İçeriğe geç

Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi Kitap Alıntıları – İsmail Cem

İsmail Cem kitaplarından Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi Kitap Alıntıları

&“&”

Osmanlı tarihindeki askeri zaferler döneminde Yeniçerilerin payı ikinci derecededir. Bu payın küçüklüğü bir yana, Yeniçerilerin çoğaldığı ve Timarlı Sipahilerin azaldığı oranda ordu gücünü kaybetmiştir. Nitekim bu yöndeki gelişme Kanuni’nin ölümünden sonra başlar ve ordunun başarısızlıkları birbirini izler.
En basit isteklerin gerçekleşmediği bir topluma pahalı, lüks eşyanın girmesi çoğunluğu etkilememektedir. Dengenin bozulması için, yaşama şekillerini değiştirirlerse yeniye ulaşabileceklerine insanların inanmaları gerekmektedir.
Toplum eğer kendini kıyaslayabileceği bir zenginliğe ve refah düzeyine içte ya da dışta rastlamamışsa, kendi yaşantısını yeterli bulması ve gerilik düşüncesini reddetmesi normaldir.
Geri kalmışlığın temel nedeni olan toprak mülkiyetinin amaç ve biçim değiştirmesi konusunda buraya kadar izlenen gelişmeler şöyle sıralanabilir:

1) Osmanlılarda toprak mülkiyeti kaide olarak devlete aittir. Dev let, bu toprakların sağladığı vergi gelirini, görevleri karşılığında memur-askerlere bırakmıştır.

2) Geleneksel Osmanlı düzeni, çağın koşulları çerçevesindeki üstün durumuna rağmen bazı hassas noktaları bünyesinde barındırmaktadır: Düzenin temeline karşıt olan iltizam uygulaması, kaçakçı liğin önlenememesi, esneklikten yoksun kanunlar gibi.

3) Batı’nın geçirdiği köklü değişim ona teknik bir ilerleme sağlamiş; biriken sermaye denizaşırı maceraları ve tekniği zorlamıştı. Bu gelişmenin sonucunda Avrupa’nın giriştiği dünya çapındaki talan, de ğerli madenlerin kıtaya akmasını sağlamıştı. Altın bolluğu ve büyüyen
sanayinin ihtiyaçlarındaki artış, hammadde fiyatlarında çok hızlı bir yükselmeye neden olmuştu.

4) Deniz ticaretindeki ilerleme ve yeni denizyollarının keyfi Batı’dan Osmanlı memleketine yönelen ilk darbe olmuş, bunun sonucunda Asya’yla Avrupa’yı bağlayan kara ticareti yolları önemden dü şerek Osmanlıları büyük bir gelir kaynağından yoksun birakmıştı.

5) Parali Avrupa tüccarinin ucuz hammadde kaynağı olarak Osmanlı toprağına yönelmesi ve çok yüksek fiyat verebilmesi geniş ölçüde kaçakçılığa yol açmış, görülmedik bir hububat ve hammadde darliği Osmanlı ülkesini sarmıştı.

6) Bu darbeler, askeri harcamaların artması, gelir kaynaklarının kuruması, fethedilmiş yerlerin korunması gibi zorluklar içinde bunalan devletin büyük bir mali krizin içine düşmesine neden olmuştu. Artik devlet, ne yapıp edip para bulmak zorundadır.

7) Devletin bu durum karşısında yöneldiği kaynak, toprak geliri olmuş; geleneksel düzen bozularak toprak gelirinin memur askerlere bırakılması sisteminden vazgeçilmişti. Memur-askerler yerine, toprak gelirinin mültezimlere ihale edilmesine başlanmıştı. Mültezimler, bu gelir karşılığında belirli bir parayı devlete ödemeyi taahhüt etmekteydi. Devlet, bütçesindeki açığı bu şekilde kapamak ümidindeydi.

8) Toprak rejimindeki değişim Osmanlı düzeninde bir ihtilal niteligindeydi. Toprak mülkiyeti hukuken devlette kalmakla beraber fiiliyatta özel mülkiyete doğru hızlı bir gidiş başlamıştı. Çağın bu büyük üretim aracı devletin kontrolünden çıkarak bireyci ekonomik güçlerin eline düşmüştü.

9) Düzenin yıkılması için, mülkiyetin hukuken el değiştirmesi şöyle dursun, kullanılış amacının değişmesi bile yetmiştir. Prof. Barkan’ın deyişiyle, "Timarli Sipahinin bu suretle yavaş yavaş tasfiyeye mahkum olması Osmanlı Imparatorluğu’nun klasik idare ve toprak rejiminin temellerinin büsbütün sarsılarak yeni doğan iktisadi kuvvetlerin eline müdafaasiz ve teşkilatsız terk edilmesi demekti."

10) Topraktaki değişimin kısa süreli ekonomik sonucu üretimin azalması, tarlaların meraya dönüşmesi ve görülmemiş bir kitliğim Anadolu’da belirmesi olmuştu. Uzun süreli sonuç ise, geri kalmışlık durumudur. Ana üretim aracında mülkiyet biçiminin değişmesi toplumun öteki temellerini ve kurumlarını da sarsmış: Türkiye, günümüze dek sürecek yoksul yolculuğuna koyulmuştu.

Türkiye’nin geri kalmışlığı bir Afrika ya da Latin Amerika ülkesinin geri kalmışlığı değildir. Koskoca bir geçmiş ve geleceği olan, uygarlığı olan, sağlam temelleri hâlâ direnen ve kendini ileriye götürecek birikimi çeşitli alanlarda gerçekleştirmiş bir toplumun, geri bıraktırılmışlığıdır bu.
Daima din ile düşünce karşı karşıya getirilmiştir.
Halbuki din,inanç alanına ait bir şeydir.
İleri ve geri ise düşünce alanına aittir.
Bütün kitle hareketinin derininde mutlaka ekonomik bunalım vardır.
Burada bir daha belirtelim ki, Türkiye’nin geri kalmışlığı Afrika ya da Latin Amerika ülkesinin geri kalmışlığı değildir. Koskoca bir geçmiş ve geleceği olan, uygarlığı olan, sağlam temelleri hala direnen ve kendini ileriye götürecek birikimi çeşitli alanlarda gerçekleştirmiş olan bir toplumun, geri bıraktırılmışlığıdır bu.
Modern hükümetler,burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komisyondan başka bir şey değildir.
Haris budalalıktan sanır ki, fakir kendi tembelliği yüzünden fakir olmuş, zengin de çok çalışmasından dolayı nimete ermiştir."
Şimdi, geri kalmışlığı altedebilecek bir düzen, ancak toplumsal sıralamanın değişmesiyle mümkün gözükmektedir. Çeşitli zümrelerin görevlerinde ve önceliklerinde gerçekleşecek bu değişim Türkiye için tek kurtuluş yolu olarak belirmektedir. Özellikle burjuvazinin büyük bir atılımı sağlayacak nitelikte olmadığı, bu niteliklere sahip olabilmesi için dünya ve Türkiye koşullarının artık elvermediği ortadadır.Bu kurtuluş, ancak işçi ve köylü kitlelerinin çıkarınca ve bizzat onlar tarafından biçimlenecek bir düzende, onların öncülüğüyle gerçekleşebilir. Böyle bir yapıda, gerek ekonomik anlamda milli burjuvazi gerekse bürokratlar artık toplumun hakim zümreleri olamazlar; kendi tarihsel ve sınıfsal özelliklerine uygun yardımcı görevler taşıyabilirler. Devletin, milyarlarını bol keseden tüketmediği, milyonlarca vatandaşın milli gelirden komik paylar almadığı; kalkınmanın halktan güç alıp nimetlerini halka sunduğu bir düzenin kurulması, ancak bu değişimden en büyük yararı sağlayacak kitlenin öncülüğünde mümkündür.
Türkiye’nin bünyesinde barındırdığı zümreler kendi nitelik ve nicelikleri uyarınca yeniden bir öncelik sırasına girmeden; devletin görevleri halkın çıkarları doğrultusunda düzenlenmeden; halk kitlelerinin öncülüğünde gerçekleşecek ve ondaki temel eğilimlere uygun bir ekonomik sistem Türkiye’nin gerçekleriyle bağdaştırılmadan geri kalmışlığın altedilmesini beklemek, boş bir hayal den ibarettir.
Daha iyi yaşama koşullarının varlığı ve başkaları için mümkün olduğu ise, haberleşme araçlarının hızlı ge lişiminden sonra artık halkın malûmu olmaya başlamıştır. Ne var ki mevcut düzen, halkın bu mümküne ulaşmasına imkân tanımamaktadır. Gerçi halk kitlelerinin eskiye oranla, hatta beş-on yıl öncesine oranla daha iyi yaşadığı gerçektir. Ancak, kitlelerin imkânlarından çok daha hızlı gelişen, onların özlemleridir. Bu bakımdan, çok hızlı gelişen özlemlerle yavaş gelişen imkânlar arasındaki mesafe gittikçe açılmakta, Türkiye’nin temel çelişkilerinden birini meydana getirmektedir.
«geri kalmış ülkelerde kalkınma dinamikleri bireyci çıkışlarda değil, toplulukların ortak iradesinde ve toplu hareketlerde aranmalıdır.» Günümüzdeki evrensel koşulların bir zorunluk şeklinde ortaya çıkardığı bu duruma yatkın özellikleri, Türkiye kültürü, Türk halkına vermiştir. Sonuç olarak denebilir ki, Türk halkının gelenekleri ve alışkanlıkları, onun, toplumcu bir kalkınma yöntemini yaratmasında bir engel değil, kolaylaştırıcı etken olarak belirmektedir.
Ve bütün bu özelliklerine, 200 yıllık çabalarına rağmen Türkiye, geri kalmışlığı aşamamış bir ülkedir.Temeldeki bozukluğun, 600 yıllık tarihin ve günümüzdeki genel durumun incelenmesi sonucunda ortaya şöyle bir gerçek çıkmaktadır: Türkiye’nin asıl meselesi kalkınmayı sağlayacak birikimlerin yokluğu değil, yanlış yönde ve biçimde, kalkınmaya önder olamayacak sınıf ve zümrelerin önderliğinde kullanılmış olmasıdır. Birikimleri harekete geçirecek dinamiklerin yeterli olmayışıdır.
Ne var ki Türkiye’nin geri kalmışlığı öteki ülkelerin geriliğine benzememektedir. Bir zamanlar çağının en önde medeniyetini kurmuş, köklü kültürünün izlerini hâlâ kaybetmemiş, yüzyılların birikimini bünyesinde taşıyan bir toplumun âdeta zorla geri bırakılmışlığıdır bu.
1800’lerden beri bütün iktidarların amacı, küçük bir zümrenin elinde sermaye biriktirtmek, bu sermayenin yöneleceği yatırımlarla yurdu kalkındırmaktır. Batı örneğindeki gibi. Ancak, koşulların değişik olması bu alanda da ters sonuçlar verecektir.
Geri kalmışlığın incelenmesinde millî gelir ölçüsü nün yetersiz ve yanlış olmasının ilk nedeni, bu ülkelerde ki insanların milli geliri çok adaletsiz bir şekilde paylaşması ve ortalama rakamların aslında halkı değil, nisbeten mutlu bir azınlığı yansıtmasıdır.
Sanayileşmiş ülkeler, geri kalmışları ancak ayakta tutacak kadar borç vermekte, onları yaşatıp, verdiklerinin çok fazlasını başka yollardan geri almaktadır.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Yabancı devletlerin çıkarınca yürüyen ve göz göre göre bağımlılığı zorunlu kılan bir ekonomik düzen, hemen bütün geri kalmış ülkelerin ortak niteliğidir.
Sayda Kralı, Ellerim bana kâfi; hiçbir şeyi arzu etmediğim için hiçbir eksiğim olmadı."
Yunus Emre: Dervişlik baştadır, taçta değil. Hırkada değildir, saçta değildir; Allah’ı ararsan kalbinde ara: Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.
Bu koşullar içinde doğan güçsüz yerli burjuvazi, tabiatıyla, üretken olmaktan çok &‘aracı’ niteliği taşıyacaktır. Asıl görevi kendi ülkesindeki yabancıların işini kolaylaştırmak, dıştan aldığı ürünlerin içteki satışını sağlamak, kendi memleketinin mallarını yabancılara satmak, bir çeşit komisyonculuk görevini yüklenmek olacaktır. Yani, Batı’daki gibi kendi başına büyük kazançlar sağlıyacak, tasarruf edecek, sermaye biriktirip bunu üretken yatırımlara yöneltecek ve bununla kalkınmayı gerçekleştirecek nitelikte olamamıştır.
Modern hükümetler, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komisyondan başka birşey değildir."
Özetlersek, Batı felsefesinin ve düzeninin temeli maddî çıkara, maddî değerlerin önceliğine dayanmaktadır. Bu düzende amaç daha çok kazanmaktır; düzenin uyguladığı toplumların itici gücü, kazanma hırsıdır. İnsanın, basit bir üretim aracı olmaktan öte değeri yoktur.
Eşrafın çıkarıyla,büyük topraklara sahip olmasıyla, bunları sağlayan sosyal yapıyla; köylü kitlelerinin çıkarı kaçınılmaz şekilde çelişmektedir. Birinin varlığı süregelmiş geri yapının devamında, ötekinin çıkarı bu yapının yıkılmasındadır. Hem ağanın toprağını korumak, hem de bu toprağı köylüye dağıtmak imkânı yoktur. Bir yönetim ya o yolu seçecektir, ya da öteki yolu deneyecektir. Günümüzün iyiniyetli çevrelerinde hâlâ savunulan «tarafsız hakem olmak», aslında, bilmeden taraf tutmaktır. Güçlüyle güçsüzü, kurtla kuzuyu bir araya koyup ben sizin karşınızda tarafsızım, siz kardeşçe yaşayın demektir. Nitekim bürokratların tarafsızlığı, bilerek yahut bilmeyerek, onlara tutucu güçlerin müttefiki görevini yaptırmıştır.
İktidardaki sacayağının en ilginç bölümü Milli Mücadeleyi yürütmüş olan askerlerdir. Bu kadronun bir kısmı kendini hemen tatlı işlere ve ticarete kaptırarak bürokrat niteliğinden sıyrılmıştır.
Mustafa Kemal’lerin, İsmet Paşa’ların dahil olduğu grup ise kendi sınıfsal yapısının çerçevesindeki «ilericiliğini», namus ve heyecanını, memlekete faydalı olmak tutkusunu sonuna dek sürdürmüş, fakat seçtikleri yahut seçmek zorunda kaldıkları yol ülkenin «geri kalmışlığını» altetmemiştir.
Bürokrat kesimdeki ilerici unsurların en belirli özelliği, günümüze dek sürdürdükleri temel özellik olan iyi niyettir. İlerici kanat sanmıştır ki, bütün zümreler iyi niyetle, kardeşçesine çaba gösterecek, birbirini tamamlayacak ve bu şekilde memleket kalkınacaktır. Emperyalizmin yenilmiş olması, herkesin «Milli» sıfatını paylaşması dertlerin çözümüne yeterlidir.
Bir bakıma devletçi iktisat politikası, en kuvvetli sosyal grupların lehine, en zayıf grupların aleyhine işlemiştir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Atatürk yönetiminin ileri kanadını meydana getiren bürokratlar, memleketi çepeçevre saran tutucu eşraf örgütünü kırmak, geriliğin büyük sebebi olan sosyal yapıyı yıkmak yolunu seçmemişlerdir. Seçtikleri yol, eşrafın köylü üzerinde kurmuş olduğu zorunlu nüfuzdan yararlanmak, onun aracılığıyla onu iktidara ortak ederek memleketi yönetmek olmuştur.
Tek cümleyle özetlendiğinde, Cumhuriyetin bu ilk dönemi, köylünün yüzyıllardan beri sürdürdüğü yoksul yaşantısına hiç bir değişiklik getirmemiştir.
Sosyal alanda, devlet, bir değişmezliğin güvencesi gibidir. Azınlığın mutluluğu, çoğunluğun yoksulluğu pahasına devam etmektedir. Kurulan sanayi kesiminde işçi her çeşit haktan yoksun, daima aleyhine işleyen arz-talep kanununun kurallarınca çalışmaktadır. En küçük bir hak isteğinde bulunması, her zaman bol miktarda var olan bir işsizin onun yerini almasıyla sonuçlanmaktadır.
(…)Ancak bu inkılaplar köklü sosyal yapı değişimlerinin sonucu olmadıkları gibi, bu tür değişimlere paralel de yürütülmemişlerdir. Dolayısıyla köksüz kalmışlar, etkileri sınırlı olmuştur. Bugün hâlâ çarşaf kullanılması, medeni nikâha bazı kırsal kesimlerde itibar edilmemesi gibi durumlar, bu köksüzlükten, inkılâpların temelde değil üst yapı kurumlarında gerçekleşmiş olmalarından ileri geliyor.
Kesin olarak söylenebilir ki, Osmanlı’da toprak düzeni benliğini koruduğu sürece ordu güçlü kalmış, bu düzenin bozulmasıyla eski zaferler tarihe karışmıştır.
Cumhuriyet döneminin mutlu azınlığı devletin hemen her alanda sağladığı kolaylıklardan en iyi şekilde yararlanmasını bilmiştir. Devletten alınan krediler sana yide yahut tarımın makineleşmesinde değil, az zamanda çok para getiren kapkaç işlerinde kullanılmıştır. Yönetimin bir kanadının Teşvik’i Sanayi Kanunu gibi iyi niyetli çabaları boşa gitmiş, devlet bir yandan mutlu azınlığı beslerken, öte yandan, yatırımların yüzde doksanını yapmak zorunda kalmıştır.
Sonuç mutlu azınlık için sevindirici, memleket hesabına üzücü olmuştur.
Batılaşma, getirdiği sosyo-ekonomik özelliklerin doğal bir sonucu olarak paralı zümrelerce
benimsenmiş ve onların kazanç imkânlarını genişleterek emniyete almıştır. Ancak bu liberalleşme,
halkın daha rahat sömürülmesine yol açmıştır. Batılaşmanın temeli olan ekonomik nitelikler, aysberg
örneği; halkın gözüne görünmemiş; ancak yüzeydeki belirtiler olan giyim-kuşam, kadın-erkek
ilişkileri, hayat tarzı ve öteki üstyapı kurumları halkın gözüne çarpmış ve fark edilmiş; halk bunlara
tepki göstermiş, düşman olmuştur.
Haris budalalıktan sanır ki, fakir kendi tembelliği yüzünden fakir olmuş, zengin de çok çalışmasından dolayı nimete ermiştir."
Fuzuli
En yoksul halklar en zengin yöneticilerin emrindedir.
Toplum eğer kendini kıyaslayabileceği bir zenginliğe ve refah düzeyine içte yada dışta rastlamamışsa, kendi yaşantısını yeterli bulması ve gerilik düşüncesini reddetmesi normaldir.
A. Sauvy’nin belirttiği gibi …eğer tekniğin gelişmesi kaynağın gelirini artırmak yerine ondan daha büyük parçalar koparılmasını sağlıyorsa, ileri teknik, aslında geriletici bir teknik olmaktadır.
İlkel aletlerle budanan bir ormanı yabancılar gelişmiş araçlarla kesmeye başlayınca dışa satılan kereste yabancı şirkete para kazandırmış fakat ülke halkı bir süre sonra hem ormansız kalmış hem de bunun sonucunda başgösteren toprak kaymaları ve erozyon, toprağın verimini düşürmüştür. Kaynaklarla araçlar arasındaki denge, yabancıların getirdiği yeni teknikle bozulmakta ve kaynakların tükenmesine yol açmaktadır.
Şu akıp giden kum seline bak;
Ne durması var, ne dinlenmesi
Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya.
Nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini."
Mevlana Celaleddin Rumi
…Ben bunları yaşarken Atakan’daki halkım ayı ve balık avlıyor, dünyanın küçük olduğunu sanarak mutlu mesut yaşayıp gidiyordu. (Jack London, Bir Kuzey Macerası)

…Toplum eğer kendini kıyaslayabileceği bir zenginliğe ve refah düzeyine içte ya da dışta rastlamışsa, kendi yaşantısını yeterli bulması ve gerilik düşüncesini reddetmesi normaldir.

Daha iyisini tanımayan ve kıyaslama yapamayan bir insanın kendi yaşama şekliyle yetinip memnun olması olağandır. Eski Denge’deki bir toplum kendini geri kalmış ve yoksul olarak göremez. Toplum eğer kendini kıyaslayabileceği bir zenginliğe ve refah düzeyine içten ya da dıştan rastlamamışsa, kendi yaşantısını yeterli bulması ve gerilik düşüncesini reddetmesi normaldir.
Günümüzün geri kalan halklarında var olan gelenekçilik eğilimi sanıldığı gibi yalnızca tutuculuktan, gericilikten, tevekkülden ileri gelmemektedir. Bu eğilim yüzyıllardan beri süren, çok güçlükle ayakta tutulan ve kolaylıkla yıkılabilecek bir yaşantıyı en küçük güvensizlikten ve tehlikeden sakınmak zorunluluğuyla açıklanabilir.
Osmanlı akılcılığı toplumun somut ekonomik gerekleri karşılanmaksızın hedefe yönelinmeyeceğini fark etmiştir
Batı kültürünü hemen benimseyecek olanlar, daha önce belirttiğimiz gibi, ferdiyetçi ekonomiye katılıp onun nimetlerinden yararlanacak kişilerdir; şahsi teşebbüste bulunmak imkânındakilerdir; Batılı yaşama tarzını uygulayacak kadar parası olanlardır; maceraya atılıp yükselmeye durumu el verenlerdir. Nitekim Batı kültürü böyle bir azınlık tarafından kayıtsız şartsız kabul edilmiştir.
NATO’nun zorunlu kıldığı uydu politikası, Türkiye’yi Türkiye’yle ilgisi olmayan haksız maddi çıkarların koruyucusu yapmıştır. Bu nitelikteki Türkiye, tabiatıyla, Ortadoğu’daki nüfuzunu kaybedecek, &‘Biz kendimize Türkiye’ nin İstiklâl Savaşı’nı örnek almıştık’ diyenleri hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bu tutumundan ötürü Türkiye büyük bir yalnızlığa, en haklı Kıbrıs davasında bile yüzüstü bırakılmaya kendini mahkûm etmiştir. Yanı başındaki Arap-İsrail çatışmasını sanki Ay’daymış gibi seyretmiştir. Ortadoğu’nun en güçlü devletiyken, bölgenin geleceğini biçimleyen bu oluşum karşısında, en masum bir diplomatik etkiyi yaratmaktan aciz kalınmıştır.
Dün ve bugün teoriyi, bugün ve yarın pratiği hazırlar.
Gittikçe çoğalan insanların eski ölçülerle doyamamaları sonucunda toplumdaki dayanışma zayıflamakta, ahlaksızlık artmakta, değer yargıları değişmekte ve düzenin bütünüyle çöküşü kolaylaşmaktadır
Toplum eğer kendini kıyaslayabileceği bir zenginliğe ve refah
düzeyine içte ya da dışta rastlamamışsa, kendi yaşantısını yeterli bulması ve
gerilik düşüncesini reddetmesi normaldir.
Modern hükümetler, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komisyondan başka bir şey değildir.
Halk cephesinin dinsel tepkisini en başarılı şekilde kullanan şüp hesiz DP olmuştur. CHP’ye yöneltilen en şiddetli bir hücum, onun &‘dinsizliği’ üzerinedir, Eşref Edip’in Sebilürreşad mecmuasında yazdı ğına göre, CHP Frenk meşreplerin partisidir."270 Hâkim zümreler den eşraf, ağa ve tüccar takımı eski ortakları bürokrasiden kurtulmak için siyasal tercihlerdeki karmaşıklıktan ustaca yararlanacaklardır. Bu zümreler, &‘DP’ olarak iktidarı aldıktan sonra da aynı oyunu sürdüreceklerdir. Batılaşmanın ekonomik yanını güzelce kullanırken onun görüntüsüne karsiymiş gibi davranacak, İslamcı halk cephesine tavizler vereceklerdir.
Doğulu bir topluma dinamik batı medeniyetinden unsurların girmesi,garip bir şekilde,o toplumdaki geriliklerin güçlenmesi ile sonuçlanmaktadır.
Français Leger.
Fert elindeki sermaye güçsüz olduğundan yatırım sınırlı kalmaktadir. Yatırımın sınırlılığı, kitlelere yayılabilecek bir refahın oluşumunu engellemektedir. Kitleler olmayan refahtan pay alamayınca, bu kez talep yaratmamaktadır. Talebin düşüklüğü ise piyasanın darlığına, dolayısıyla güçlü sermayenin birikmemesine ve yatırımın zayıflığına yolaçmaktadır.
Maddenin en büyük değer ölçüsü olduğu Batı düşüncesinin ve ekonomik düzenin motoru, itici gücü, tabiatıyla, &‘kazanma hırsı’dır. Bu hirs Avrupa ülkelerindeki faaliyetin olduğu kadar, kita dışı yayılmasının da itici gücüdür. Avrupa’nın zenginleşmesinde başrolü oynayan sömürgecilik, sistem ve kişilerdeki kazanma hırsının doğrultusun da gelişmiştir.
Evet, Atatürk ve İnönü’nün tek partili Türkiye’si bağımsızdır. Ne var ki, geri kalmışlığı yenemeyen bir bağımsızlık geçici olmaya mahkümdur. Nitekim, 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında oluşan yeni koşullar &‘yeni sömürgecilik’ diye bir kavramı yaratmış, Türkiye, bu kavrama örnek gösterilen ülkelerden biri durumuna düşmüştür.
Sonuç olarak denilebilir ki, Atatürk yönetiminin ileri kanadını meydana getiren bürokratlar, memleketi çepeçevre saran tutucu eşraf örgütünü kırmak, geriliğin büyük sebebi olan sosyal yapıyı yıkmak yolunu seçmemişlerdir. Seçtikleri yol, eşrafın köylü üzerinde kurmuş olduğu zorunlu nüfuzdan yararlanmak, onun aracılığıyla onu iktida ra ortak ederek memleketi yönetmek olmuştur.
Cumhuriyet, Türkiye’nin zaten nicel ve nitel olarak güçsüz işçilerine yeni bir şey getirmemiştir. İşçi, hatta ağırlaşan koşullar içinde mahkûm tutulmuştur. Günlük çalışma süresi en az 12 saat; genellikle 14-16 saattir. Günlük işçi ücreti 1920’lerde en çok 250 kuruştur. Savaş öncesine oranla bu dönem hayat pahalılığı 20 kat artmışken, ortalama ücret artışı 7 katı geçmemiştir.
İstiklal Harbi’nin bitişiyle beraber Türkiye’de kurulan mukaddes bir ittifak, Cumhuriyet’in ilk döneminde büyük faaliyet gösterecektir . İttifak, kaba çizgilerle üç çeşit imtiyazlıdan meydana gelmektedir: 1) İstanbul tüccarı, Anadolu eşrafı ve toprak ağaları, 2) Milli Mücade le’ye katılan subaylardan sonraları &‘memleketi kalkındırmaya’ merak saranlar, 3) Mebuslar ve bürokrasinin üst kademeleri.
Yeni Cumhuriyet’in izleyeceği yöntem’in adı milli iktisat’tır, kendisi &‘devletçilik görünümündeki liberal politikadır’, amacı kişilerin zenginleşmesiyle memleketi kalkındırmak, yabancı müteşebbisin yerine yerli özel teşebbüsü koymaktadır. İktisat Kongresi’nin vazettiği düstur, devletin ancak hususi sermayenin yetmediği iri müesseseleri kurmak için yatırım yapmasıdır.
Yabancı şirketler ekonomideki yerlerini korumaktadır. Özellikle demiryolları, elektrik ve ulaştırma şirketleri, İstanbul ve İzmir rihtim işletmeleri yabancı şirketlerin elindedir. Bütün bu olumsuz faktörlere ek olarak genç Cumhuriyet, Düyun-i Umumiye’nin 86 milyon liralık dış borcunu devralmıştır. 1930’dan itibaren ödenmesine başlanan bu borç ancak 1954’te kapanabilecektir.
İstanbul’a ek bir imtiyaz olarak, 1875’e kadar emlak vergisi alınmamış ve 1908’e kadar İstanbul nüfusu askerlikten muaf tutulmuştur.
Kısacası özetlendiğinde, Batılaşma hareketleri aslında çok küçük bir azınlığın ve yabancıların, özel sermaye ve mülkün çıkarını, güvenliğini sağlayan; halk kitlelerine hiç, ama hiçbir şey getirmeyen hareketlerdir. Getirmemesi bir yana, günümüze dek sürecek kültür ikiliğine (dualizmine), halk kitlelerinin daha geniş çapta ve daha rahat sömürülmesine yol açmıştır.
Maliye Nezareti’nde resmi olarak 5.500 memur çalışırken, Düyun-ı Umumiye’dekilerin sayısı 8.000’den fazladır. Düyun-i Umumiye aracılığıyla memleketteki mali, siyasi mekanizma yabancıların kayıtsız şartsız ipoteğine girmiştir. 20. yüzyıl yaklaşırken, Osmanlı Devleti, son taksiti 1954’te yatırılacak olan bu borçları ödemeye başlamakta; memleket günden güne sömür geleşmektedir.
Avrupa taklitçisi Osmanlıların çoğalıp güçlendikleri oranda yabancıların sömürüsü ve halkın yoksulluğu koyulaştı. Bu oluşum, halk kitlelerinin izleri gününüze dek uzanan bir tepkisine yol açtı. İthal edilen kültürün ekonomik fonksiyonunu sezemeyen halk, onun dış görüntüsüne düşman oldu; yaşam tarzını ve yaşayanları, savunucularını gavurlukla niteledi. Tek sığınabileceği mercie, kendi geleneksel yaşantısına ve ancak öteki dünyada kavuşmayı hayal edebileceği bir mutluluğun tek ümit kaynağı olan dinine, büyük bir kıskançlıkla, şuursuzca, adeta Katolikçesine sarıldı.
IV. Murat’tan başlayarak (1623) Hıristiyanlara zaman zaman kötü muamele yapılmış, onların …kıyafetleri, evlerinin renkleri tespit edilmiş; ata binmemeleri, hamamda nalınsız gezmeleri, başlarına çıngırak takmakları, sokakta, kaldırımda yürümemeleri gibi manasız nizamlar konmuştu…"158

Görüldüğü gibi, Osmanlı toplumunun her alanını saran bir yozlaşma 17. yüzyılda genişlemekte, genişlemektedir…

Ocak ağalarının ve hariçten bir hayli kimsenin devlet ricali ve ulemanin böyle satın alınmış esame kağıtları vardır. 1772’de muharebe esnasında cephede vefat etmiş olan ordu kadısı Nimet Efendi’nin üzerinden, günde bin iki yüz akçe getirir bir hayli esame kağıdı çıkmıştı…
Iltizam, devletin, gelirlerinden birisi üzerindeki hakkını bir yıl müddetle bir kimseye ondan peşinen veya taksitle aldığı para karşısinda devretmesidir.
Osmanlı memleketine gelen Batı tüccarı kendi ülkesinin altın bolluğu oranında para ödüyor, hammaddelere yerli esnafin verdiği fiyatın çok üstünde bir değer biçip malı Avrupa’ya gönderiyordu. Bu durum, fiyatların yükselmesine ve yerli esnafın hammadde darlığına yol açmakta; devleti muhtemel bir kıtlık karşısında korunaksız bırakmaktaydı. Dışarıya satımı yasaklanan maddelerin listesini genişletmek de çare olmuyor,
Özetlersek, Osmanlı ekonomik düzeninin başarısı, hatta var olmasi için toplumda ve kişide bazı özelliklerin bulunması gerekmektedir: 1) Ferdiyetçi değil, cemaatçi olması, 2) Para kazanmak hırsının sinir liliği, 3) Yumuşak başlılık, 4) Maceracı olmamak, 5) Temel amacın cemaatin bir parçası niteliğiyle güvenliğe erişmek olması.
Nedenleri ne olursa olsun, bir Fransız tarihçisinin belirttiği gibi, Engizisyonun resmi devlet kuruluşu olduğu ve Yahudilerle Arapların ispanya’dan kovulduğu bir çağda, Osmanlılar, Hıristiyanlara karşı en küçük bir düşmanlıkta bulunmamışlardır.
Dinsel hoşgörünün öteki nedeni, Hıristiyanların verdikleri özel verginin (cizye) mali kaynakların içinde çok önemli yer tutmasıdır. Devletin milyonlarca tebası, &‘askere gitmemek’ ve &‘korunmak’ karşılığında bunu ödemektedir. Dolayısıyla, vergi toplamını azaltmamak için, Osmanlı devleti Hıristiyan tebaasını kitle halinde din değiştirmeye asla zorlamamıştır.
Devletin ekonomiye tümüyle egemen olmasıyladır ki, hem halk başıboş ekonomik güçlerin sömürüsünden korunulabilmiş, hem de bir imparatorluk doğup yaşayabilmiştir. Aracılar azaltılmış, ticaretin bizatihi kendinde var olan sömürünün en düşük düzeyde tutulmasına çalışılmış; halk suni olarak yaratılan fiyat artışlarından; üretim başıboşluktan kurtarılmıştır.
1550 yıllarına kadar ekonomi kendi ihtiyaçlarını karşılayacak durumdadır ve ithalat yok denecek kadar azdır. 55 İhracat ise çok sıkı bir denetim altındadır. Ancak ülke ekonomisine zarar vermeyecek ürünler sınır dışına resmen çıkarılabilmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir