İçeriğe geç

Duygu Keşifleri Kitap Alıntıları – Banu Yaşar

Banu Yaşar kitaplarından Duygu Keşifleri kitap alıntıları sizlerle…

Duygu Keşifleri Kitap Alıntıları

&“&”

İnsanlar göründüğünden çok daha fazla acı çekiyor,görünenden daha fazla yaraları var.
Sakladıklarınla karşılaşmak sadece başlangıçta canını acıtır.Sonrasında,tanıdık eski bir dost gibi ,uğurlarsın onları,kapıdan birer birer…
Ne kadar muhtacız sıcak sevgilere..
Bitse de bir gün, yine de yaşamak isterdim,gelen ve gelecek olan,biten ve bitecek olan her şeyi.Görmek isterdim tüm gördüklerimi ve göreceklerimi,yine sevmek isterdim,tüm sevdiklerimi…
Kaybedeceğini bildiklerini aramak ömür boyunca…
Her şeyin bir ömrü var,hayatın,ilişkilerin,dostlukların,tüm dokunduklarının ve tüm hayalini kurduklarının,bütün kırgınlıklarının ve tüm yürek yaralarının da bir ömrü var…
Bizi inciten taraflarını değiştirmenin en iyi yolu onu önce kabul etmektir.
Biriktirdiği tüm anılarla konuşsak…
Her verilen ve her gelen kendi hikayesiyle geliyor, kendi yazgısıyla uzaklaşıyor hayatımızdan…
Oysa hayatı fark etmek, ondan lezzet almak, anı ve içindekileri hissederek yaşamak, en önemlisi sevebilmek için yavaşlamak gerekiyordu. Ancak yavaşladığında hissedebiliyordun yanındakini ve onun yüreğini… Onun şu an burada ve seninle olmasının kıymetini, ancak durup bakabildiğim görebiliyordun.
İnsanın kendine açtığı çukurdan ve yaralarından kurtulmasının bir yolu da, kendini dinlemeyi bırakıp, yaralı ve ihtiyaç içinde olan diğer yürekleri dinlemesi, onlara yardım etmeye çalışmasıdır. İnsan iyileştirirsen iyileşir, yardım ederken, yardım görür, elini uzatırsa, bir el uzanır, dua edip isterse, bir cevap gelir.
İnsan sadece kendisiyle ve düşünceleriyle uğraştığı sürece daha yalnız ve mutsuz olacağa benziyor. Mutlak mutluluğu burada ararken kendi boşluğunda kaybolmaya doğru gidiyor
Mutlak mutluluğu ve tamamlanmışlık duygusunu buraya, yani dünyaya ait bir durum olarak algılayıp, onu bu topraklarda, dünya şartlarında arıyorlar. İnsan kaybettiği şeyi yanlış yerlerse aradığı zaman daha çok yoruluyor, daha çok yaralanıyor.
Mazohistçe olmayan hüzünler insana kendi hikayesini okurdu… Dinlemeye cesaretimiz varsa eğer, hüzünden kaçmayız, onu dinleriz…

O kalıcı bir misafir değildir, emanetini bırakır ve gider… Sende kalması öğrenme hızına ve anlama kabiliyetine bağlıdır. Direndikçe yeni hikayeler anlatır sana…

İnsan acı çekerken ne çok şeyi yeniden fark ederdi…
Sanırım o zamanlar sabır baki, ömür baki gibi geliyordu bana…
Geçen zamana bakıp uğruna ödediğin bedellerin karşılığında asla memnun olunmamış yüz ifadelerini görmek… Yine memnun edememek…
Sesini çıkarmadığın, yüreğinin acıtılmasına izin verdiğin için yaşanan sahte bir mutluluk hali… Aslında onaylamadığın, fikirlerini sevmediğin, sözleriyle yorulduğun, yaralandığın insanlara gerçekte ne hissettiğini söyleyememenin ağır yorgunluğu…
Kendi kendine kalamayan, hayatını bir kişiye endeksleyen, onsuz yapamayacağını ve yaşayamayacağını düşünen kişilik yapısı bağımlı kişilik olarak tanımlanır.
Savunmaya geçmek haklı çıkmaya çalışmak yerine kendimizi doğru ifade etmeye çalışmalıyız.
Her insan ailesinin bazı tutumları hakkında olumsuz fikirlere sahip olabilir ama bunu eşinden veya bir arkadaşından duymak onu savunmaya iter.
Öncelikle evliliğe hüsniyetle başlamak çok önemlidir. Eşler birbirini güç savaşının karşı tarafı olarak algılamak yerine, artık aynı tarafta ve aynı safta olmanın gücünü hissetmelidir. Rakip olmak yerine ekip olmanın duasını yapmalıdır.

Nefsin ve haklı çıkma arzusunun gezindiği yerlerde sevgiyi ve hakkı korumak güçleşiyor. Gençler çoğu zaman fark edemedikleri bir tarafgirliğin içinde buluyorlar kendilerini.

Yiyecekleri yiyoruz ve nimetleniyoruz yerine tüketiyoruz diyoruz.

Kelimeler ise düşüncenin şifreleri…

Onlara maalesef ki, tüketebilecekleri bir hayat bırakıyoruz. Çalışarak kazanacakları, emeğin tadını hissedecekleri, tüketmeden üretecekleri, boşa harcamadan kazanacakları bir dünyayı öğrenebilseydik keşke… Her şeye sahip olmak yerine, değer vermeyi, korumayı anlatabilseydik… Tonlarca bilgiyi yüklerken zihinlerine, birazcıkta hikmet karıştırabilseydik…

Ne zaman ki vazgeçer hesap sormaktan ve sorgulamaktan, işte o zaman yüreği daha bir sakinleşir. Onları verdikleri yanında vermedikleri konusunda da kabul etmedikçe bu hesabın bitmeyeceğini bilir.
Aslında ne çok roller taşıyoruz kimliğimizde… Birilerinin annesi, bir başkasının eşi, arkadaşı, kayınvalidesi, kız kardeşi ve babası oluyoruz. Anne olmayı öğrenirken, yaşamaya çalışırken, evlat olmanın da ağır imtihanını yaşayabiliyoruz. Aynı anda gel çocuk hem de anne olmanın anlamını çözmeye çalışıyoruz. Annemizle hikayemiz devam ederken, anne olmanın sorumluluğuyla savaşıyoruz. Çocuğumuza davranışımızı, yanlış ve doğrularımızı sorgularken kendimizle hesaplanırken, annemizin ve onun davranışlarının, sözlerinin izleriyle yüzleşiyoruz.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Şefkatini hissetmeyi isterken, hep suçlanan olmaktan o kadar yorulmuştu ki…

Aralarındaki ilişki onun iyi çocuk olmasına ve denileni itirazsız yapmasına bağlı olarak sürüp gitmişti. Ne kadar iyi hizmet ederse o kadar az sorun yaşıyordu.

Annesine iyi davranmakla ve onu incitmemekte yükümlü olduğunu çok iyi biliyordu. Ama bir de içindeki o kocaman anne sevgisine duyduğu ihtiyacı susturabilseydi, ne güzel olurdu.

Anne sevgisini anne dilinin sıcaklığında hissedememiş her yürek kendini şu koskoca dünyada, kalabalıklar içinde bile yalnız hissetmez miydi?

Hep yapamadıklarımı değil, bir kere de yapabildiklerimi söyle.

Altmış yaşına da gelse, insan aslında bir yönüyle hep çocuktur. O da birisinin çocuğudur. İnsanın bu yönü her zaman ortaya çıkmaz, kendini göstermez. Ne zaman ki, çok savunmasız, korunmasız ve yalnız hissetse yüreğini, o zaman bir çocuğun ağlaması ve bağırması gibi kendi sesini duyurur muhatabına…

Televizyon dizilerindeki hayatlar, ergenlik döneminde kurulan, her şeyin çabuk değiştiği ve istediğimiz gibi olduğu hayallere benziyor. Aynı zamanda görüntüde hiç çaba gerektirmiyor.

İnsan hayalleriyle güçlüdür sözüne belki de en çok ben inanıyorum, ama seyrettiğimiz diziler özellikle de bizi yaşamaktan kaçtığımız ve belki de korktuğumuz hayatın içinde koparıp, sanal bir gerçekliğin kollarına bırakıyor. Orada her şey çok kolay elde edilebiliyor.

Emek vermek, fedakarlık gibi duygular ise birer zayıflık ve saflık olarak sergileniyor. Sürekli olarak her şeyden kolay vazgeçilebilir, her şeyin yeri doldurulabilir imajı veriliyor.

Hayatın gri tonları daha fazla hakim hayatımıza ve kişiliğimize.

Karşısındakinden insan üstü beklentilere girer. Hata yaparsa, beni kırarsa ne yaparım diye düşünür. Yeniden güvenmek, yeniden inanmak zor gelir, sarsılır, öfke duyar kendine ve ona.

Bağlılık sağlıklı bir süreçtir. İnsanın bağlanmaya ihtiyacı vardır.

Bağlılık insanı geliştirir, büyütür, güven verir, birçok duyguyu ve hayatı öğretir. Kendimize başkalarının gözlerinden bakmayı gösterir.

Hayatımıza giren ve zaten hayatımızın bir parçası olan insanlara bağlanırız, onlar gelirler, ne öğrenmemiz gerekiyorsa, görevlerini yaparlar, öğretirler ve giderler … Bazen sessizce, bazen de fırtınalı bir şekilde

Bağımlılık ise aksine sağlıksız bir durumdur. Endeksli bir yaşamı simgeler.

İnsan yaşadığı her anı, yeniden öğrenir… Kendini yeniden tanımlar. Her yıl biraz daha büyür duyguları… Kainattaki her şeyle, herkesle be kendisiyle ilişki kurar. Hatalarından ve sıyrıklarından öğrenir hayatı. Sever, bağlanır, güvenir, yıkılır, acı çeker ama, bu duygularla tekrar ayağa kalkmayı ve yürümeyi öğrenir. Ne zaman ki, bir şeye endekslese kendini, bağımlı olsa, yaşadığı alanı daraltır, kendine çizdiği küçücük dairenin içinde nefes alamaz olur. Kendine ve duygularına eziyet eder.

Bağlanalım sevdiğimiz insanlara, ama onlara bağımlı olmayalım, her duygumuzu onlara endekslemeyelim.

Gerçek özgürlük, kaybetme korkusuna rağmen, sevmeye devam edebilmektir…

Aslında cevabını bildiğin bir soruyu başkalarına sorarken, bildiğin gerçekliğin dışında bir seçenek daha olmasını dilersin. Bildiklerinin acı vericiliği, bilmediklerini cazip kılar. Bilmediklerinde aradığın cevabın olduğunu ümit edersin.
Büyürken halının altına attığın ve ertelediğin onca yaşanmamış duygunun ve söylenmemiş sözün acısı…

Niye aynı hataya düşünüyorum, niye hep aynı yerde buluyorum kendimi diye yakındığında, biriktirdiklerinin ayağına takıldığını fark edemezsin bile…

İnsan güven duyduğunda ve olduğu gibi kabul edildiğinde savunmalarını daha az kıllanır. Gerçek benliğiyle daha çok muhatap olur. Ve onunla daha çok muhabbet eder. Küçük bir çocuğu sever gibi sever içindeki kendini.

Yaratılan her şeyle beraber, sevilerek yaratılmış olmanın derin huzurunu yaşar…

Olumlu düşündüğünüz olaylarda her şeyin kolaylaştırınız ve çabuklaştığını fark ederiz. Bunun tam tersinde ise bazen küçücük bir problemin ya da vesvesenin içinde boğulur gideriz.

Kişisel algı o kadar görecelidir ki, aradan geçen zamanla birlikte, kendi düşünce ve duygularımıza bile yabancılaşırız.

Terapistin asla nasihat edici bir rolü yoktur. O, danışanının yapacağı yolculukta doğru soruları sorarak, iyileşmenin önündeki tıkanıklığı ve engelleri kaldırmaya çalışır. Kişinin mendi önünde duruşlarını, sağlıklı olmayan savunma mekanizmalılarını ona göstererek, yolculuğu kolaylaştırma görevini üstlenir.

Sürekli tekrarlanan düşünce ve davranışlarının altında daha önce hiç fark etmediği nice korku ve savunmalarının olduğunu fark eder.

Kendimizi iyi ve keyifli hissettiğimiz zamanlarda hayat ve içimde yaşadığımız her şey daha az yorucu ve daha az can sıkıcıdır.
Aynı hikayenin hayatımızda neden tekrarlandığını ve aynı sorulara neden sürekli maruz kaldığımızı yavaş yavaş anlamaya başlarız. Korktuğumuz şeylerin neden bir yazgı olarak sürekli karşımıza çıktığını, bu tekrarlanışlarla bize neyin öğretilmek istendiğini keşfetmenin tadını alırız. İnsanlarla nasıl ilişki kurduğumuzu, zorda kalınca nasıl katçığımızı, acılarla nasıl baş ettiğimizi ve hayatı nasıl ertelediğimizi de bu yolculukta keşfederiz. Aynı zamanda, kendi hikayemizdeki tekrarların, aynı yola çıkan tıkanışların da farkına varmaya başlarız.
Bir uçta aşırı koruyucu ve verici davranarak kendi sorumluluklarını almalarına engel olabildiğimiz gibi, hakları olan koşulsuz sevgi ve güveni onlardan esirgeyerek de, hayata en baştan zayıf ve güvensiz başlamalarına sebep olabiliriz.
Biz içinde ben olma çizgisi öyle bir sınırdır ki, tanımlamak kadar, yaşamak da zordur. İnde bir beceri gerektirir. Kendin yok olmadan, diğerinin kimliğinde erimeden ve bunu yaparken de hırçınca bir varoluş sergilemeden, yaradılışının sana sunduğu özel yönlerini tanımak ve yaşamak…
Biriktirdiği tüm anılarla konuşsak, adlarını koyup yerlerini değiştirsek…
Bizi inciten taraflarını değiştirmenin en iyi yolu onu önce kabul etmektir.
İnsanoğlu çoğunlukla sevgi konusunda bencildir. Olduğu gibi sevmek riskini yaşamak istemez… İstediğim, hayal ettiğim gibi olursan severim şartlı refleksini dayatır karşısındakine…
Zamanında söylemeyen her duygu sonrasında misliyle çıkar.

Ne kadar olumsuz olursa olsun içimizdeki sesin aslında ne demek istediğini, neye ihtiyacı olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını doğru okumanın büyütücü etkisini kaçırmamız gerekli.

Biz olmanın içinde sağlıklı bir ben olaya çalışırız.

Bizi bizden daha iyi bilen, çizdiği yolun virajlarını ve engebelerini çok uzaklardan gören, tabi ki biz istesek de kendimizi uçurumdan atmamıza izin vermeyecektir.

Sevgiye ve karşındakine yüklediğin anlam, aslında senin kendi ihtiyaçlarındır. Kendini zayıf ve değersiz hisseden insan, eşinin kendisinde var olmayan değeri ona hissettirmesini bekler.
Gerçek sevgi karşımızdakine kendi olma alanı tanımaktadır.
Emek verilen, zaman tanınan ilişkiler yerine, uymayınca yenisi aranan birliktelikler doğdu
Çocuklar yıllarca verilen fiziksel ve duygusal emeklerin sonuçlarıdır.
Kendini bencilce yaşamanın adı özgüven olunca, evliliğe zaman tanımak, eşimizi anlamaya çalışmak, onu keşfetmek için beklemek korkak olmakla tanımlanır oldu.

Oysaki evlilik hiçbir zaman diliminde kolay bir ilişki türü olmadı ki… Her dönemde insanlar onu yürütebilmek için çok çaba sarf ettiler. Hiç kimse mutluluğu hazır bulmadı, emek verdi. Bazen bu çabalar sonuç verdi, bazen de vermedi.

Her şeyi çabuk tüketiyoruz ve her şeyden çok kolay vazgeçiyoruz.
Özgürlüğün içimde, yüreğimin dipsiz kuyularında olduğunu gördüğüm zaman, mutlu olmanın hiç de şartlara bağlı olmadığını fark ediyorum. Mutluluk bir seçimdir, mutlu olmayı seçersin ya da seçmezsin diyorum kendime.
Bitse de bir gün, yine de yaşamak isterdim, gelen ve gelecek olan, biten ve bitecek olan her şeyi. Görmek isterdim tüm gördüklerimi ve göreceklerimi, yine sevmek isterdim, tüm sevdiklerimi…
Bitirmesen başlayamıyorsun ve boşaltmadan da dolduramıyorsun içini. Seni Seven ve Büyüten asla döküntü yaratmıyor. Önüne çıkardığı her şeyle tekrar tekrar anlatıyor sana.

Kaç kere anladığını ise, ancak O biliyor.

Bir geç kalmışlık paniği yaşıyorsun, yüreğinin ta dibinde…

Önündeki çıkara düştüğünde ya bilerek düşüyorsun ya da oradan çıkman artık yıllarını almıyor.

Doğal halinle ve hesapsızca duygularını söylemenin inanılmaz hafifliğini yaşıyorsun. Kendini eskisinden daha değerli, daha özel hissediyorsun… Yaradanla baş başa olduğunu, nazının ancak O’na geçtiğini ve O’nun seni çok sevdiğini, hiç yalnız bırakmadığını, senden hiç vazgeçmediğini fark ediyorsun…

Ne kadar yorulduğumu ve içimi dinlendirmek için yazmam gerektiğini yazarken anladım.
Sen adını koymasan da yüreğin hissesiyor, alacağın yarayı da, yaşayacağı acıyı da… Artık daha bilerek, daha görerek yaşıyorsun hayatı. Kendini daha az kandırıyorsun. Bir karar aldığında yürüyeceğin yolu, eskisinden daha iyi seçebiliyorsun. Önündeki çukura düştüğünde ya bilerek düşüyorsun ya da oradan çıkman artık yıllarını almıyor.
Farkındalık ikinci yarıda başlıyor. Kum saatinin tersine dönmesiyle, tekrar süre veriliyor. Otuz ile başlayan yaşlarda, adeta hayata bakış açın, duyguların, korkuların ve hayallerin değişiyor. Bir geç kalmışlık paniği yaşıyorsun, yüreğinin ta dibinde…
Her verilen ve her gelen kendi hikayesiyle geliyor, kendi yazgısıyla uzaklaşıyor hayatımızdan… Çoğunu farkedemiyoruz bile, biz dertlenip, şikayet ederken ne gelişlerini, ne de gidişlerini görebiliyoruz…
Biz,içinde bulunduğumuz yaşı değil de, ya geçmişteki çocukluk zamanlarını ya da geleceğin henüz gelmemiş günlerini hayal edip, içinde bulunduğumuz anın farkına bile varamıyoruz.
Yetiştirmen gereken ne kadar çok şey var aslında… Her şey eksik ve yarım gibi geliyor. Oysa ne çok şey öğrendin, hikayen tam da okunacak kıvama geldi. Belki eskisi kadar güçlü ve cesur değilsin, karar almak o kadar da kolay gelmiyor sana, ama yüreğin daha iyi seçiyor iyi ve kötüyü, kokusunu çok uzaklardan alıyorsun masumiyetin ve iyiliğin…
“Hayata baktığımız gözlüklerin rengi ve numarası değiştikçe, renkler ve çehrelerde değişmeye başlıyor. Aslında her yaş insana ardından baktığı camı biraz daha değiştirmeye zorluyor.”
“Hep bir şeyleri beklerken geçen zamana da ömür diyoruz sanırım.”
“Mutlu olmak için sebep aranmaz, sonuç beklenmez, mutluluk anda gizlidir, anın çocuğudur. Hedef değil süreçtir. Sonuçta değil, süreçte yaşanan bir duygudur.”
“Eskiden eşyalara insanlar değer katarken, şimdi insanlar sahip oldukları eşyalarla değerli olmaya çalışıyor.”
Çocuklarımıza bıraktığımız dünya yeterince kirlenmişti, geriye her şeyin sanal olanı kaldı. Sanal hayatlar bıraktık onlara. Çünkü gerçeğini çoktan tüketmiştik.
(Çocuklarımız) ayıklanmamış onca bilginin içinde boğuşurlarken, bilgiyi depolamak gücün ve kuvvetin sembolü olunca, hikmetsiz bilgi yığınları altında kafaları karıştı.
Hayata nerden bakarsan, sana oradan seslenir.
Anne karnındaki bebeklerin bile annenin psikolojisinden etkilendiği kanıtlanmıştır.
Bir babanın çocukları için yapacağı en değerli şey, onların annesini sevmesidir.
Üreten ve sevebilen insan mutlu insandır.
Bütün yorgunluğumuz ve bıkkınlığımız kaybettiklerimizi yanlış yerlerde arama zâfiyetimizden mi kaynaklanıyor?
Hâlâ niye sevgi kırıntıları uğruna ağır yükler taşıyorum. Yanlış yerlerde, doğru sözler peşindeyim hâlâ neden?
Kaçtığın her şey bir gün yazgı olarak çıkar karşına.
Kaç yaşında olursak olalım, şımartılmak isteyen, kaybetmekten çok korkan, yalnızlığı sevmeyen, kıskanan, öfkesini kontrol edemeyen yönlerimiz, yetişkin tarafımızın hemen arkasında varlığını devam ettiriyor.
İnsanlar göründüğünden çok daha fazla acı çekiyor, görünenden daha fazla yaraları var. Ayrıca, yetişkin insan diye de bir şey yok.
Allah’ım, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.
Allah’ım beni yavaşlat. Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele.
İnsan iyileştirirken iyileşir, yardım ederken yardım görür, elini uzatırsa bir el uzanır, dua edip isterse, bir cevap gelir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir