İçeriğe geç

Bizim Köy Kitap Alıntıları – Mahmut Makal

Mahmut Makal kitaplarından Bizim Köy kitap alıntıları sizlerle…

Bizim Köy Kitap Alıntıları

&“&”

Köyde muhtar olabilmek için ilk koşul, varlıklı olmaktır. Ondan sonra da, hısım akraban çok olacak. Sana bağımlı olan boynu kıldan ince yoksullar, yolunu gözleyip el açacaklar. Bu yolla oy kazanıp, muhtar seçileceksin. Muhtarlık etmek elinden gelir mi, gelmez mi, orasını düşünen olmaz. Mühür kimdeyse, keramet ondadır.
İnsan, alışan bir yaratık ….
Çocuğum, kaç gündür bir kalem alamadın?"
"Öğretmenim, babam yabana gitti; anam da paranın yerini bilmiyor. Dün akşam ahırdaki delikleri hep aradık, bulamadık."
Senin geçim dediğin bir sırdır bre Mamıdefendi; kimse bilmez kimin neler yiyip, neler çektiğini. Deftere galeme gelmez bu. Gelse de okutan ne ağnayacak? Gelip beniminen bi gaç gece yatıp gakmalı da bellemeli, Veli Çavuş nasıl geçiniyormuş…"
Her şeye katlanarak yaşamak gerek ", ama canını yitimesen bile yaşamanın anlamını yitirirsin.
Yığın yerini ben de gösteririm, ekini işleyen olsa…"
Yüreğimin bir köşesini de bu bozuk düzen yakıyor.
Şu halde ölümlerin asıl nedeni yoksulluktur. Çocuğunu saracak iki metre bez bile bulamayan, ana sütü yerini alacak sağlığa uygun süt ve mamaları edinmeyi aklına bile getiremeyecek olan ana – babalar ne yapsınlar? Nasıl korusunlar çocuğu?
Gördükçe, düşündükçe yüreğim parçalanıyor: Günlük yaşamımızda en gerekli şeylerden, iğneden, iplikten, kibritten falan bile yoksun bir halde türlü sıkıntılara göğüs geriyoruz. Köyün üç taş oturakla iki şeker sandığı kırığından başka bir şey bulunmayan dükkanında dizi dizi rakı şişeleri, paket paket sigaralar sıralanmıştır. Millet bin gereksiniminden artırdığı parasını ne yazık ki, bu zehirlerden esirgemiyor.
Esasını sorarsan sandık mandık bahane. Herkes garnındaki üzüm eşkisini çıkarmak için öküzün altında dana arıyor….
Şu kitaplarda ne var, bilmem. Adam olana bir kitap yeter de artar bile. Sen yığmışsın babam önüne!
Ah! En küçük bir çıkar karşısında, insanları on kilometre ötesindeki kardeşlerine düşman eden cehalet ve ah! Anadolu’nun ezelden beri çözülemeyen karışık toprak sorunları.
Her evde bir tencere kaynar ya fıkır fıkır, dert olsa gerek bu kaynayan. Her yüzde gösterir etkisini. Süzülür mü süzülür yüzler, söner mi söner gözler…
Hemen unutmadan söyleyeyim. Alfabede, Baba, bana bal al" cümlesini okurken, sordum: Elli altı öğrenci içinde, yalnız bir tanesi bal görmüş. Gerisi bilmiyor. O çocukta başka bir köye gezmeye gittiğinde görmüş.
"Öğretmenim ata mı benzer bal, yoksa kuzuya falan mı?" diye bir soru yağmuruna tutulup tanımlayamamıştım.
Önün kavurga kavursun, arkan harman savursun.
Her şeye katlanarak yaşamak gerek," ama canını yitirmesen bile yaşamanın anlamını yitirirsin.
Alınyazımızın çarkı yaşamımızı öğüterek bin yıl önceki gibi dönüyor, dönüyor. Ah bu durumu anlatacak güç olsa kalemimde! Sanatçılarımız nerede? Onların gözleri görmeli bu sahneleri… Sel gibi akan terlerden ne şaheserler meydana gelirdi.

Yakup Kadri Yaban’da köy gerçeğine şöyle bir dakunacak olmuştu, kıyametler koptu,
Türk köyüne iftira etti, diye. Türk köyünü hâlâ Çoban kaval çalar anın hayatı şairanedir dizesindeki havayla düşünenler bu memleketi tanımıyorlar, onun gerçekleriyle hallü hamur olmadıkça köyü bildiğimizi iddiadan, onun adına avukatlık etmekten vazgeçelim bari.

Ne zaman temizlikten söz açacak olsam huylanır babam:
İstanbul’da büyüdü sanasın bizim beyefendi! Ulan senin mayan bu tozdan yapılmış!
Çobanlar her yönden en çok yoksunluk çeken insanlarıdır köylerin. Ama bir kere alıştılar mı, artık köy sıkar onları. Ancak sürünün peşinde rahat ederler. Buna sonradan alışmak güç. Küçükken alışana ise, çiftçilik, işçilik zor gelir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Yakup Kadri’nin, «Yazıklar olsun seni sevmesini bilmeyenlere ey gamlı ülke!» diye haykıran sesi çınlıyor kulaklarımda. Ben de aynı sözleri haykırmak gereksinimiyle doğruluyorum. Bir orduya emir verecekmiş gibi kolumu uzatıyorum ileriye.. Ama deli sanırlar diye düşünerek boynumu büküp oturuyorum yerime.
Ekmek yapılırken kadının gözlerinden yaşlar şapır şapır damlar durmadan. Ocak habire tüter. Üstleri başları o yüzden is, kurum içindedir. Cehennem azabı nedir diye sorsalar, bu köyde ekmek pişirmektir, derim.
Ah! en küçük bir çıkar karşısında insanları on kilometre ötesindeki kardeşlerine düşman eden cehalet, ve ah! bu Anadolu’nun ezelden beri çözümlenemeyen karışık toprak sorunları!..
Köylü on kuruş kazanacağını umduğu bir işten on günlük emeğini esirgemez. En uzak yolları göze alır bu uğurda. Daha fazla kâr edeceğine aklı yattı mı birkaç il aşırı gitmekten çekinmez. Uzaktaki davulun sesi ona da hoş gelir.
Hemen unutmadan söyleyim. Alfabede: Baba bana bal al cümlesini okurken, sordum: Elli altı öğrenci içinde yalnız bir tanesi bal görmüş. Gerisi bilmiyor. O çocuk da başka bir köye gezmeye gittiğinde görmüş.
Yaşamımız ne kadar durgun, düşünce ve
yoksulluk içindeyse, besinlerimiz de o kadar basit ve sayılı.
A efendim, yakmaya tezek bulsak öpüp başımıza koyacağız! Hem köylü tezek yakmasın da ne yaksın? Günahını mı? Odun, kömür yüzü görmüşlüğü var mıdır nice köylerin, bir sorsanıza!..
“Güvendiğin dağlara çoktan kar yağmış kardeşcağızım.”
El elden üstündür derler ya, dert de dertten üstün çıkıyor. İnsanlar çok kere kendi hallerini unutup, eşin dostun haline acımak zorunda kalı­yor. Zaten başkalarının derdine bakmaktan ken­di derdimi düşünmeye vakit bulduğum olmuyor ya…
Beş aylık bir tatil içinde okuyabildiğimiz bir iki kitap denizde damla gibi kaldı. Zekalarımızın körleşmeye doğru gittiği su götürmez bir gerçek.
Hani Saik Faik’in bir hikayesi var. Ben de onun gibi soruyorum: Gülsem olmuyor, ağlasam olmuyor, dövünsem olmuyor. Söyleyin a dostlar, ben ne yapayım?
Anamdan doğdum doğalı cebimde şöyle para denecek kadar bir şey bulunduğunu düşümde bile görmedim. Aldığımı, cebime girmeye vakit kalmadan elimden devrediyorum.
Bin güçlükle elde ettiğimiz dergiler, ki­taplar bize yaşadığımızı arasıra anımsatır ama, çevremizde şöyle biraz neşe, biraz hareket yarat­mak olanağını bir türlü bulamadık.
Canımızın çektiğini elimiz bulamıyor, kesemiz alamıyor.
İçim öylesine dolmuştu ki, yıllarca aksa bitmeyecek gözyaşım sanıyordum. Yatağa uzanmış, çırpına çırpına ağlıyordum:
“Gidiyordum karanlık kaderler içinde….”
Nasıl savaşmalı bu kara kuvvetle? Hangi dilden anlar bunlar? Düşünüyordum ama, bir çıkar yol bulamıyordum.
“Baba, o tepenin başı şimdi yine serindir. Burası yüksek değil de ondan!…”
“Lan oğlum, Allahın işine akıl erdirmeye başlama, anladın mı? Bura sıcak olur da, ora se­rin mi olur? Ulan oranın Allahı ayrı mı?…”
Tatildeyiz, ama gündüzleri işe güce koşmaktan, okuyup yazmaya vakit bulamadığım gibi, bulsam bile gürültü patırtı arasında olmuyor.
Hemen unutmadan söyleyim. Alfabede: ·Baba bana bal al cümlesini okurken, sordum: Elli altı ogrenci içinde yalnız bir tanesi bal görmüş. Gerisi bilmiyor. O çocuk da başka bir köye gezmeye gittiğinde görmüş.
•Öğretmenim, ata mı benzer bal, yoksa kuzuya filan mı? diye bir soru yağmuruna tutulup tanimlayamamıştım.
Şık efendinin dediğini tutanın, gittiği yol-
dan gidenin bi milyon günahı olsa yine cennete gider. Eski günahları silinir, sonrakiler de gayıta geçmez…
Tevekkeli, Tarancı dememiş: «Bilmek yan-
makmış büsbütün ! ..
Ah, her şeyin en acisı ve en büyük dert olan yokluk, gözü kör olsun.
Kadının ahlakı ve ciddiyeti erkege saygısının derecesiyle ölçülür. Erkek döver, sover, kol kanat demez kırar, ağlatır, sızlatır, beriki gık demez. Diyemez ki.
·Be herif! Ekmeğin sertliğini bahane ediyorsun, kendini ekmeğe vermiyorsun da … Şu kitaplarda ne var, bilmem. Adam olana bir kitap yeter de artar bile. Sen yığmışsın babam önüne!
Bizim köyde ayağına kundura giyen kadınların sayısı yüzde beşi geçmez. Gerisi hep yalınayak. Kışın bile karda çamurda suya böyle gi­derler.
Kızlar hep yalınayaktır ama, başlarında taşıyamayacakları kadar ağır fesler, yazmalar, püsküller, pullar, incik boncuklar doludur.
Bu ayaklar, yazın da ekin tarlasına, çift sürmeye giden, çatlayıp taş kesilen ayaklardır. Kir­den gözükmezler.
Ceyhun Atuf Kansu, bir köyde kadınların hep bel ağrılı olmalarının nedenini arıyordu. Eğer o köyde de böyle yalınayak geziyorlarsa nedeni belki de budur.
İnsan neye alışmaz ki?
“…Seni sormalı…”
“Dağın başında ne olacak bende? Altı aydır buralardayım. Bir şey gördüğüm, duyduğum yok. Halimden de mi bilmiyonuz…”
Yakup Kadri’nin, “Yazıklar olsun seni sevmesini bilmeyenlere ey gamlı ülke!” diye haykı­ran sesi çınlıyor kulaklarımda. Ben de aynı söz­leri haykırmak gereksinimiyle doğruluyorum. Bir orduya emir verecekmiş gibi kolumu uzatıyo­rum ileriye.. Ama deli sanırlar diye düşünerek boynumu büküp oturuyorum yerime.
Baharın güzel günleri kış boyunca çektiklerimizi unutturdu bize. Altı ay sonra aynı çile ye­niden başlayacak ya, bahar olunca insana sıcak günler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.
“Senin yerinde ben olsam çoktan ölürdüm,”
dedi. “Buna ekmek yemek mi derler!…”
“Yiyemiyorum, ne yapayım?”
Her evde bir tencere kaynar ya fıkır fıkır, dert olsa gerek bu kaynayan. Her yüzde gösterir etkisini. Süzülür mü süzülür yüzler, uzar mı uzar dert!er.
Alfabede: “Ba­ba bana bal al” cümlesini okurken, sordum: Elli altı öğrenci içinde yalnız bir tanesi bal görmüş. Gerisi bilmiyor. O çocuk da başka bir köye gez­meye gittiğinde görmüş.
“Öğretmenim, ata mı benzer bal, yoksa kuzuya filan mı? diye bir soru yağmuruna tutulup tanımlayamamıştım.
başına bir bela geldi mi, dayak yedin mi, haksızsın…
El elden üstündür derler ya, dert de dertten üstün çıkıyor. İnsanlar çok kez kendi hallerini unutup, eşin dostun hâline acımak zorunda kalıyor. Zaten başkalarının derdine bakmaktan, kendi derdimi düşünmeye vakit bulduğum olmuyor ya…
Ah, her şeyin en acısı ve en büyük dert olan yokluk, gözü kör olsun.
herkes inancında, ibadetinde özgürdür" düşüncesine akılları yatmıyor bir türlü.
ölümlerin asıl nedeni, yoksulluktan. Çocuğunu saracak iki metre bez bile bulamayan, ana sütü yerini alacak sağlığa uygun süt ve mamaları edinmeyi aklına bile getiremeyecek olan ana babalar ne yapsınlar? Nasıl korusunlar çocuğu?
Erkek döver, söver, kol kanat demez kırar, ağlatır, sızlatır, beriki gık" demez. Diyemez ki… Erkeğinin yasakladığı şeyleri yapmamaya çalışır. Ama çok kere, erkek, ortada hiçbir şey yokken, en olmayacak nedenle dövdüğünden, kadın ne yapmak gerektiğini bir türlü kestiremez. "Hayat arkadaşı" kavramını, köy erkeği benimsemez. Yaş ilerledikçe, dişi de gözden düştü mü, tamam…
Küçükler, büyüklere karşı çok saygılı köyde. Kadının erkeğine karşı saygısı ise, ondan da çok. Ama kocasından korkusu kat kat fazladır. Oysa uygar yaşamda kadına verilen önemin tam karşıtı, köy erkeğinin gözünde kadının hiçbir değeri yok gibidir. Yalnız yeni evlendiği zamanlar, belki dişilik yanı onu biraz ilgilendirir.
Adın ne?" diye soruyorum çocuğa. "Hassik!" diyor.
Ailesine soruyorum. Onlar da aynı karşılığı veriyorlar.
"Hassik mi yazalım şimdi?"
"Dedesinin adını koydular, efendim. Hassik Ağa’nın torunu."
Sonradan araştırınca öğrendim ki, köyde ne kadar Hassik varsa, Hasan Hüseyin’in bozulmuş biçimiymiş. Hasan Hüseyin diye yalnız defterde yazılı, köylü Hassik’i, adının doğrusu sanıyor.
Yakup Kadri’nin, Yazıklar olsun seni sevmesini bilmeyenlere ey gamlı ülke!" diye haykıran sesi çınlıyor kulaklarımda. Ben de aynı sözleri haykırmak gereksinimiyle doğruluyorum. Bir orduya emir verecekmiş gibi kolumu uzatıyorum ileriye… Ama deli sanırlar diye düşünerek, boynumu büküp oturuyorum yerime.
Köylü en çok neye sevinir" ya da "köylünün en büyük sevinci nedir?" diye sorsalar, hiç düşünmeden, "yağmur yağmasıdır" derim. Her türlü sıkıntıyı o giderir, acıları o dindirir.
Köylü, on kuruş kazanacağını umduğu bir işten on günlük emeğini esirgemez. En uzak yolları göze alır bu uğurda. Daha fazla kâr edeceğine aklı yattı mı, birkaç il aşırı gitmekten çekinmez. Uzaktaki davulun sesi ona da hoş gelir.
Yaşamımız ne kadar durgun, düşünce ve yoksulluk içindeyse, besinlerimiz de o kadar basit ve sayılı.
Daralınca kendi kendime bir felsefe kurarım: Ben artık çile çekmeye alıştım" derim. "Benim gözümü hiçbir sıkıntı yıldıramaz."
Kadınlar yalınkat giyindikleri halde soğuğa alışık. Hayvana bakmak, sulamak, eve su getirmek gibi işler genelde onlardadır. Erkeklerse, boş oturmaktan titrerler hep kış boyu. Çoğunun bacağında tek kat yamalı bir dondan başka bir şey yoktur.
.
Her acıyı bir sevinç kovalıyor, yoksa katlanılmazdı bu yaşamın acılarına.

.

.
Carnegie’nin bir kitabı var hani: Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak.
Onu yazan benim yerimde olsun da, üzülmesin elinden gelirse…

.

.
Âh! En küçük bir çıkar karşısında, insanları on kilometre ötesindeki kardeşlerine düşman eden cehalet ve âh!

.

Bilmek yanmakmış büsbütün."
Düşünmeyi durduracak bir çareyi hiçbir zaman bu kadar aramamıştım.
Asıl üzüldüğüm şey, okuyup yazmaya vakit bulamamak. Hep böyleyimdir; okuyup yazamadım mı, ölü gibi bir uyuşukluk çöker içime. Okuyunca cana gelirim.
Alfabede, Baba bana bal al"cümlesini olurken,sordum:Elli altı öğrenci içinde, yalnız bir tanesi görmüş.Gerisi bilmiyor.O çocuk da,başka bir köye gezmeye gittiğinde görmüş
öğretmenim,ata mı benziyor bal,yoksa kuzuya filan mı? Diye bir soru yağmuruna tutulup tanım layamamıştım.
Mahmut Makal
Köylü alim değildir ama ariftir. Gelişigüzel aydın dediklerimize taş çıkartırcasına yorumladıklarını bilirim dinlediklerini…
Sorun yararlı yayınların köylünün eline varabilmesi de.
Köyde her günün ekmeği taze yapılır. Kadınlar geceden kalkarak hamur yoğurur. Daha erkekleri yataktayken, yani şafak sökmeden o günün ekmeğini yapıp yerine koyarlar. Biraz geç kalacak olsalar kocalarından yiyecekleri dayağın haddi hesabı olmadığı gibi, adları da ayyar diye anılır ki, bir kadını köyde küçük düşürmek için bundan kötüsü olmaz…
Ekmek yapılırken kadının gözlerinden yaşlar şapır şapır damlar durmadan. Ocak ha bire tüter…
Cehennem azabı ne diye sorsanız, “bu köyde ekmek pişirmektir” derim.
Her acıyı bir sevinç kovalıyor, yoksa katlanılmazdı bu yaşamın acılarına. Öyle mutlu günlerimi bilirim ki, hemen bir rastlantıyla acıya çevrilmiştir, yine öyle üzüntülü zamanlarım oldu ki, beklenmedik bir olayla bir anda aydınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir