İçeriğe geç

Dokunmak Kitap Alıntıları – Ahmet Cemal

Ahmet Cemal kitaplarından Dokunmak kitap alıntıları sizlerle…

Dokunmak Kitap Alıntıları

&“&”

Yaşamamakmış eski kitaplardaki ölümsüzlüğün adı,
şimdi öğrendim.
Öylesine büyüktü ki korkuları, Biz’i evlerimizin zindanlarına, güneşin özlemiyle sararmış sanat eserlerini de müzelere hapsettiler.
…istediğim gibi bakabildiğimi algıladığım an, benim de kendime göre bir mutluluğum oluyor elbet … "
Hiç yaşamamış olmayı ölümsüzlük sandılar.
Aşkı, sevgiyi hazır bir senaryo gibi hep içimde taşıdım.
Ben, hâlâ yüzebildiğim iddiasındayım.
Ama belki de bütün yaptığım, yalnızca suda, bulunduğum yerde debelenmek ve zamanlar gelip bana çarpmakta.
…sen de yaşadığın sürece sevdiğin bütün ölülerini, ancak ölümün kazandırabileceği bir canlılıkla, hep yanında taşımıştın.
Daha çok yaşamanın ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamayı, siz yaşayanlara bırakıyorum…"
Aşk, özlemini hep içinde taşıdığı bir iklim olmuştu.
İnsan ne yaradır, ne değildir, bunu hemen ilk sıyrıklarla öğrenemiyor.
Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten?" diye sorar Kavafis. "En çok yalan söylediği zaman, en yaratıcı olduğu zaman değil midir?"

Kırda hiç yaşamadığı halde, kırları öven bir şiir yazdığı için sormuştur şair bu soruyu.

Belki de kendini eleştirmek için.

"Bu dizelerimi kurduğumda sanat açısından içtenlikten yoksun muydum? Düşgücüm, sanki kırda yaşıyormuşçasına çalışmıyor muydu?"

Neredeyse yaşamın bütününe de yöneltilebilecek bir soru.

Yani insan: "Hangisi benim gerçek yaşamım? Düşlerimdeki mi, yoksa sabahla akşam arasına sıkışıp kalan zaman parçaları mı?" diye sorup bir kuşku denizinde bocalamaya başladığında, buna bir başka soruyla yanıt getirebilir.

"En yoğun düşlenen yaşam, en gerçek yaşam değil midir?"

Bir kent, orada sevdiğiniz biri varsa, bir evrendir."

L. Durrell

İnsan ne yaradır, ne değildir, bunu hemen ilk sıyrıklarla öğrenemiyor.
Melankolinin penceresinden bakıyorum, ve istediğim gibi bakabildiğimi algıladığım an, benim de kendime göre bir mutluluğum oluyor elbet…"
Beni çarmıhtan indiren, sen olmak ister miydin?"
Hayır, kolumu şu anda bırakma.
Bana var gücünle sarıl.
Düşebilirim.
Çıldırabilirim.
Ölebilirim de.
Bırakma beni!
Ben, birlikte nefret etmek için değil, birlikte sevmek için geldim bu dünyaya,"
Sen ve Ben, nasıl aşacağız o yalnızlığı?
Düşün, Claudia, tam on sekiz yıl geçmiş yanına uzanmamı istediğinden bu yana. Ve biliyorsun, insan bu kadar uzun süre aynı güçle kulaç atamaz. Ben, hâlâ yüzebildiğim iddiasındayım.
Yaşayan bir varlığın günahlı olduğuna inananlar, Tanrı’nın ya günahı yaratacak kadar kötü olabileceğine ya da kusursuz varlık yaratma girişimlerinde çok yanlışlıklar yaptığına inanmak zorundadırlar…"
Bir kent, orada sevdiğiniz biri varsa, bir evrendir."
Para borcundan değil, insanlık ve sevgi borcundan, öyle borçları ödeyememekten korkmak – bunu da siz mi öğretmiştiniz bana?
İnsan ne yaradır, ne değildir, bunu hemen ilk sıyrıklarla öğrenemiyor.
İster kulaçlarımızla ulaşalım, ister onlar akıntıyla yanımızdan geçsinler, önemli olan, elimizi uzatıp yakalama yürekliliğini hiç yitirmemek.
Ötekiler, günah korkularıyla yeryüzü günlerimize kıymışlardı.
Kendi zaaflarımızdan cennetler yaratabileceğimizi anlamadan.
İnsan ne yaradır, ne değildir, bunu hemen ilk sıyrıklarla öğrenemiyor…"
Hep kimileri artık hiç ışık yanmayacağını sandıklarında, onlara mum götürür gibi sevdim.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Hem zamanın akışında yaşamak, hem de kimi zamanları onlar başka zamanlardı diye umursamamak, paylaşmadığımız zamanların mirasının ağırlığından da böylece kurtulmak olası mı?
Örneğin bizler de onun kişileri gibi bir gün dinleneceğimizi, ya da ileride, çok ileride, artık bizim çoktandır olmayacağımız bir dünyada yaşayacak olanların çektiğimiz acıları anlayacaklarını, adlarımızın, yüzlerimizin silinip gitmesine karşın acılarımızın boşuna olmayacağını umut edebilir miydik?
Çıkartmadığımız günahlarımızın bile elimizden zorla alındığı ve bütün gerçek güzelliklerden günahtır diye boşuna esirgendiğimiz bir dünyada, anlamasını nasıl beklerdim?
Eğer bir insan kendine özgü bir mutluluğun buharları içersinde yaşıyorsa, eğer bir insanın ‘Allah sizden razı olsun’un dışında söyleyebilecek pek sözü kalmamışsa, o zaman o insanı yıkamaya kalkışmamalı; o insan için iyi olanı o insanın üstünden yıkayıp akıtmamalı; birini aslında varolmayan bir yeni yaşam için arındırmaya kalkışılmamalı…
Biliyor musun, bir yangındın benim için! Ne var ki bu yangının ateşini bir mum alevi kadar bile koruyamadın! Tutkularını kendine karşı olsun tanımlamaktan korktun! Gün gelir, satırlarını okuyanlar beni senden sorabilirler diye korktun!
Sen, yaşadıklarından, yaşadıklarımızdan, onları öyle yaşamış oluşumuzdan ötürü kendinden neredeyse özür diliyorsun! Üstelik bir pişmanlığı açıkça dile getirseydin, belki de bunca zedelenmezdim.
Seni herhalde yaşamak kadar seviyorum, ya da yaşamayı ancak senmişçesine sevebilirim…
Bir gün, ilk karşılaştığımızda benim olduğum yaşta, bana dönmek isteyeceksin; yüzünde solmuş kaç sabahın birikintileriyle, yorgun olmaktan çok aşınmış; ve yanlış çıkarttığın bütün günahların özlemiyle…"
Bir zamanlar ölmeyi bile bu kentte istemiştim. Üstelik ölümüm haberli gelmeliydi. Onu karşılamak için koca bir düğün sofrası kuracak ve sofranın her yanını elden düşme oldukları için yaşamaya değer bulmadığım yarınlarımın mumlarıyla donatacaktım.
Belki çoğumuzun yaşamında arkamızdan çok acele toplanmış ve izlerimizin çok çabuk yok edildiği odaların burukluğu vardır.

Bilemiyorum.

Bildiğim tek şey var.

Sende yaşamış olmaktan pişman değilim.

Oysa bunun tersinin olabilmesi için, sende yaşadıklarımdan pişmanlık duymak uğruna, ne büyük çabalar harcadım! Yaşadıklarımın her biri için ayrı bir kefaret borcunu kaç haneye yazdım!

Belki de şimdi sana veda niyetine söylemek istediklerim, rasgele bir akşam, günbatımının kızıllığında, ağlaması çoktan dinmiş bir kayanın dibinde, geçmiş bir dua kitabının dağınık sayfalarını aramaktan başka bir şey değil.

Olsun.

Bu gece bu kent, benden de tenha…"
Kulaklarımdan silinmiyor genç popçunun söyledikleri.
"Bu gece bu kent, benden de tenha… Çekemem… Çekemem…"
Ve sonra, iki parça arasındaki söyleşisinden: "Melankolinin penceresinden bakıyorum, ve istediğim gibi bakabildiğimi algıladığım an, benim de kendime göre bir mutluluğum oluyor elbet…"

Buna benziyor mu benimkisi de?

Bir marketteki sıradan bir karşılaşma, öyle mi? Yaşamın boyunca kaç sıradan karşılaşmada öyle bir vurgun yedin? Kaç sıradan karşılaşmanın peşine hiçbir şeyi sorgulamadan takılıp gidebildin? Azılı zaman kaçakçısı olmaya bugüne kadar kaç kez cesaret edebildin?
çok iyi bildiğiniz gibi –bilmeniz gerekir, zira aynı zamanda bir fotoğraf sanatçısısınız ve insanoğlunun hiçbir öyküsünün tek boyutlu olmadığını bildiğiniz için insan fotoğrafları çekmektesiniz–, en iyi tanışanlar, hatta birbirlerini delice sevenler bile –belki de asıl onlar!–, hep kafalarında ötekine ilişkin birden çok gerçeklikle yaşarlar. Henüz iyi tanışmadıkları zamanlardaki öteki, olmasını istedikleri ve istemedikleri, kızdıkları ve kızmadıkları zamanki öteki; uzayıp giden bir ötekiler zinciridir o tek kişiyle ilişkilerimiz aslında. İşte bu nedenle, düş kırıklığı diye bir şeyin de –bu bağlamda– söz konusu olmaması gerekir.
Sen haklıymışsın.
Olamazdı.

Bir daha öyle bir ‘biz’ olamazdı. Paylaşmadığımız bir şey kalmamış. Dolayısıyla senden sonra biriyle paylaşabileceğim herhangi bir şey de kalmamış.

Ama ben, sevmeden de yaşayamazdım…

Bunu da biliyordun. O yüzden, şöyle demiştin: Bütün çevren sevgisiz kalsa, sen yine de sevgiyi yoktan var edip herkese paylaştırırsın…"

Öyle yaptım.

Ve anladı sonunda.
İnsanlar sevişti, ben kalemimle düzmece doruklara
tırmanırken;
Sevgililerin kıyı kumlarına yazdıkları, dalgalara adanmış
söylenceler,
Benim pahalı papirüsler üstündeki dizelerimden daha
kalıcıydı;
Yaşamamakmış eski kitaplardaki ölümsüzlüğün adı,
şimdi öğrendim.
Sen, baharın ozanı, hangi düş titriyorsa şimdi gözlerinde,
Yarın onu yakalamaya koş, bırak kalemi parmakların
donmadan
Ve sevilen yüzlere yaz tüm dizelerini sıcak soluğunla.
Parmaklar çözülecek.
Yangınını da alıp gideceksin.
Bu yolculuktan da geriye sadece küller kalacak.
Oysa dokunmasını bilen eller, yalnızca gece vakitlerinde uzanır.
Bedenlerimizi hırçın bir sevecenlikle hazzın işkencesinden geçiren eller.
Anlamadılar.
Bitmeyen bağışlama vaatleriyle, bizi hep erdemlerin zincirlerine vurdular.
Ama yine de, isteseydi… isteseydi eğer… bütün bunları bilmeme karşın, isteseydi eğer, kendimi adak mumlarıyla aldatmazdım.
Ve Vergilius, Maecenas’a vasiyetnamesini yazdırırken, arkadaşı hayretle başını kaldırıp: Ama Vergilius, Senin hiçbir zaman akik bir yüzüğün olmadı ki Lysanias diye birine vasiyet ediyorsun!" dediğinde, "Zaten Lysanias da yoktu…" diye karşılık verdi.
Onu bir daha hiç görmedim.

Oysa adak adayabilirdim bir kez daha görmek için.

Bir daha bana dokunmayacaktı.

Karşımda durmayacaktı.

Yeryüzünde herhangi bir yoldan geçebilmek için benden yardım istemeyecekti.

Yolu böyle bir ten yangınına belki de hiç düşmeyecekti.

Rüzgâr yoksulu sularımda bir beden fırtınası.

Azgın bir lodos.

Yelkenlerimi indirmekte geç kalırsam, tek başına kıyıya vuran, yine ben olacağım.

Kendi dört duvarının arasına çekilip, insanları bir şeyleri yaşamaya hazır olmayışlarından, her şeyi erteleme alışkanlıklarından ötürü suçlamak kolay iş.

Bunu ben de çok yaptım.

Ama o dokunuşa hazır değildim.

Şiir.
Yaşanamamışlığın cehennemi.
Aynı tuvalin başına geçmiş iki ressam gibiyiz. Paletlerimizdeki karışımlar farklı. Fırçamızdan çıkan üsluplar da. Birimizin başladığı çizgileri öteki sürdürmekte. Ama tuvalde yine de alabildiğine canlı bir resim oluşuyor. Ne senin, ne de benim tek başımıza yapabileceğimiz bir resim. Bir geceyle sınırlı, ama iki yaşam boyunca sergilenecek bir resim.
Hep birlikte ve her zaman çoğunlukla elimizi uzatsak yakalayabileceğimiz zaman parçacıkları arasında yüzüp durduğumuzu, ama kimine bizi taşıyabileceğine güvenmediğimizden, kimine de belki iki, üç kulaç ötede daha büyükleri çıkar diye tutunmadığımızı söylemiştin. Sanki geceki oyundan bir replik gibiydi. Sence aynı zamanda hem gülünç, hem de acınası kulaçlarımızı artık tutunabileceğimiz herhangi bir zaman kalmayıncaya kadar sürdürüyorduk.
İnsan ne yaradır, ne değildir, bunu hemen ilk sıyrıklarla öğrenemiyor. Belki de insanın nasıl yaralanabileceğini, ne zaman kendini yara almış sayması gerektiğini, yaralandığında ne yapılabileceğini veya yapılamayacağını ben de o gecenin ardından öğrenmiş olabilirim.
Ve eklemişti: Daha çok yaşamanın ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamayı, siz yaşayanlara bırakıyorum..
Zaten mektubun sonunda intihar kararına ilişkin doğrudan tek yazdığı, bu kararın artık doymuş birinin sofradan kalkma kararına benzetilebileceğiydi.

Yaşamının herhangi bir dönemecinde, artık yaşamaya doyduğunu hissetmişti – ama bu bağlamda ‘bıkkınlık’, ‘bezginlik’ gibi sözcükler kullanmamıştı.

Deneyimlerini, öğrencilerini kendilerine benzetmek yerine, onlara kendi üsluplarına giden yollarda rehberlik etme doğrultusunda kullanan hocaların sayısı hep çok azdı.
Birbirlerine değil, ama uzaklara bakan insanlar. Birlikteliklerini yeterli bulmayanlar.
Sende yaşamış olmaktan pişman değilim
Uzaklara bakan insanlar birlikteliklerini
Yeterli bulamayanlar …
Seni herhalde yaşamak kadar seviyorum,ya da yaşamayı ancak senmişçesine sevebilirim
Hep kimileri artık hiç ışık yanmayacağını
Sandıklarında,onlara mum götürür gibi sevdim..
Yaşamım bütün kadınlara kapalı kaldı !
Bilemiyorum.
Bildiğim tek şey var.
Sende yaşamış olmaktan pişman değilim.
Herhalde sevginin ,bizliğin bu kadar katıksızını kendilerine bir türlü yakıştıramadıkları için .
Gel gelelim olmadı
Sen haklıymışsın
Olamazdı
Bir daha öyle bir “biz”olamazdı paylaşmadığımız bir şey kalmamış.Dolasıyla senden sonra biriyle paylaşabileceğim herhangi bir şey de kalmamış
Unutmam istediklerimi gönlümce unutabileyim
Onu bir daha hiç görmedim
Oysa adak adayabilirdim bir kez daha görmek için
Bir daha bana dokunmayacaktı
Karşımda durmayacaktı
Sizin yaşadım dedikleriniz benim hayatımın yanında ancak birer dipnotu olabilir..
gerçek anlamdaki yaratıcılık, geniş ölçüde bir kendine rağmen’liği de
içermiyor muydu?
…belki artık biraz yorgunumdur, belki zamanlara doğru yüzeyim derken, zamanlar gelip bana çarpmakta.
Daha çok yaşamanın ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamayı, siz yaşayanlara bırakıyorum…
Parmaklarımı tutuyorsun.
Sonra bütün elimi.
Şimdi anlıyorum.
Sevişmenin doruklarında eller, neden elleri arar?
Düşebilirim.
Çıldırabilirim.
Ölebilirim de.
Bırakma beni!
Beni çarmıhtan indiren, sen olmak ister miydin?"

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir