İçeriğe geç

Edebiyat ve Medeniyet Üzerine Kitap Alıntıları – Akif İnan

Akif İnan kitaplarından Edebiyat ve Medeniyet Üzerine kitap alıntıları sizlerle…

Edebiyat ve Medeniyet Üzerine Kitap Alıntıları

&“&”

Türk Edebiyatı’nın kendini besleyen yerli kaynaklardan uzaklaşması, Tanzimat hareketini takiben başlamıştır.
Yani İslâm medeniyeti kendi içerisinde kardeş milletler ve medeniyetler yaşatan bir büyük mecmua, bir medeniyet denizi olmuştur.
Aslında, bir milletin devlet düzeni, mensup olduğu medeniyet dünyasının bir tezahürüdür ve millîdir. Bilindiği gibi Batı medeniyeti, Eski Yunan düşüncesi, Hıristiyan ahlakı ve Roma Hukuku gibi kaynaklara dayanır. Bizim medeniyetimizin temeli ise İslâmiyet olmuştur.
Büyük fikrin ve sanatın doğması, gelişmesi için ise güven duygusu şarttır.
Bir milletin hayatında ak günler de, karanlık günler de olabilir. Ama kara günlere nasıl girdiğini anlayabilirse, kurtuluşu çabuk olur.
Batı ki, bize yâr olmayandır. Yâr olmak ne demek, bizi iflah etmeyendir. Dört milyon şehit pahasına ancak Anadolu’yu kendisinden kurtarabildiğimizdir.
Her büyük insan, milletin varlığına, kaynağını yine kendi milletinden devşirdiği eserleriyle katkıda bulunmuştur. Medeniyeti kuran, geliştiren, işte bu katkılardır.
Sanatçı millî varlığa yönelmeye mecburdur. Yerli olmaya mecburdur. Türk şairi meselâ, bir Fransız, İtalyan, Rus şairinden elbette farklı olacaktır. Yoksa ne özelliği kalır? Bir Türk sanatçısı, millî orijinalitemize aykırı bir dünya görüşüne dayandırmışsa sanatını, ne katkısı olur edebiyatımıza, edebiyatımızda yerini alabilir mi, kalıcı olur mu, kim tutar onu? Kâğıt alevi gibi çabuk söner onlar. Batı’ya yöneldiğimizden beridir, bir kaynağa da yanamadığı için, bu gök kubbede büyük, kalıcı bir ses bırakamadan göçüp gitmişlerdir. Bunlara sosyal hayatımızın kurbanları gözüyle bakmalı. Sanatçı ise, bağlı olduğu milletin edebiyatına yaslanmalıdır, onu baş tacı edendir. Adını onlar yazdırır ancak.
…bizim eski edebiyatımız, bazı kasıtlı ve bilgisizce tanıtmalara rağmen, çağlarını ve onun insanını ve hayatını çok içten ve derinden kavramıştır. Onun için büyük ve ölümsüzdür. Bunu edebiyatın ciddî adamları böyle bilir, böyle söylerler. Eski Türk edebiyatı, çağının aynası olmuştur.

Zaten edebiyat, çağının aynasıdır.

Geçmişi ile ilişkisini kesmiş bir edebiyat, çağı ile de alâkasını koparmış demektir. Yani çağdaş da değildir, muallâktadır, gayr-ı beşeridir ve edebiyat olmak niteliğinden yoksundur kısacası.
Günlük siyasi kavgada görülmemesi gerekir edebiyatın. Günlük politika, bir sanatçıda iş olarak belirince, ondan sanat kaygısını koparmakta, onu alelâdeleştirmektedir. Bu durum sanatın da sanatçının da zararına olmuştur.
Kişiliğini tamamlamış; yani medeniyet içerisinde yerini kesin olarak almış, her alanda en olgun eserlerini vermiş, kısacası millet olma vasfını kazanmış bir toplumun, içinde bulunduğu bu medeni durumdan koparılarak bir başka medeniyet dünyasına itilmesi, onun bütün varlığını hiçe saymak, bir maceraya sürüklenmektir. Bizim bilhassa Tanzimat’tan beridir toplumca uğradığımız işte böyle bir macera olmuştur.
Sanatçı milli varlığa yönelmeye mecburdur. Yerli olmaya mecburdur. Türk şairi mesela, bir Fransız, İtalyan, Rus şairinden elbette farklı olacaktır. Yoksa ne özelliği kalır? Bir Türk sanatçısı, milli orijinalitemize aykırı bir dünya görüşüne dayandırmışsa sanatını, ne katkısı olur edebiyatımıza, edebiyatımızda yerini alabilir mi, kalıcı olur mu, kim tutar onu? Kağıt alevi gibi çabuk söner onlar.
Geçmişi ile ilişkisini kesmiş bir edebiyat, çağı ile de alakasını koparmış demektir. Yani çağdaş da değildir, muallaktadır, gayr-ı beşeridir ve edebiyat olmak niteliğinden yoksundur kısacası.
Bir milletin herhangi bir dönemini tanımak, öğrenmek, onun o döneminin edebiyatı ile ilişki kurmakla mümkündür.
Düzeni millî yapıya aykırı; fikir, sanat ve politika ortamı şartlandırılmış olan bir ülkede, ciddi aydının yetişmesi ancak bir rastlantı olabilir.
Tanzimat sonrası sanatının aktif politika içerisinde bulunması, onun aktüalitede olması bu sanatın millete mal olduğu, benimsediği anlamını taşımaz. Burada yeri gelmişken, sanatın, isterse davası halkçılık olsun, millî vakıaya, kendi milletinin medeniyetine dayanmadıktan sonra; yani sosyal problemlere cevabı yine kendi bünyesi, varlığı içerisinde aramadıktan sonra, milletçe gereken ilgiyi göremeyeceğini söyleyelim.
Tanzimat bir medeniyetin ve onun bir tezahürü olan devlet düzeninin, millet hayatında yüzyıllarca süren bir oluşuma dayandığı gerçeğinin bir tarafa itilmesi hareketidir ve bugüne kadar süregelen bunalımın başlangıç tarihidir.
Bir milletin hayatında ak günler de, karanlık günler de olabilir. Ama kara günlere nasıl girdiğini anlayabilirse, kurtuluşu çabuk olur.
Son bir buçuk asrımız karanlık geçmiştir. Ondan önceki bir buçuk asır alacakaranlık. Aydınlık olan daha önceki dönemlerimizdir.
Batı, bir ayrı insanın, bir ayrı çoğrafyanın, ayrı tarihin, ayrı bir kaynağın medeniyeti; bizimki ise ayrı.
Batı’nın ulaştığı teknik güçle, medeniyet problemi birbirine karıştırılmamalıdır.
Türk toplumunun bütün bunalımlarının temelinde, medeniyet davası yatar. Buna bir çözü getirilmeden, bu temel konuda aydınlarımız bir ortak bilince varmadan hiçbir şey yapılamaz. Biz Batı medeniyetinden değil, Türk-İslâm medeniyetindeniz.
Kişiliğini tamamlamış; yani medeniyet içerisinde yerini kesin olarak almış, her alanda en olgun eserlerini vermiş, kısacası millet olma vasfını kazanmış bir toplumun, içinde bulunduğu bu medeni durumdan koparılarak bir başka medeniyet dünyasına itilmesi, onun bütün varlığını hiçe saymak, bir maceraya sürüklemektir. Bizim bilhassa Tanzimat’tan beridir toplumca uğradığımız işte böyle bir macera olmuştur.
İnanışlar, medeniyetlerin teşekkülünde daima birinci derecede rol oynamıştır.
Zaman her millete onun hususiyetine uygun düşen ayrı bir tarih, sanat, tefekkür, dil vermiştir.
Zaten, edebiyat çağının aynasıdır.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Geçmişi ile ilişkisini kesmiş bir edebiyat, çağı ile de alakasını koparmış demektir. Yani çağdaş da değildir, muallaktadır, gayrı beşeridir ve edebiyat olmak niteliğinden yoksundur kısacası.
Bir milletin hayatında ak günler de, karanlık günler de olabilir. Ama kara günlere nasıl girdiğini anlayabilirse, kurtuluşu çabuk olur.
Sağ, memleketin Batılılaşmasına günü gününden karşı çıkmıştır. Sağ, memleketin kurtuluşunu hiçbir zaman Batılılaşmada görmemiştir.
Milli değerlere karşı çıkan edebiyatını kurmaya çalışan solcu ekip, memleketimizin ve insanımızın asırlarca ihmal edilişinin, ona şiirler dizilen Anadolu’nun ve insanının hiç de iç açıcı bir durumda bulunmadığının tezini ortaya attı. Bu nesil, bir anarşi edebiyatı var etmeyi meslek bildiği gibi bizi çok daha aykırı bir devlet düzenine bağlı olarak insan, eşya ve hadiseleri çok iptidai manada olsa bile yorumlamaya başlamış, bu düşüncelerini çok daha ileri götüren kendilerine bağlı bir neslin gelişmesinde rol oynamıştır. İşte bu nesildir ki şiirimizi edebiyat tarihinde karşılaşılması mümkün olmayan bir çıkmaza sürüklemiş, bağlı olduğu ideoloji adına bütün değerlerimizi tepetaklak etmiştir. Memleket gerçeği onda bir başka bir biçimde, inadına ters ve bayağı olarak yorum bulmuştur. Bu bir anarşi hareketidir: Fikirde, sanatta, ideolojide anarşi. Köycülükte, şehircilikte, ekonomi ve politikada anarşi. Bunun edebiyatını kurmanın, hikaye, roman, şiir, tiyatro ile bunu gerçekleştirmenin çabası adeta, edebiyatı bazı aydınlarca bunun dışında görmenin imkansız olduğu fikrine götürmüş gibidir. Bu arada dil de getirilmiş, bir uçurumun başına bırakılmıştır. Bu çabalarla hiç bu kadar gayrimilli bir duruma düşürülmemiş; halk gerçeğinden o kadar uzaklaştırılmamış olan edebiyat, büyük aydın kitlesi tarafından terk edilmiş, memlekette edebiyatı sever edebiyat okuyucusu ortadan silinmiştir.
Politikamızsa daha çok bozuluyor, aydınlarla birlikte halkımızın şaşkınlığı düzene intibaksızlığı gittikçe çoğalıyordu.
Sanatçının da bir dünya görüşüne bağlı olacağı nasıl olağansa, hatta şartsa ve sanatçı onu sanatı için nasıl malzeme kaynağı sayabilir, hatta eserini sırf bu kaygı ile yazabilirse dünya görüşünü edebiyatlaştırırken dengeyi korumaya, yani edebiyatın sınırını zorlamamaya, fikri edebiyatın içinde eritmeye de mecburdur.
Büyük bir sanat dili halinde geliştirilmiş bulunan Osmanlıcanın yerini bugün yaşayan Türkçe almıştır. Bu iyidir ve bugün için idealdir.
Avrupa’yı taklit ile ortaya çıktık, fakat Avrupa’nın iyi şeylerini değil, hep sefahatini taklide koyulduk.
Âhlâk-ı milliye fâsid oldu. Devletimizin her şubesi idaresinde, nazar-ı yeis ve teessüfle görülen fenalıkların kâffesi, işte bu mebdeden (dini mübalâtsızlıktan) tevellüt etti. Vükelâ ve ricâl-i devlet beyninde dinsizlik modasının muteber olduğunu gören mevkiye tapanlar, lisan ve etvarını o yola koyup ve bu hâl, tebaa ve bitteselsül erkek ve kadına ve çocuklara kadar sirayet etti.
Cezalar yalnız memurlara tatbik edildi. Vüzera ve vükeladan ceza gören olmadı.
Her kimin eline biraz kuvvet ve iktidar geçtiyse hemen yeni nizam vaz’ına kalkıştı.
Garp memleketlerinde esas olan şey Hıristiyan kanunlarıdır. Siz Türk kalınız. Lakin mademki Türk kalacaksınız, İslamiyet’e yapışınız.
Umur-u idarenizi intizam altına alınız ve ıslah ediniz. Lakin Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza, adet ve maişet tarzınıza uymayan kanunları alıp iktibas etmeyiniz.
Sanatçı, millî varlığa yönelmeye ve yerli olmaya mecburdur.
Edebiyat, çağının aynasıdır.
Yönetimi elinde tutan memleket aydınları milli değerlerimizden ve ideolojiden uzaklaşınca, milli ruha bağlı nesillerin yetişmesi de böylece tesadüfe, şansa bırakıldı.
Hep taklitler, kasıtlar veya akılsız iyi niyetler dönemidir Tanzimat’tan bu yana gördüklerimiz. Büyük fikir adamları, büyük politikacılar yetişmedi. Pratik ve gözü açık kişiler duruma el koydular hep bütün sancımız, bunalımlarımız bundandır.
II. Mahmut döneminden başlayarak milli düşmanlarımıza taviz vermekle, onlara hoş görünmeye çalışmakla, bazı haklarımızı kaybetmeyeceğimizi sanmış, fakat her defasında daha büyük zararlara uğramışızdır.
Memlekete Batı müziği sokularak bando, orkestra Mızıka-yı Hümayûn" kuruldu.
Kıyafet kanunu kabul edildi. Memurlara fes, pantolon, ceket giydirildi. Kavuk, sarık, şalvar, çarık yasaklandı. İlmiye sınıfının Batılı anlamda bir ruhban sınıfı" şeklinde düzenlenmesinin bir sonucu olarak cübbe ve sarık din adamlarının giyimi olarak kabullenildi.
Fikir, sanat kendiliğinden ortaya çıkıveren bir varlık değildir. Çünkü dayandığı kaynaklar vardır. En devrimci edebiyatta bile bir ölçüde bu gelenek hâkimdir; hepsinde bir gelenekçi yan bulunur.
Büyük, güçlü, soylu bir medeniyet kurmuşuz… Baştan başa Anadolu yaylasını kucaklamıştır, dipdiridir.
Dikkat edilirse medeniyetin temelinde, milletlerin inanışları yatar… Bir medeniyetin teşekkülünde, inanışlardan sonra ikinci faktör ırktır. Irki hususiyetler medeniyette önemli bir yer tutar… İslam medeniyeti içerisinde bulunan Türkler, aynı medeniyetine bağlı olan Arap, Hintli ve İranlılardan farklı bir hüviyet göstermişler; ayrı bir uygulama, kültür ve sanat şubesi teşekkül etmişlerdir. İslam medeniyetine bağlı bir Türk edebiyatının, Türk müziğinin, Türk folklorünün, Türk mimarisinin ve dosyal kurum anlayışının varlığı bunu gösterir. Bilhassa İslam ırki özellikleri yok etmek bir tarafa, onun bir sisteme bağlı olarak gelişmesine yardımcı olmuştur… Nitekim Türk oldukları bilinen Macar ve Finlilerde hiçbir Türklük nişanesi kalmamış olduğu gibi Türkçe konuştukları halde Hıristiyan olan Gagavuz Türkleriyle, Yahudi dininden olan Karaim Türklerinde bile bugün ciddi bir Türklük hususiyeti görülemez. Yani Müslüman olmayan Türkler, Türklerini yitirmişlerdir.
Fikirlerin ve dünya görüşlerinin en büyük dayanağı edebiyat ve sanattır.
Medeniyetin mimarı nasıl insansa, insanın dehası da mensup olduğu milletin medeniyeti ile orantılıdır.
Sanatın ortamını yitirmesi, bir bütün olarak toplumun, bir kültür ve medeniyet bunalımı içerisinde bulunduğunun ispatıdır.
Siyasal emperyalizmin başarısı, kültür ve medeniyet emperyalizminin başarısına bağlıdır.
Batının ulaştığı teknik güçle, medeniyet problemi birbirine karıştırılmamalıdır.
Batı’ya dayalı olarak yapılan devrimlerle, bu devrimlerin entelektüel ekibi olan sanatçılar bir yanda, yapılması gereken devrimlerin kendi milli hususiyetimizden devşirilmesini öngören yerli düşünceye bağlı sanatçılar öte yanda, Türk Edebiyat’ının kubbesi altında kıyasıya savaş vermişlerdir.
Edebiyat, çağının aynasıdır.
Eski Türk Edebiyatı çağının aynası olmuştur.
Millet hayatında kesinti, o milletin bütün varlığıyla tamamem yok olması, tarihten silinmesiyle mümkündür, ki o da imkânsız…
Edebiyat, malzemesini cağından devşirerek, kendini kurar. Gövdesi çağında, bir eli geçmişte, öteki eli gelecektir edebiyatın.
Bir milletin herhangi bir dönemini tanımak, öğrenmek, onun o döneminin edebiyatı ile ilişki kurmakla mümkündür.
Entelektüel hayatın aynası edebiyattır.
Fikir hayatımızı hep Edebiyat adamları temsil etmiştir.
Kişiliğini tamamlamış; yani medeniyet içerisinde yerini kesin olarak almış, her alanda en olgun eserlerini vermiş, kısacası millet olma vasfını kazanmış bir toplumun, içinde bulunduğu bu medeni durumdan koparılarak bir başka medeniyet dünyasına itilmesi onun bütün varlığını hiçe saymak, bir maceraya sürüklemektir. bizim bilhassa Tanzimat’tan beridir toplumca uğradığımız işte böyle bir macera olmuştur.
Kaynağını bizden, kendi sosyal hayatımızdan, bizim insanımızdan almamış olsaydı, bu edebiyat, bize yabancı olacağı gibi, büyük bir edebiyat olmak durumunu da kazanamayacaktı.
Büyük fikrin ve sanatın doğması, gelişmesi için ise güven duygusu şarttır.
O Batı ki, bize yâr olmayandır. Yâr olmak ne demek, bizi iflah etmeyendir. Dört milyon şehit pahasına ancak Anadolu’yu kendisinden kurtarabildiğimizdir.
Sanatçı ise, bağlı olduğu milletin edebiyatına yaslanmalıdır, onu baş tacı edendir.
Edebiyat, çağının aynasıdır.
Geçmişi ile ilişkisini kesmiş bir edebiyat, cağı ile de alakasını koparmış demektir. Yanı çağdaş da değildir, muallâktadır, gayr-ı beşeridir ve edebiyat olmak niteliğinden yoksundur kısacası.
[ Tanzimat Edebiyatı’nın gerçek doğuşunun, Ferman’ın ilanından 20 yıl kadar sonra gerçekleşmesi şunu göstermektedir. Tanzimat, sanatcısını hemen bulmamış, ancak yetiştirmiştir. ]
Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkat ne bilir
Mübtelay-ı gama sor kim geceler kaç saat
Edebiyat, malzemesini çağından devşirerek kendini kurar. Ve bunu yaparken dünle de ilgisini sürdürür ve geleceğe uzanır. Gövdesi çağında, bir eli geçmişte, öteki eli gelecektedir edebiyatın.
Türk toplumunun bütün bunalımlarının temelinde medeniyet davası yatar..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir