinen bir rahatsızlıktır. Gerçeği söylemek gerekirse oldukça eğlenceli bir kara mizah da olabilir. Bir Korsakoff hastası, Marie Curie’nin neyle ünlü olduğu sorulduğunda, Saç stiliyle" diye cevaplamıştı…
Arada sırada uydurdukları palavraların dışında Korsakoff hastalarının çoğu akla uygun, hatta sıradan yalanlar söyler. Hayat hikâyelerini bilmediğiniz sürece palavracı olduklarını asla anlayamazsınız… İsterseniz yalanlarını bin kere yakalayın, yine de yalan söylemeye devam ederler. Belirgin ya da gizli bir sebep olmadan bu şekilde yalan söylemeye konfabulasyon (masallama) denir.
Fuar’ın her yeri elektrikle aydınlatıldığı hâlde kliniğe tesisat döşenmemişti.
Beyin kimyası söz konusu olduğunda, neden ve sonucu birbirinden ayırmak zordur. Depresyon mu beyin kimyasallarında değişikliğe neden olur, yoksa beyin kimyasallarındaki değişiklikler mi depresyona yol açar?
Beyin kimyası söz konusu olduğunda, neden ve sonucu birbirinden ayırmak zordur. Depresyon mu beyin kimyasallarında değişikliğe neden olur, yoksa beyin kimyasallarındaki değişiklikleri mi depresyona yol açar? Burada muhtemelen çift yönlü bir akış vardır. Ama belirtiler gerçekten de, yalnızlık, tecrit ve çaresizlik duygusunun nörotransmiterleri azaltabileceğini, bir bakıma çorbayı zehirleyip hayati önem taşıyan malzemeleri tüketebileceğini ima eder.
Penfield akıllı bir doktorun sevdiklerini asla ameliyat etmemesi gerektiğini biliyordu; onları ameliyat masada yatarken görmek en katı elin bile titremesine yol açabiliyordu.
Epilepsi nöbetleri birçok nedenle tetiklenebilir: kötü bir parfüm kokusu, yanıp sönen ışıklar, oyun taşları, renkli küpler, üflemeli çalgılar, parazitler.
Utandırıcı olabilmesine rağmen krizler her zaman kişinin yaşam kalitesini düşürmez ve bazı ender durumlarda insanlar fayda bile görür. İlk nöbetlerini geçiren bazı hastalar aniden çok daha iyi resim yapabildiklerini ya da artık şiirden anladıklarını hissedebilir.
Her beynin ve her zihnin kendine özgü bir coğrafyası vardı. Üstelik beyindeki bölgeler kıta levhaları gibi kaydığından beynin coğrafyası da zamanla değişiyordu.
Penfield’e göre zihin beynin ötesinde yatıyordu, bu nedenle hakiki düşünme, asla bir beyni kandırılarak yapılamazdı.
Akıl olmadan duygular körse, duygular olmadan da aklın topal olduğunu söylemek mümkündür.
Bir nöronun aksonları, bir sonraki nöronun dentritlerine bir elin yüz parmaklı bir eldivene girmesi gibi uyuyordu." Bu da tek bir anlama gelebilirdi: Nöronlar aksonlarla konuşuyor ama dendritlerle dinliyorlardı. İletişim için ikisi de gerekliydi.
1900’e gelindiğinde iki sinirbilim ordusu birbirine cephe aldı. Golgi’nin retikülcüler"i ve Cajal’ın "nöroncular"ından oluşan ordulari her geçen yıl birbirinden daha fazla nefret etti.
Tarih küçük muzipliklere bayılıyor olmalı ki, Golgi ve Cajal 1906 Nobel Ödülü’nü paylaşmaktan kaçamadılar. Cajal sızlanıp, "böylesine zıt karakterli bilimsel düşmanları aynı bedeni paylaşan Siyam ikizleri gibi eşleştiren kaderin zalim cilvesi"ne yandı. Ödül konuşmalarında ikisi de ama özellikle Golgi, karşı tarafın "berbat hataları" ve "kasıtlı ihmalleri"ni anlatarak birbirlerini yerin dibine soktular. Bunun bir barış ödülü olmadığı kesindi.
Bir el ampüte edildiğinde neler olduğunu düşünelim: Önce beyin haritasında büyük bir bölge kararır. Ancak kilit nokta bu bölgenin boş kalmamasıdır. Beynin değişebilme özelliği sayesinde, bitişik bölgeler el bölgesini ele geçirebilir ve o bölgenin nöronlarını kendi amaçları doğrultusunda kullanabilir.
Elinizin noksan olması durumunda genellikle burayı gasp eden, kaynağa aç olan yüz bölgesi olur.
Beyin gücünün ciddi bir kısmını görmeye ayırırız ve dolayısıyla ona diğer duyularımızdan çok daha fazla güveniriz; gözünüzle gördüğünüze inanırsınız. Bu nedenle göz, bir uzvun tekrar hareket ettiğini görürse beyin de onun hareket edebileceğine inanır.
Doktorlar, Henri’ye zorla ravent ve yakılmış Mısır mumyası kalıntılarından yapılmış bir iksir içirdiler.
Bu olay Pare’ye kadim otoriteler ne derse desin, deney yapmayı ve sonuçları bizzat gözlemlemeyi öğretmişti Bu değişim özünde sembolik de olsa Pare,bütün çağrışımlarıyla karanlık bir döneme ait olan kızgın yağı kullanmayı bırakarak, tıbbi bilgiyi inanca dayandıran ortaçağ mantığını da terk etmiş oluyordu.
Berber-cerrahlar"ı normal hekimlerden ayıran özellik bir şeyleri kesip biçmeleriydi. Güne sabah altıda sakalları traş edip perukları kırkmakla başlayabilir; öğle yemeğinden sonra kangrenli bir bacağı kesebilirlerdi. 1200’lerin başlarında Katolik Kilisesi, hekimler dahil hiçbir hıristiyanın kan dökmemesi gerektiğini ilan etmişti. Bu yüzden hekimler cerrahlara kasap gözüyle bakardı.
Beyin nerede biter ve zihin nerede başlar? Bilim insanlarının buna henüz bir cevabı yok. Fiziksel beyinden bilinçli bir zihnin ortaya çıkması hala sinir bilimin temel paradoksudur.
Eğer beynin sürüngen bölümlerinin derinliklerindeki kimyasallardan yola çıkarak kimyasallardan hücrelere, hücrelerden devrelere, oradan loblara ilerleyebilirsem, insan zihninin eşsiz diyarının yani doğaüstüne duyulan inancın içyüzünü anlayabileceğimi gördüm.
Nöronlarımız çevremizdeki dünyayı basitçe kaydetmekten daha fazlasını yapar.
Nöronal devreler, basit görüntüleri anlam katmanlarıyla doldurup saf haldeki algıları kendi arzularımızla renklendirerek beynimizin gördüğümüz şeyleri yeniden yorumlamasına ve yeniden yaratmasına izin verir ve böylelikle daha büyük birimler oluşturacak şekilde her şeyi birbirlerine bağlar.
Gözümüzle değil, beynimizle görürüz.