İçeriğe geç

Wittgenstein ve Dilin Sınırları Kitap Alıntıları – Pierre Hadot

Pierre Hadot kitaplarından Wittgenstein ve Dilin Sınırları kitap alıntıları sizlerle…

Wittgenstein ve Dilin Sınırları Kitap Alıntıları

&“&”

Goethe’nin Renkler Kuramı Tarihi’nden bir alıntı yapalım:
Eğer Yunan dili canlı kalsaydı ve Latin dili yerine o yayılsaydı, evrenin bilimsel görünüşü ne kadar farklı olurdu. Yunanca çok daha naif, doğal, ışıltılı, akıl dolu, estetik bir sunuma çok daha yatkındır. Bu fiillerle, özellikle de sıfat-fiillerle ve mastarlarla konuşma tarzı her ifadeyi esnekleştirir; doğrusu, hiçbir şey kelime tarafından belirlenmiş, mıhlanmış, sabitlenmiş değildir; nesneyi muhayyilede canlandıran şey sadece bir imâdır. Tersine, Latin dili, adları kullanarak, karar verir ve buyurur. Kavram kelimede katı bir biçimde mimlenmiştir, kendini, bundan böyle sanki söz konusu olan gerçek bir varlıkmış gibi hareket edebileceğimiz kelimede pekiştirir.
Kraus tarafından geliştirilen aforizma anlayışı hangi bakımdan –bu her şeyi özetleyen sorudur–, Tractatus ’ta felsefi olarak önemlidir? Cevap, eğer Kraus’un aforizma konusunda söylediklerini, Wittgenstein’ın kendi önermeleri için taşıdığı yargıya uygularsak, kısaca şöyle formüle edilebilir: Tractatus ’un önermeleri (mantıkî ya da epistemolojik doğruluk anlamında) doğru değildir, ama bunlar anlamsızdır (yani yanlış da değildirler), dünyayı doğru şekilde görmek için yolu göstererek (mantığın ve bilimin) hakikatini “aşarlar”.
Antik Çin sadece somut bir bütün tanır… Somut bütün… özellikle dile getirilemez ve düşünülemez bir mevcudiyettir. Bu dile getirilemez ve düşünülemez mevcudiyet zorunlu olarak, özü kesinlik olan kavramsal düşüncenin her kavrayışından kaçıp kurtulur. [Bu mevcudiyet] sentaktik düzeni çok serbest ve karşılıklı anlamı son derece müphem olan Çince karakterlerin bir yan yana gelişinde uygun olmayan bir biçimde cisimleşmek durumundadır
H. Hartmann’ın indogermanik dillerin yapısı üstüne bir incelemesi anılabilir. Bundan şu çıkar ki Yunan dil sistemi, tüm bu dil grupları içinde, özne ile nesneyi en kuvvetli biçimde birbirinin karşısına koyan dildir, özellikle, insani etkinliğin nesnesini, -i halini, tüm düşünceyi ona doğru yönlendirmek suretiyle dil sisteminin merkezine koyan dildir. 
Goethe’nin Renkler Kuramı Tarihi ’nden bir alıntı yapalım:  Eğer Yunan dili canlı kalsaydı ve Latin dili yerine o yayılsaydı, evrenin bilimsel görünüşü ne kadar farklı olurdu. Yunanca çok daha naif, doğal, ışıltılı, akıl dolu, estetik bir sunuma çok daha yatkındır. Bu fiillerle, özellikle de sıfat-fiillerle ve mastarlarla konuşma tarzı her ifadeyi esnekleştirir; doğrusu, hiçbir şey kelime tarafından belirlenmiş, mıhlanmış, sabitlenmiş değildir; nesneyi muhayyilede canlandıran şey sadece bir imâdır. Tersine, Latin dili, adları kullanarak, karar verir ve buyurur. Kavram kelimede katı bir biçimde mimlenmiştir, kendini, bundan böyle sanki söz konusu olan gerçek bir varlıkmış gibi hareket edebileceğimiz kelimede pekiştirir
dilden önce varolan anlamları kavramaya muktedir bir düşüncenin ifadesi olan bir dil yoktur; yalnızca insani konuşmanın indirgenemez çeşitliliği vardır: bir duyguyu ifade etmek/ anlatmak bir nesneyi betimlemekten ibaret değildir; şarkı söylemek, dua etmek, tiyatro oynamak, bunların hepsi kendine has bir gramer belirleyen tutum ve davranışlardır.
İnsanın ulaşabileceği en üst nokta, hayranlıktır; ve o ilkfenomen (alm. Urphänomen , fr. phénomène primitif ) karşısında şaşkınlığa düştüğünde, memnun olması/yetinmesi gerekir; bundan daha yücesi bahşedilemez ona ve daha uzakta aramamalıdır. Ama insanlar genelde ilk fenomeni temaşa etmekle kifâyet etmezler; daha ileri gitmeleri gerektiğini düşünürler ve aynada kendine baktıktan sonra, [aynanın] diğer tarafında ne olduğunu görmek için aynayı çeviren çocuklara benzerler.
“Mistisizm”e gelince, o da şu düşünceye tekabül eder: ifade edilemeyen kendini dilde gösterir; dilin özü, ifade edilemeyeni ifade ederek, ifade edilemeyeni hedeflemektir/görmektir; dilde gördüğümüzü ifade edemeyiz; dilin nihai anlamı dilde ifade edilemez. Kuşkusuz, dil içindeyizdir ; bu durum aşılamaz. Ama tam da bu aşılamaz durum içindedir ki Aşkın kendini bize gösterir.
İfade edilemeyen, şeylerin özüdür (3.221)
Demek ki mantık hiçbir şey söylemez, hiçbir şeyi temsil etmez, ama tam da dünyanın mantığı olan o temsil edilemeyeni gösterir
Ölüm yaşamın bir olayı değildir. Ölüm yaşanmaz
Ölümde, dünya değişmez, durur (6.431).
Tecrübemizin hiçbir bölümü a priori değildir. Gördüğümüz her şey başka türlü olabilirdi. Betimleyebildiğimiz her şey de başka türlü olabilirdi. Şeylerin a priori bir düzeni yoktur (5.634).
Ama aynı zamanda, ne var ki söylenemeyen, belli bir ölçüde, gösterilebilir.
 “Dilde anlatılanı/ifade edileni, dille anlatamayız (4. 121).  ”Bu önesürüm en önemli noktadır. Bize Wittgenstein’ın baştaki şu soruya verdiği gerçek cevabı açığa çıkarır. Hangi sınıra kadar dil bir anlama sahip olabilir? Bu soru aslında şunun cevabıdır: dil kendini dil olarak ifade etmek istediğinde bir anlama sahip olmayı keser; yani temsili olmayı keser; dil kendini söyleyemez.
Önerme bütün gerçekliği temsil edebilir (ortaya koyabilir), ama bu gerçekliği temsil edebilmek için onunla ortaklaşa sahip olmak zorunda olduğu şeyi, yani mantıkî biçimi, temsil edemez. Mantıkî biçimi temsil etmek için, kendimizi önermemizle birlikte mantığın dışına çıkarabilmemiz gerekirdi, yani dünyanın dışına. (4.12)
Tractatus’u İtalyanca’ya çeviren Le P. Colombo, eğer bu önermeler anlamsız ise, onları nasıl anladığımızı kendimize soracağımıza dikkat çeker.
Bengilikten, sonu gelmeyen bir zaman-süresi değil de zamansızlık anlaşılırsa, şimdiyi yaşayan bengi yaşar
Ayrıca bu hususta karşılaştırmalı felsefenin zorluğu kadar değerini de belirtelim. Verili bir dilin bir cümlesinin tam anlam başka bir dile tercüme edilemez. Bu yüzden yabancı bir dilde ifade edilen bir felsefeyi hiçbir zaman tamamıyla anlayamayız. Özellikle de o dil çok farklı bir linguistik sisteme uyuyorsa. Ama aynı zamanda, önümüzde açılan evrenin bizimkinden bambaşka bir vizyonudur ve bizim görüşümüzü tamamlar. İşte bu yüzdendir ki tercüman o yabancı dile has özellikleri sokabilmek için kendi dilini zorlamalıdır. Ve burada yine sonuçta açıklik ve anlayış yolunda aşılmaz bir sınıra çarpıyoruz.
Susarak konuşulur: Ey insan eğer ebediyetin varlığını anlatmak istiyorsan, önce tüm sözü bırakmalısın."
Russell, Portraits from memory, New York, 1956, s. 23. Russell anlatır ki ilk yarıyılın sonunda Wittgenstein onu bulmaya gelir ve sorar:
“Tam bir aptal olup olmadığımı bana söyleyebilir misiniz acaba?”.
+ Russell cevap verir: “Sevgili dostum, hiç bilmiyorum. Bu soru da nereden çıktı?”
Çünkü eğer tam bir aptalsam balon pilotu; yoksa filozof olacağım.”

+Russell ona bir felsefe çalışması kaleme almasını salık verir. Yıl içinde Wittgenstein bir el yazmasıyla geri gelir. Ve Russell devam eder: “İlk cümleyi okuduktan sonra, ona şöyle dedim: Hayır, balon pilotu olmanıza gerek yok”.
Ve bir başka sefer, Wittgenstein’ın uzun bir suskunluğundan sonra:
“Wittgenstein, mantık mı düşünüyorsunuz, günahlarınızı mı? İkisini de”.

“ M. Aimé Patri, Felsefi Soruşturmalar’ın 693. paragrafı husunda haklılıkla Berkeley’in Alchipron metni- ni anar:
Dolayısıyla, öyle görünür ki, gösterdikleri düşünceleri kullandıkları –ama anlaklarımızda (intelligence) uyandırmadıkları– her seferinde bile kelimelerin anlamdan yoksun olmadıkları sonucu çıkar. Zira durum bu olduğu zaman, şeyleri ve düşünceleri (idea) işaretlerinin yerine ikame edebilmemiz kâfidir. Bundan ayrıca şu sonuç da çıkıyormuş gibi görünür ki kelimeleri yine seçik düşünceleri belirtmek ve uyandırmak için olmaktan başka türlü de kullanabiliriz, örneğin davranışımızı ve eylemlerimizi etkilemek için; yapılabilecek şey ya eylemleri yönetmek için kurallar tesis etmek ya da zihinlerimizde bazı tutkular, eğilimler ya da heyecanlar uyandırmaktır. O halde hareket etme tarzımızı yöneten ya da bir eylemi gerçekleştirmeye veya ondan sakınmaya yönelen sözler, öyle görülüyor ki, yararlı ve manidar olabilirler, oluştukları kelimelerin her biri zihinlerimize seçik bir düşünce taşımasa bile”

* Yakın bir zamanda B.L.Whorf tarafından söze getiri- len linguistik rölativizmin ilkesi budur17. XVIII. yüzyıldan beri, bu ilke, Fransa’da, Court de Gébelin ile Fabre d’Olivert tara- fından, Almanya’da ise, Herder, sonra da W. Von Humboldt tarafından az çok görülmüştü. Bu hareketi göz önüne serebilmek için, sadece Goethe’nin Renkler Kuramı Tarihi’nden bir alıntı yapalım:

Eğer Yunan dili canlı kalsaydı ve Latin dili yerine o yayılsaydı, evrenin bilimsel görünüşü ne kadar farklı olurdu. Yunanca çok daha naif, doğal, ışıltılı, akıl dolu, estetik bir sunuma çok daha yatkındır. Bu fiillerle, özellikle de sıfat-fiillerle ve mastarlarla konuşma tarzı her ifadeyi esnekleştirir; doğrusu, hiçbir şey kelime tarafından belirlenmiş, mıhlanmış, sabitlenmiş değildir; nesneyi muhayyilede canlandıran şey sadece bir imâdır. Tersine, Latin dili, adları kullanarak, karar verir ve buyurur. Kavram kelimede katı bir biçimde mimlenmiştir, kendini, bundan böyle sanki söz konusu olan gerçek bir varlıkmış gibi hareket edebileceğimiz kelimede pekiştirir.

* “Hiçbir ciddi adam asla böyle konularda yazma tehlikesini göze alamaz ”

* Tractatus sırasıyla şu konuları işler: dünya, düşünce, dil, mantık ve yeniden dünya.
–Güzel önermeler arasında yer alan– ilk önerme şunu bildirir:
“dünya vuku bulan her şeydir ” ve anlamı: “bir olgu” olanın dünyanın bir parçasını oluşturduğu ve dünyanın olgularla dolu olduğudur. Tüm olgular dünyanın bir parçasını oluşturur ve dünya sadece olgulardan oluşur.
Olguların mantıksal imgelerini uydururken/yaratırken, şunu düşünürüz: “Olguların mantıksal imgesi, düşüncedir” (3) Düşünceler önermeler vasıtasıyla ifade edilir; hakikatte, “düşünce, anlama sahip önermedir”.

“Dil” içinde felsefe yaparız. Bu tema modern felsefede zen- gin bir biçimde geliştirilmişti ve bunu Brice Parain’den, Merleau-Ponty’den ya da Heidegger’den daha iyi serimleyebileceğim iddiasında değilim. Burada yalnızca bu konu üzerine bazı notları bir araya toplamak isterim. Merleau-Ponty’nin bir metninden alıntıyla başlayacağım:

(Descartes’ın) İkinci Meditasyonu’nu okuyorum. Burada sözü edilen şey ben’dir, ama doğrusu ne benimki, ne Descartes’ınki değil, her düşünen insanın ben’i olan, düşüncede bir ben’dir. Kelimelerin anlamlarını ve fikirler arasındaki bağı izleyerek şu sonuca varıyorum ki gerçekten, madem düşünüyorum, varım, ama bu söze dayanan bir Cogito, düşüncemi ve varoluşumu ancak dil aracılığı vesilesiyle kavradım ve bu Cogito’nun doğru formülü şu olacaktır:
“Düşünüyor, var.”*
Dilin harikalığı, kendini unutturmasıdır: Gözlerimle kâğıdın üzerindeki çizgileri izliyorum, bunların gösterdiği şey tarafından tutulduğum andan itibaren, onları artık görmüyorum. Anlatım, anlatılan önünde silinir ve işte bunun içindir ki onun aracı rolü fark edilmeden geçip gider, işte bunun içindir ki Descartes onu hiçbir yerde anmaz. Descartes, daha kuvvetli bir sebeple okuyucusu, zaten konuşan bir evrende meditasyon yapmaya başlar. Anlatımın/ ifadenin ötesinde, ulaştığımız bu kesinlik, ifadeden ayırılabilir bir hakikattir ve sadece onun giysisi ve olumsal zuhrudur, onu içimize yerleştiren tam da dildir. Ancak bir kere ona bir anlam verildiğinde, basit bir işaret olduğu görülür ve tam bilincine varmak için, önce imlerin/işaretin
(signes) ve imlemlerin/anlamların (signification) görüldüğü yerde anlatımsal birliğini yeniden bulmalıdır.

* Yani özne belirsiz: “On pense, on est”. (ç.n.)

“ İşte onun bize “dil oyunu” kavramına dair verdiği ipuçları:
“Dil oyunu” sözcüğü, dilin konuşmanın, bir etkinliğin ya da yine bir yaşam biçiminin parçası olduğu olgusunu öne çı- karmak ister. Dil oyunlarının çeşitliliği şu örneklerde ve di- ğerlerinde gösterilebilir. Emirler vermek ve bu emirlere uy- gun hareket etmek. Bir nesneyi görünüşüne göre ya da öl- çülere göre betimlemek. Bir betimlemeden bir nesne oluş- turmak (bir kroki). Bir olayın izahatını vermek. Bir olaya ilişkin spekülasyon yapmak. Bir varsayım oluşturmak ve denetlemek. Bir deneyin sonuçlarını tablo ve çizelgelerle göstermek. Bir hikâye yaratmak ve onu okumak. Tiyatro oynamak. Şarkı söylemek. Bilmeceler çözmek. Bir şaka yapmak; onu anlatmak. Bir pratik aritmetik problemi çöz- mek. Bir dili bir diğerine tercüme etmek. Sormak, teşekkür etmek, sövüp saymak, selamlaşmak, dua etmek (§ 23).”
Wittgenstein’ın yöntemine göre, burada söz konusu olan gramerdir, bir duygu hissettiğimizi öne sürmekten ibaret dil oyununun normal kullanımıdır:

‘Eğer ben, yalnızca kendi durumumdan dolayı “acı” kelimesinin ne anlama geldiğini bilirim dersem –başkaları için de aynı şeyi söylemem gerekmez mi? Ve tek bir durumu böyle sorumsuzca nasıl genişletebilirim? Şimdi biri bana acının ne olduğunu yalnızca kendi durumundan hareketle bildiğini söylüyor! Herkesin, küçük bir kutusu olduğunu ve bu kutuda da “bokböceği ” dediğimiz bir şey olduğunu farzedelim. Kimse bir başkasının kutusuna bakamayacak ve herkes bir bokböceğinin ne olduğunu yalnızca kendi bokböceğine bakarak bildiğini söyleyecek. Burada, herkesin kutusunda farklı bir şeyin olması kesinlikle olanaklıdır. Hatta böyle bir şeyin sürekli değişim geçirdiği bile düşünülebilir. Ama öyleyse farzedelim ki “bokböceği” kelimesi aslında bu insanların dilinde belli bir anlama [cari bir kullanıma] sahip olsun. Eğer böyleyse, o, bir şeyin adı olarak kullanılamaz. Kutudaki bu şeyin dil oyununda hiçbir yeri yoktur; hatta bir şey olarak bile; zira kutu tamamen boş bile olabilir. –Hayır, kutudaki bu şey sayesinde, bir tür “kısaltma” yapılabilir; ama o her ne ise tamamen silinir. Yani: eğer duyum ifadelerinin gramerini “nesne ve onun adlandırılışı” modeline göre oluşturursak, nesne konu ile ilgisiz olarak düşüncenin dışına düşer (§ 293).

Bu örnek dil oyunları mefhumunun Wittgenstein için arz ettiği önemi gösterir. Bizzat kendisi bunun altını çizer:
Ancak elbette siz fiili acıya eşlik eden bir acı davranışı ile herhangi bir gerçek acının eşlik etmediği acı davranışı arasında bir fark olduğunu kabul edeceksiniz. Öyle mi? Daha büyük fark ne olabilir? Ve yine de tekrar tekrar duygunun kendisinin bir hiç olduğu sonucuna ulaşıyorsunuz. –Hiç de değil. O bir şey değildir, ama bir hiç de değildir! Sonuç sadece şu idi: bir hiç, hiçbir şey söylenemeyen yerde, bir şeyle aynı hizmeti yapar. Biz yalnızca kendisini bize dayatmaya çalışan dilbilgisine karşı çıkıyoruz. Bu paradoks, eğer dilin yalnızca tek bir amaca yönelik işlediği; evler, acılar, iyi ve kötü ya da herhangi başka bir şey hakkındaki düşünceleri tercüme ettiği düşüncesinden kökten bir kopuş gerçekleştirirsek ortadan kalkar (§ 304).

Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Dünya bize göre dil ile kesişir: birini diğerinden koparamayız; burada aşılmaz bir yapıya çarparız.
Dilin en yüksek felsefi olanağı, yanıtın olmaması olasılığında yatar.
Uzayda ve zamanda yaşam muammasının çözümü, uzayın ve zamanın dışında bulunur.
Susarak konuşulur: Ey insan, eğer ebediyetin varlığını anlamak istiyorsan, önce tüm sözü bırakmalısın.
Gerçeği, dilimizi model olarak almaktan başka bir biçimde ifade edemeyiz.
Dil kendini dil olarak ifade etmek istediğinde bir anlama sahip olmayı keser; yani temsili olmayı keser; dil kendisini söyleyemez.
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını gösterir.
Dilin harikalığı, kendini unutturmasıdır.
Aşkın en yüce şifresi sessizliktir
Yaşamımız görüş alanımız denli sınırsızdır/sonsuzdur
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını gösterir"
"Özne dünyaya ait değildir, o dünyanın bir sınırıdır"
Ebedi biçimde gören şimdide yaşayandır"
&”Mistik olana yönelim, arzularımızın bilim tarafından tatmin edilemeyişinden kaynaklanır. Olanaklı tüm bilimsel sorular yanıtlansa da, sorunumuza hala hiç değinilmediğini hissederiz.&”
Dil (diye genel bir şey) yoktur: her “var” insan için dil içinde doğar. Yalnızca dil (ler) vardır, şu ya da bu dil ve birinden diğerine geçiş yaşam gerçekliği içinde vuku bulur: sanki sihirli bir hareket yaparak evrensele ya da şimdinin mevcudiyetine varmak için dil içinde sıçranamaz; insanın kendi gölgesinin üstünden atlaması bile daha kolaydır.” “Dilin sınırlarından çıkamayacağımız bundan daha iyi söylenemez.” (P.Hadot)
Dilin harikalığı, kendini unutturmasıdır.
Eğer Yunan dili canlı kalsaydı ve Latin dili yerine o yayılsaydı, evrenin bilimsel görünüşü ne kadar farklı olurdu.
&”Mistik olana yönelim, arzularımızın bilim tarafından tatmin edilemeyişinden kaynaklanır. Olanaklı tüm bilimsel sorular yanıtlansa da, sorunumuza hala hiç değinilmediğini hissederiz.&”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir