İçeriğe geç

Akıllı Türk Makul Tarih Kitap Alıntıları – İhsan Fazlıoğlu

İhsan Fazlıoğlu kitaplarından Akıllı Türk Makul Tarih kitap alıntıları sizlerle…

Akıllı Türk Makul Tarih Kitap Alıntıları

&“&”

devlet, küfür üzre baki kalır, zulüm üzre baki kalamaz"
Bir milletin geçmişi, yani tarihi üzerinde en hafif tabirle operasyon yapabilmek için göz önünde bulundurulması gereken ilk ilke, o milletin tarihinin yok-sayılması, bu mümkün değilse değersizleştirilmesidir.
İstanbul hem fikirdir hem de vicdan; bu nedenle İstanbul’da her türlü tarihi eserde tecessüm etmiş Türk aklının sürekliliğinin korunması, vicdanımızın da sürekliliğini muhafaza eder.
Washington’da, Londra’da, Paris’te, Moskova’da, Pekin’ de ya da Kahire’de, Tahran’da çözüm arayanlar bu toprakları unutanlardır; bu toprakların geleceğinden ümit kesenlerdir.
Yenilmiş, yok edilmiş üç- beş Kızılderilinin Türk olduğunu kanıtlamak için uğraşanların, Selçuklu- Osmanlı çizgisi için tereddütsüz Türk değiller; ya Fars ya da Bizanslılar" deyişleri, yalnızca cehaletle, hatta gafletle açıklanamaz; tersine kendinden derin bir kaçışın ve ihanetin sonucudur.
Cehalete dayandıktan sonra tarihi övmek ile sövmek arasında bir fark yoktur. Unutulmamalıdır ki, Geçmiş’i &‘tabir’ edemeyenler; yani &‘Tarih’e dönüştüremeyenler; &‘Gelecek’e &‘ibret’ olurlar.
Geçmiş, geleceğine ilişkin bir niyeti, gelecek ise geçmişine ilişkin hissi ve fikri bir ünsiyeti olan milletler için anlamlıdır.
Öte yandan söz kadar sözün sahibi de önemlidir; bu nedenle İblis’in Tanrı Bir’dir" deyişi bile ihtiyatla karşılanmalıdır.
Cehalete dayandıktan sonra
tarihi övmek ile sövmek arasında
bir fark yoktur.
Unutulmamalıdır ki,
Geçmiş’i &‘tabir’ edemeyenler;
yani &‘Tarih’e dönüştüremeyenler;
&‘Gelecek’e &‘ibret’ olurlar.
Bu nedenle Türkiye’de yapılan, bir din düşmanlığı değil, bir İslam düşmanlığıdır; bu da İslam’ın hem bir akide hem bir kültür hem de bir medeniyet olarak değersizleştirilmesi stratejisine dayanır. Çünkü ilk amaç İslamsızlaştırmadır (de-Islamization); bardakta bulunan İslam sıvısını boşaltmak; kişilerin nezdinde İslam’a yönelik bir nefret, tiksinme ve iğrenme duygusu oluşturmak; hatta yalnızca akide olarak değil, bir kültür ve medeniyet olarak bile Müslüman aidiyetten utanma duygusu yaratmaktır. Eski bulunduğu durumdan utanan insanın en önemli psikolojik davranışı, o durumu anımsatan en küçük işarete bile sert tepki vermesi; hiçbir tezahürüne tahammül edememesidir; çünkü utanan en çok kendinden kaçar.
Bu toprakların çocuklarının, tarihlerini bir kayıp, bir boşluk, bir karanlık olarak görmeleri, yenilginin kafada başladığının kanıtıdır. Her yenilgi geçicidir; zira hiçbir zafer de sürekli değildir.
Bir milletin geçmişi ile geleceği arasındaki köprü o milletin tarihi tecrübesidir. Ne geçmişe saplanmak ne de geleceğe takılıp kalmak; ama yol alırken tarihi tecrübeden yararlanmak… Medeni insan hatıraları olan insandır; uğ­runa dövüşebileceği, kendini tehlikeye atabileceği hatıraları… Tersi durumda gününü yaşayan bir organizmadan farkı kalmaz insanın.
Tanzimat’tan bu yana geliştirilen, dışarıya dönük yenilgi psikolojisiyle malul -izmler ve içeriye dönük çıkar psikolojiyle malul siyasi yaklaşımlar, yalnızca kanaat sahibi Osmanlı münevverleri ve Cumhuriyet aydınları tarafından formüle edilmiştir. Bu formüller içerisinde yetişen yavru bülbüllere fırsat verildiğinde ya da sıraları geldiğinde maalesef kargaca şakımaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. Çözüm Türk bilgini olmak, kendine has oyunu bilgiyle kurmaktır.
İddia sahibi olmak ne anlama gelir? Her iddia bir davettir: Mevcuttan farklı, daha iyi, daha doğru olduğu kabul edilen, yeniye bir çağrı. Her iddia, mevcudu kaldırmak; yerine farklı, ama mevcuttan daha iyi ve daha doğru olanı ikame etme işidir. Bu nedenle her iddia yeni bir duruşu, yeni bir bakışı, yeni bir görüşü, yeni bir tarzı/tavrı şart koşar. İddianın davet ve dava kelimeleriyle ilişkisi de bu şartın en iyi göstergesidir.
Kelime-i şehadeti sorgulanmadan bir itikadla yüzleşmek, yalnızca o itikadın sıra dışı bir kolu olmaya yarar. Biz Türklere gelince başka bir ilke daha var: Bu topraklarda yalnızca itikadı mensubiyeti olan, ama medeni/tarihi aidiyeti bulunmayan insanlarla Türkiye üzerinde konuşmamak … Yalnızca gü­lümsemek …
Bir şeyin kökenini ve nasıl meydana geldiğini belirlemek, o şeyin nelikini vermez.
Tarihte kaç millet sahip olduğu theo-ontolojiyi şiirle ve musikiyle katıp karıştırmış; her ferdi doğum ve ölümde terennüm edebilmiştir. Türkler, theo-ontolojik sevgilerini öfke ile değil sükunet ile şiire ve musikiye işlemiş; hüzünleriyle Mevlid’e can vermiş­tir. Mevlid’e hurafe diyenler, bu milletin dinine, diline ve musikisine zaten savaş açmışlardı; onların saldırıya verdikleri karşılık yani öfke şiddeti doğurur; sevad-ı azam ise derin üzüntüsünü, hüznünü doğuma dönüştürür.
Öyleyse, theo-ontoloji dinin, şiir ise dilin özüdür.
Evet! Çocuk, Müslüman kültürde masumiyet ifadesidir ve ismet sıfatından pay alır.
Çünkü kötülük doğada değil hayattadır; hayatı kuran insanın irade-i akliyesinden kaynaklanır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın baş astronomu ve büyük muvakkıt Mustafa Muvakk ıt’ın İlamu &‘/-ibad fi a’lami’/­bilad adlı Türkçe coğrafya eserinde İstanbul ki merkez-i büldan tutulmuştur … " denerek dünyanın merkezi görülen İstanbul, Türklerin milletleşmesinde ve devletleşmesinde en mühim tarihi aşamayı temsil eder. Siyasi iradenin temerkü­zü, iktisadi gelişme, hukukun tecessümü, ilim ve sanatın inkişafı, dilin inşası ve edebi bir yapı kazanması, ortak bir vicdanın teşekkülü, kısaca millet ve devletin varolması için gerekli ve yeterli tüm niteliklerin bir araya gelmesi, Türklerin İstanbul’da sükunet kazanmasıyla mümkün olmuştur. Şehir, içerisine sinen tarihi mirasıyla ruhunu yeni sakinlerine aktarmış; kıvama uygun bir vasatta buluşan madde ile mana, Türklere yeni bir suret kazandırmıştır. İstanbul hem fikirdir hem de vicdan; bu nedenle İstanbul’da her türlü tarihi eserde tecessüm etmiş Türk aklının sürekliliğinin korunması, vicdanımızın da sürekliliğini muhafaza eder.
Bir topluma aidiyet duymamasına karşın, o toplumun kaderini belirlemeye çalışanlara bizim kültürümüzde işgalci denir; işgalcinin yaptığı, doğal olarak, işgal ettiği kültürün kafası­na sıkmaktır; hiçbir işgalcinin işgal ettiği toplum lehine dü­şündüğü görülmemiştir.
Ülkemizde, milletimize uşak olmayı öğretene aydın denir; bunun bir üst makamında da uluslararası şöhrete sahip, Türk bilgini olmayı becerememiş bilim adamları/kadınları yer alırlar.
Güç, hangi araçlarla elde edilirse edilsin bir kez kazanıldığında hep elde tutulmak istenir. Bu durumun temsil de­ğeri yüksek en güzel örneği, bir babanın sahip olduğu gü­cü çocuklarına aktarmak istemesinde görülür. Tarihte yalnızca saltanat babadan oğula geçmemiştir; dört yüzyıl sü­ren tabip aileler, birkaç yüzyıl devam eden bilgin aileleri hep bu gerçekle alakalıdır. Paylaşımın bilgi ile ehliyete dayanması, en sonunda katmanlar arası geçişi sağlayan şeffaf bir sistem oluştururken (meritokrasi) paylaşımın hakim güçlerce yapay ölçütlere göre ayarlanması kilitlenmeye neden olur. Kast sisteminin kozmik-dini gerekçelere dayandı­rılması; örnek olarak İslam siyaset düşüncesinde belirli bir ailenin (Kureyş) kozmik-dini seçilmişliği ya da Türk devlet geleneğinde yalnızca Kınık, Kayı gibi bazı seçilmiş ailelere siyasi iktidar hakkının tanınması bu tespitle ilgilidir. O kadar ki, mitolojiler bile günümüzdeki ideolojiler gibi kısmi olarak toplumlarda paylaşımın hakim güçlerce yapılmasına imkan verecek şekilde örgütlenmiştir.
Son söz: Müslümanları sevemeyenler İslamcılığa sığı­nırlar.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Ancak ne acıdır ki, günümüz Türkiye’sindeki dini hassasiyeti yüksek kesimler, muhafazakarlar, İslamcılar, milliyetçiler, -her ne ad verilirse verilsin- tarihlerini yüklenmek için bı­rakınız bir perspektife sahip olmayı, sahih bir niyet ve donanıma, hatta etik bir tavra bile çoğunlukla sahip değiller.
Çünkü Türkiye’deki aydının mensubiyet duyduğu bir milleti yoktur. Millet olmadan kişi olunamaz. Küresel düşünmek, evrensel dert edinmek geniş düşünmek değil, yer-siz düşünmek demek iken; tersi ise bir yerden düşünmek, yer-li düşünmek demektir. Çünkü merkezi olmayan bir dairenin tanımı nasıl mümkün değilse yeri olmayan bir düşüncenin tanımı da o kadar mümkün değildir.
Bu çerçevede modernleşme/Batı­lılaşma, yani modern Avrupa’nın dünyaya medeniyet getirme savı, kendi ilişki biçimini hakim kılma ve tarihe bu çer­çevede yön verme anlamına gelir. Bu ilişki biçiminin dışında kalmak, direnmek yani kısaca muhalif olmak gericilik (irtica) olarak damgalanır.
Bugün başta Türklere olmak üzere, Batı dünyasının İslam medeniyetine karşı takındığı tavırları geliştirdiği davranış biçimlerini, bir türlü saklayamadığı kin ve nefret duygularını iyi anlayabilmek için Batılı bilinçaltının tarihi iyi
tahlil edilmelidir. Batılı aklın tüm yapıp etmelerine sinmiş bu halet-i ruhiyenin muharrik gücü korkudur. Bu korku, Batılı insanın bilinçaltına işlemiştir; arizi, gelip geçici bir durum değildir bu, tersine cevheri nitelik kazanmıştır. Kültürlerine, edebiyatlarına, siyasetlerine, bilimlerine, teknolojilerine, hatta dillerine sinmiş olan bu &‘korku’ Batılı insanın
yıkıcılığının, yok ediciliğinin ana nedenidir. Çünkü sürekli korku kendine güvensizliği, kendine güvensizlik de başkası­nı yok etmeyi, ötekine hayat hakkı tanımamayı zorunlu kı­lar.
Artık Batılı güçler, sağ ve sol kanatlara hücum etmiyorlar; tersine merkeze, Otağ-ı humayunun bulunduğu merkeze saldırmaya başladılar. İslam’ın tevhid ilkesinin ço­ğulcu bir siyasi rejime engel olduğunu söyleyen Latin Amerikalı yazar ile Müslümanların &‘şehit’ inancının savaşı (terörü!) körüklediğini iddia eden Hintli-Amerikalı yazarın maksadı aynı: İslam’ın temel ilkeleri ve kavramlarını vurmak …
İyi oynayan futbolcusunu Avrupa’daki herhangi bir futbolcuya benzeterek idrak edebilen, yapılan her iyi işi Avrupalı gibi yapmak" sıfatıyla nitelendiren, düşündüğü her konuda "Acaba bu konuda Avrupalılar ne diyor ?" diye soran, kendi ülkesinin insanını adam yerine koymak için Avrupa’nın ya da Batı’nın baskısını bekleyen, tüm yaşama pratikleriyle, tüm gelenek ve görenekleriyle &‘Avrupalı’ gibi davranan kişilerin; tekrar pahasına, Türkiye’de bin yıldır, insanların kanına işlemiş Türki her şeye başka sıfatlar yükleyerek karşı çıkanların, kısaca, Türkiye’yi Avrupa kültürü­nün çöplüğü haline getirenlerin geldiği seviye "shake it up şekerim" seviyesidir. Bu kadar düşük, süfli seviyeden başı­nı kaldırıp da Türki değerleri tahkir eden bu şeker Türklere söylenecek tek söz şudur:

"Biz Türküz, Türki çığırırız. "

Türki halden anlamayanların, Türk tarihinin tecrübesinden haberdar olmayanların coğrafi yönünün farklılığı mahiyeti değiştirmiyor. Çünkü söyleyecek sözü olmayanın hangi dili konuştuğu önemli de­ğildir; özgünlük ne seste ne lafızda ne de unsurdadır; tersine terkiptedir, ifadededir, ilavededir.
Bu topraklarda Türkî olan her şeye ama her şeye; dini, siyasi, iktisadi, içtimai vb. her şeye karşı çıkanlar; binlerce yıl süren uygulamaları eleştirenler, onların yok edilmesini savunanlar; hatta Türki olan her şeyden tiksinenler, iğrenenler, nefret edenler; daha da trajikomik bir biçimde mevcut her şeyi, bin yıllık geçmişine karşın kökleri Türki de­ğildir" diye reddedenler; karşı çıktıkları, eleştirdikleri, yok edilmesini savundukları, tiksindikleri, iğrendikleri, nefret ettikleri, kısaca reddettikleri mevcudun yerine ne teklif ettiler, halihazırda ne teklif etmektedirler?
Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydınının metafiziği yoktur. Bu nedenle Türk milletini de hızla metazifiği olmayan bir toplum haline getirmeye çalışmaktalar. Metafiziği olmayan bir toplumun maddi gelişmişliği ne kadar ileri seviyede olursa olsun o toplum manevi ve fikri bir başarı gösteremez. Maneviyatı olmayan toplum vicdansızlaşır; birbiriyle savaşır; fikriyatı olmayan toplum ise gayesini kaybeder, iddasızlaşır.
Türk’ü tanımaktan korkanlar Türk tarihinden de korkarlar, belirsizliğe, müphemiyete sığınır, kı­lıcın hakkını unuturlar. Türk’ün başına muhtelif sıfatlar getirerek kendi heva ve hevesini kavrama yedirmeye çalışmak, tarihi muhtevayı dikkate almaksızın tanımlamalarda bulunmak, gelecekte benzer bir durumla karşılaşan insanların hakikatlere de­ğil mitlere sığınmasına neden olur. Çalışmanın yerini sığınma alınca sığınılan yerin pek bir önemi kalmaz.
Ancak Türkler, Mehmed Yani Efendi’nin (ö. 1685) Tevbe suresinin 39. ayetindeki yerinize başka bir milleti getirir" ifadesini, Arapların yerine getirilen milletin Türkler olduğunu belirterek yorumlamasına benzer biçimde, liyakatini kaybedenin seçkinliğini de kaybedeceğini akıllarında tutmalıdırlar.
İbn Haldun’un dediği gibi: Allah, hiçbir zamana, mekâna, kavme, aileye ve kişiye özel ahkâm tahsis etmez." Tarih kazanıldığı gibi kaybedilebilir de …
Müslüman yazarlar kendi ben-idraklerini kavramsallaştırırken, Müslüman ile Türk kelimesini eş-anlamlı kullanıyor, karşı­ taraf ise bu iki kelimeyi aynileştiriyor. Özetlenen bu durumun oldukça geriye giden tarihi bir bağlamı mevcuttur: Papa II. Baschalis 1100 Ağustos’unda, Roma’da bir ferman yayımlar: Müslümanlar eşittir Türkler. "
Çünkü Batı kendini hem aldıkları hem de reddettikleri bakımından İslam medeniyetine karşı konumlandırarak inşa etmiştir.
Türk milleti çobanını bulduğunda sürü olmaya hazır ve büyük işler yapmaya namzettir.
Türkler hiçbir zaman ırk ve kan birliğini önemsemiş bir millet değildir. Türk tarihinde kan ve ırk birliğine dayanan bir Türk tasavvuru yoktur. Tersine, bir töre birliği, siyasal ilkelere mensubiyetin oluşturduğu bir birlik, sürü söz konusudur; bu birliğin her bir üyesi de yukarıda zikredilen nitelikleri paylaşan, töreye katılan bir koyundur. Başka bir deyişle, Türk milleti kan birliğine değil, can birliğine dayalı bir sürü yani millettir. Türk milletinin koyunluğundan şikayet edenler bu milletin misyonundan rahatsız olanlardır hiç şüphesiz. Ancak ilginç olan, Türk milletinin koyun niteliğini tahkir edenler, çoban ve çoban köpeği sorununa pek dokunmazlar.
Şiir, Osmanlı-Türk medeniyetinin kurucu (mukavvim) unsurudur demek, kendi hakkında bir üstbilincin tezahüründen başka bir şey değildir. İşte kendinin bilincinde olan felsefileşmiş medeniyet derken kastettiğimiz bu. Ancak ve ancak kendinin bilincinde olan bir insan yeryüzünde kapladığı mekânın, bulunduğu yerin anlamını idrak edebilir; gökyüzünün ayrımına varabilir. Böyle bir eşiğe ulaşmanın tek yolu var: Kişinin, milletin kendine ait bir dünyasının olması … Öyleyse kendi dünyanı kur, orada kök sal, derinleş. Başkasının dünyasına özenen, o dünyayı taklit eden kendi dünyasını kaybeder.
Dünya, Roma’nın düşüşünden ve Barbarların istilalarından bu yana barbarlığın ve cehaletin kol gezdiği binlerce yıllık bir uykuya daldı. Ancak 1453’den beri medeniyet yeniden dirilmeye başladı; çünkü Türkler medeniyet yolunda hem kendileri büyük ilerlemeler gerçekleştirdiler hem de ilerlemelerin gerçekleşmesine neden oldular.
Bu süreçte Türk olmak yalnızca bir hisse, duygu durumuna indirgenmiştir; tarihi bilinç ve ilkelerden kaçar; çı­karlarına göre yaşar, giyinir, yer-içer… Tarihi ile irtibatı bilgiye değil, övgüye ya da sövgüye dayalıdır. Açıktır ki, Türk olmanın ilkeleri vardır ve bu ilkeler Türk tarihinde içkindir; bu nedenle Türk olmak bir his de­ğil bir bilinç, bir duygu değil bir bilgi sorunudur. Türk tarih bilincinin eşlik etmediği, medeniyet mensubiyeti olmayan kişilerin ürettiği çözümler ya Sümer tapınaklarının dehlizlerinde kalmaya ya da Malezya sokaklarının kanalizasyonlarında akmaya mahkûmdur.
Her bir kavram yanında, dili oluşturan kavramların yarattığı ortak uyum/ahenk
örgüsünün zedelenmesi, yara alması o dili konuşan milletin hem duyusal hem duygusal hem de düşünsel tasavvurunu, olgu ve olayları idrakini sakatlar.
Tarihsizleştirme, anlamsızlaştırmadır.
Yenilmiş, yok edilmiş üç-beş Kızılderilinin Türk oldu­ğunu kanıtlamak için uğraşanların, Selçuklu-Osmanlı çizgisi için tereddütsüz Türk değiller; ya Fars ya da Bizanslılar" deyişleri, yalnızca cehaletle, hatta gafletle açıklanamaz; tersine kendinden derin bir kaçışın ve ihanetin sonucudur. Çünkü gaflet tenbihle; cehalet talimle giderilebilir; ama ihanetin ilacı yoktur; hele sözde-aydın ihanetinin.
Kolay zamanlarda bir kültüre aitmiş gibi davrananlar, o kültürün zor zamanlarında çok çeşitli bahanelerle, meşrulaştırma süreçleriyle o kültürü terk ederler. Terk, hassasiyetlerin ve mensubiyetlerin derecesinin zayıflamasından kaynaklanır.
Bilimsel teoriler gibi her kültürün bakışı da hem vicdani hem de idraki dünyasını kurar. Bu nedenle bir bireyin hangi kültür dünyasına ait olduğu hassasiyetleri ve mensubiyetleri gözlemlenerek tespit edilebilir. Bu aidiyette soyut bir dil ve soyut bir dinin tek başına yeterli olduğu sanısı yanlıştır. Çünkü bir kültür yalnızca dilinde ve dininde de­ğil, topyekun tüm sembolleriyle tecelli eder.
Yenilmiş, yok edilmiş üç-beş Kızılderilinin Türk oldu­ğunu kanıtlamak için uğraşanların, Selçuklu-Osmanlı çizgisi için tereddütsüz Türk değiller; ya Fars ya da Bizanslılar" deyişleri, yalnızca cehaletle, hatta gafletle açıklanamaz; tersine kendinden derin bir kaçışın ve ihanetin sonucudur. Çünkü gaflet tenbihle; cehalet talimle giderilebilir; ama ihanetin ilacı yoktur; hele sözde-aydın ihanetinin.
Önemli olan biz Türklerin ne-yerde durduğumuz: İnsanı &‘ümit’ kabul eden Oğuz hareketini devam ettirip Türk Devleti’ni sürdürmek mi; yoksa bu topraklardaki kalıcılığımızı yok edecek sömürgeci kapitalist güce/güçlere &‘uşak’ -şimdilerde buna &‘ortak’ diyorlar- olmak mı?
Selçuklu-Osmanlı Türk tarihinin ilkesi insan, yani akıl ve bilgi ile bu ikisinin terkibi olan adalettir. Bu nedenle, insanı öngören ve önceleyen bu siyasetin hem ilahi hem de beşeri bir ümidi vardı ve insana bu ümit içerisinden bakı­yordu.
Peki, Türk olmaktan nasıl kurtulunur? Yanıtı basit; Türk tarihinden kurtularak! Bu nasıl sağlanır? Bu sorunun da yanı­tı kolay; Türk gençliğini Anglo-Amerikan değerlerine -Protestan ahlâka- göre eğitmekle, terbiye etmekle; kısaca demek gerekirse, Türk milletini içerik itibarıyla yapaylaştırarak yani tarihsizleştirerek.
..Türk tarihinin yok sayılması yahut en azından karalanması, değersizleştirilmesi; peşi sıra efendilerin istekleri yönünde dönüştü­rülmesi, değiştirilmesi, Tanzimat’tan bu yana Londra’ya, Kahire’ye, Paris’e, İslamabad’a, Moskova’ya, Tahran’a, Washington’a, Cezayir’e gidip gelen, bir türlü bu topraklarda kök salamayan, İstanbul’u bulamayan zihni göçebe aydınların en birinci vazifesi olmuştur: Türk milleti, özü­nün gürleşmesi elinden alınarak yapaylaştırılmış, sürekli bir iç-çatışma ortamı içerisine sürüklenmiş, Biz ne idik ki ne olacağız?" psikozu içine yuvarlanmış; tüm bu hedefleri, düşünüş ve davranış biçimi haline dönüştürecek bir eğitim ve dolayısıyla düşünce sisteminin cenderesi içerisine sokulmuştur.
İşte bu nedenledir ki, Türk milletinin tarihini tanımlamak, Siz ne idiniz ki?" sorusunun yanıtını bulmak; kısaca dendikte "Ne olacaksınız?" sorusunun yanıtını vermek demektir.
Batı kendini,
Hem aldıkları hem de reddettikleri bakımından İslâm medeniyetine karşı konumlandırarak inşa etmiştir.
…ancak unutulmamalıdır ki, her kaçış bir sığınma ile biter. Çünkü insan yalnızca sorularla yaşayamaz; önünde sonunda ya kendine has bir yanıt bulur ya da hazır yanıtlara sığınır; sığıntı olur.
Ayna her zaman insanları mutlu etmez elbette; hakîkate ayna olmak da her daim tehlikelidir; en azından karşı durmayı doğurur.
Evren’in de, insanın da temel arayışı sükûnettir.
Çünkü hayatta bir fikri, bir yaşama tarzını var kılmanın, ihya etmenin en iyi yolu, ortaya o fikri, o yaşama tarzını temsil eden bir örnek koymaktır.
Zalim olsun benden olsun." Niçin? Yanıt muhteşem: "Yabancı her şeyi yabana atar." Neden? Yorumun güzelliğine bakınız: "Çünkü yabandan gelmiştir." Niye? Bunun da yorumu harika: “Yabancı yabanidir, hâlden anlamaz." Hemen soruyorum: Hâl kelimesinden ne kastediyorsunuz? Yanıta bakınız: "Hâl halktır; hâli bilmeyen halkı bilmez; halkı bilmeyen hakkını vermez." Sonuç ne olursa olsun zulümdür.
Her şeyi maddi güçle çözeceğini düşünen toplumlar, hâlâ göçebeliği yaşayan toplumlardır. Açıktır ki, zihnî göçebelik maddî göçebelikten daha tehlikelidir; çünkü insanlar için öngörülebilir bir hayat nizâmi tesis edemez.
İdrâki olmayan doğru bilmez, vicdanı olmayan güzel eylemez.
Bilgideki doğruluk sanatta güzellik adını alır.
Şimdiye değin söylenenlerin anlamlı olabilmesi, neyi, niçin ve nasıl yaptığını bilen zihinlerin bulunmasıyla mümkündür. Çünkü ancak bilen, edebilir.
Yine de kendi varlığını başkalarının yokluğuna bağlı görenler için yapılabilecek fazla bir şey yoktur.
İnsanın bir siyasete, ahlâka, iktisada vb. gereksinimi olması doğal bir zeminden kaynaklanabilir; ancak bunların içeriğini uylaşıma dayalı, dolayısıyla salt izâfî ve keyfi olmayan itibârî değerler belirler.
Hayata ilişkin insanî sorunların çözümünde neden bilim değil de, bazen macera bazen korku bazen de komik bir içerik taşıyan film devreye girer. Hayat hakîkî (gerçek) olgulara değil, itibârî değerlere dayanır da ondan.
Hem bireyler hem de toplumlar sağlıklı bir iktidar paylaşımı için hayatı iki tarafı keskin bir kılıç fomunda yaşamalıdır; bu keskinliğin korunması birey ve toplumların ayıklığını sağlarken; körelmesi iç çatışmaya dönüşüp başkalarına uşaklığa götürür.
Güç, hangi araçlarla elde edilirse edilsin bir kez kazanıldığında hep elde tutulmak istenir.
En geniş anlamıyla hayata tutunmak isteyen bir birey doğal olarak paylaşımın içinde yer alır, pay almak için de çatışır.
Bir milleti bir kere değil, sürekli yenme hazzını tatmak için o milleti tarihine lanet etmeye alıştırmak yeterlidir.
Geçmiş, geleceğine ilişkin bir niyeti, gelecek ise geçmişine ilişkin hissî ve fikrî bir ünsiyeti olan milletler için anlamlıdır.
Geleceğini kurmak isteyen geçmişini kurcalar. Çünkü anılarımız şimdiyle ve gelecekle ilişkilendirildikleri oranda korunur ve ancak bu şekilde savunulurlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir