İçeriğe geç

Neden Müslümanım? Kitap Alıntıları – Caner Taslaman

Caner Taslaman kitaplarından Neden Müslümanım? kitap alıntıları sizlerle…

Neden Müslümanım? Kitap Alıntıları

&“&”

Kuran’daki kelimelerin, gerek bu başlık altında ele alındığı gibi evrenle gerek bundan sonraki başlıkta ele alınacağı gibi kendi aralarında uyumuna daha önceden yapılan çalışmalarda da dikkat çekilmiştir. Buna ilk dikkat çeken -benim bildiğim çalışmalar içerisinde- Abdurrezzak Nevfel’dir. O, kitabının Arapça orijinalinde Kuran’ın bu özelliğini “Kuran’ın icazı” olarak tanımlamıştır. Onun çalışmasından sonra da Kuran’daki birçok matematiksel ölçü keşfedildi ve bilgisayarlarla yapılan çalışmalarla bu sayımlar kontrol edilip doğrulandı. Şimdi bu konuda 10 örnek vermeye geçiyorum. Bu kitaba alınmamış daha birçok örneğin olduğunu ise hatırlatmak istiyorum.
Kuran’da açıklanan hususlar kadar açıklanmayan hususlar da önemlidir. Kuran’da açıklanmayan hususlara “bilinçli suskunlar” diyorum. Kuran’ın “bilinçli suskunluklarının” önemli bir boyutu, insanlarla buluştuğu zaman ve dönemin yanlış inançlarına yer vermemesidir. Hiç şüphesiz Kuran insan ürünü bir kitap olsaydı indiği dönem ve bölgenin yanlış inançlarını içermesi beklenirdi. Örneğin Kuran’da evrenin genişlemesiyle ve anne rahmindeki oluşum aşamalarıyla ilgili olağanüstü ifadeler mevcuttur fakat -o çağda bazılarının kabul ettiği inançlar olmalarına rağmen- Dünya’nın öküz ve balık üzerinde olduğu veya çocuğun cinsiyetini annesinin ve babasının sıvılarından hangisi galip gelirse onun belirlediği gibi yanlış inançların hiçbiri mevcut değildir. Önceki bölümlerde ele alınan konularda aktarılan olağanüstü ifadeler, Kuran’ın ilgili konu hakkında konuşurken yanlış inançlara yer vermemesiyle (bilinçli olarak suskun kalmasıyla) beraber düşünülmelidir. Bu başlık altındaysa Kuran’ın “bilinçli suskunluklarının” başka bir boyutuna değineceğim. Kuran, indiği çağın ve bölgenin etkisiyle yazılmış bir kitap olsaydı; çok geniş bir zaman dilimine, çok farklı kültürlere ve milletlere, çok farklı iklimlere, çok farklı yönetimlere hitap edemezdi. Kuran’ın birçok farklı konudaki “bilinçli suskunlukları” İslam’ın birçok farklı koşula uyumunu sağlayan esnekliğine izin vermiştir. Ne yazık ki, Kuran’ın “bilinçli suskunluklarını” bilinçsizce kendi gelenekleriyle dolduran bazı ilahiyatçılar, İslam’ı birçok hurafeye boğmuşlar ve İslam’ın farklı koşullara uymasına izin veren esnek yapısına zarar vermişlerdir. Aşağıda bu konuyla ilgili, üç alandan; siyaset, ekonomi ve kadın konusundan örnekler vereceğim. Aslında bu konu üzerine müstakil bir kitap yazılacak şekilde genişletilebilir. Kuran’ın bilinçli suskunluklarının, birçok alanda Müslümanlara, tarihin değişen koşullarına uymaları için esneklik sağladığı, örnek verilen üç alandan çok daha fazlasının olduğu unutulmamalıdır.
Daha önce kısaca değindiğim gibi Kuran’ın “bilinçli suskunluklarına” önemli bir örnek Kuran’ın detaylı bir siyasi sistem tarifi yapmamasıdır. (Buna karşın Kuran’ın -yukarıda örneği verilen- adalet, danışma gibi her dönem geçerli temel ilkeleri koyduğu unutulmamalıdır.) Bir an için Kuran’da, Hz. Muhammed döneminde kabilelerin yönetildiği gibi bir yönetim şemasının sunulduğunu düşünelim. Eğer Kuran, inkarcıların iddia ettiği gibi “Muhammed’in uydurduğu bir kitap” olsaydı böylesi bir durumun gözlemlenmesi mümkündü. Kabileler için öngörülen sistemle büyük imparatorluklar kurulduğunda ortaya çıkan siyasi yapıların yönetilmesi mümkün olmazdı. Veya günümüzde yaygın olarak uygulandığı gibi seçimle partilerin, milletvekillerinin, başbakanların seçildiği sistemlerin uygulanması mümkün olmazdı. Eğer Kuran’da “iki katlı binadan yüksek bina yapmak yasaktır” şeklinde bir ilke olsaydı ve modern dönemin belediyeleri şehirleri yönetirken buna benzer ilkeleri dini hüküm olarak kabul etselerdi veya çok katlı binalarda yaşayanlar İslam’ı benimsemeye çalışsalardı; böyle bir ilke yüzünden ciddi zorluklar yaşanacaktı. Kuran’ın buna benzer hususlardaki “bilinçli suskunluğu” olmasaydı Kuran’la çelişkiye düşmeden tarihin değişen koşullarına uygun siyasi yapıları ve belediyeleri Müslümanlar oluşturamazdı. Ticaretle ilgili ise hayali olarak şu örnekleri düşünelim: Eğer Kuran’da bir sepet hurma için veya bir koyun için sabit bir fiyat belirlenseydi, bunun genişleyen İslam topraklarında ve tarihin farklı dönemlerinde açacağı sorunları hayal edelim. Veya o dönemin tarımında veya hayvancılığında uygulanan bir yöntem Kuran’da hükümleştirilseydi bunun Müslümanlar için açacağı sorunları hayal edelim. Tarihin o dönemi, sanayi devrimi sonrası dönem gibi sürekli değişimin gözlemlendiği ve değişimin ilerleme olarak kabul edildiği bir dönem değildi. O dönemin insanlarının dedelerinin dedelerinin dedelerinin uyguladığı tarım ve hayvancılık metotlarıyla torunların uyguladığı arasında ciddi bir fark yoktu. Yeni olandan ziyade asırlardır uygulanan makbuldü. Kısacası o dönemin zihniyetiyle tarihin gelecek dönemlerine bakan bir insan, kendi dönemindeki bir tarım veya hayvancılık metodunu pekala kurallaştırmaya kalkabilirdi. Eğer Kuran’ı inkarcıların iddia ettiği gibi “Muhammed yazsaydı” Kuran’da böylesi durumların gözlemlenmesi mümkündü. Kuran’ın bu husustaki “bilinçli suskunlukları” da önemlidir.
Kuran’ın vahyedildiği 7. yüzyılda, dünyadaki birçok toplumda kadınların aleyhine birçok kültürel kabul ve yasa vardı. Önceki başlıklardan birinde değindiğimiz gibi Kuran’da kadınlar lehine düzeltmeler yapılmıştır. Kuran’ın kadınlar lehine yaptığı düzeltmelerin bir kısmı kadınlar lehine konulan hükümlerle bir kısmıysa kadınlarla ilgili konularda Kuran’ın bilinçli suskunluklarıyla olmuştur. Örneğin Kuran’da, kadınerkek ilişkilerinde, bir cinsin diğerinin isteklerine karşı nasıl bir tavır takınacağı konusunda bilinçli bir suskunluğun olduğunu söyleyebiliriz. Bir kadın, komşusuna çaya gitmek isterse fakat kocası bunu istemezse ne olacağına Kuran’a bakarak karar veremezsiniz. Bu konu, o çiftin arasında çözeceği bir meseledir. Okullarda kadınlarla erkeklerin beraber mi ayrı mı eğitim alacağına, iş yerlerinde kadınlarla erkeklerin beraber mi ayrı mı çalışacağına da Kuran’a bakarak karar veremezsiniz. Bu konudaki düzenlemenin nasıl yapılacağına toplum ve bireyler karar verecektir. Kelam ekollerinin kurucuları da, meşhur hadis kitaplarının yazarları da, geniş taraftar kitlesi olan mezheplerin kurucuları da, etkili bütün tefsir kitaplarının yazarları da hep erkektir. Bunların önemli bir bölümünün, Kuran’ın bilinçli suskunluklarını erkek bakış açısıyla doldurmaya çalıştıkları tespit edilmesi gereken bir vakadır.147 Fakat Kuran’ın kadınlarla ve kadın-erkek ilişkisiyle ilgili birçok konudaki bilinçli suskunlukları, değişen kültürel yapılara İslam’ın uymasında esneklik sağlamıştır; Kuran’ın bu konulardaki bilinçli suskunluklarını bilinçsizce kendi kültürel yapılarıyla doldurmaya çalışmış olanların görüşleri İslam’dan dışlanmalıdır. Kuran’da açıklanmayan konuların insanların inisiyatifine bırakıldığı Kuran’ın bir ifadesidir.
5-Maide Suresi 101: Ey iman sahipleri! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kuran indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah onları affetti. Allah Bağışlayandır, Merhametlidir. Bu ayetten anlıyoruz ki Kuran’da bir konuda açıklama yapılmaması o konunun insanların inisiyatifine bırakıldığını göstermektedir. Sonuçta Kuran’da unutulmuş bir konu yoktur ama “bilinçli suskunluklar” vardır; bunlar insanlar için özgürlük alanlarıdır ve insanların değişik şartlara adaptasyonunu sağlayan esneklik alanlarıdır. Kuran’ın konuştuğu konular gibi hakkında konuşmadığı konulara da dikkat etmemiz gerektiğine bu başlık altında dikkat çekmek istedim. Kuran’ın “bilinçli suskunluklarından” kaynaklanan özgürlük alanlarını ne yazık ki bazı ilahiyatçılar kendi görüşleriyle doldurup yok etmişlerdir. Kuran’daki mevcut esneklikler değerlendirilmeli; bu esnekliklerin tesadüfen oluşmadığı ve İlahi Hikmet ile ilişkili oldukları bilinmelidir. Siyaset, ekonomi ve kadın konularında verdiğim örnekler üzerine düşünerek; Kuran’ın vahyedildiği çağdaki ve bölgedeki siyaset, ekonomi ve kadın algıları Kuran’a yansısaydı İslam’ın tarihin farklı dönem ve şartlarına uymasında ne kadar zorluklar yaşanabileceğini tahmin edebiliriz. Böylece Kuran’ın, önceki başlıklarda dikkat çekilen zihin inşalarıyla beraber “bilinçli suskunluklarının” değerini daha iyi kavrayabiliriz.
Burada sunulan argüman, aynı zamanda, İslam’ın hükümlerine, Kuran’ın içeriğine, Hz. Muhammed’in yaşantısına karşı getirilen birçok itiraza karşı en temelden cevap niteliğindedir. İslam’ın-Kuran’ın hükümlerine, insan hayatını ilgilendiren uygulamalarına, Peygamberimizin yaşantısına karşı itirazlar getirildiğine hepiniz tanıklık etmişsinizdir. Bu itirazlar, “İslam’da şu husus şu şekilde, neden…” veya “Şu husus niye Kuran’da şu şekilde belirtilmiş…” veya “Hz. Muhammed neden şunu şöyle yaptı…” veya benzer kalıplarda dile getirilmektedir. Bunlar İslam’ın-Kuran’ın ahlak (etik) anlayışına karşı itirazlardır. Öncelikle bu şekilde itirazlara cevap vermek için neyin İslam olup olmadığını doğru belirlemek gerekmektedir. Birçok sorunun cevabı bu hususun doğru şekilde gerçekleştirilebilmesine bağlıdır. Uzun ve tartışmalı bir konu olan bu hususla ilgili konulara bu kitapta girmeyeceğim. Bunun yerine İslam’da-Kuran’da olup da, ahlak alanıyla ilgili itiraz edilen herhangi bir hususa X diyeceğim. İslam’ın Kuran’ın ahlakla ilgili içeriğiyle ilgili duyduğunuz herhangi bir itirazı bu X yerine koyabilirsiniz.
Kuran’daki ahlakla ilgili bir hususa/ilkeye itiraz edenler, aşağı yukarı şöyle demiş olmaktadırlar: Şu X hususu Kuran’da var ama aslında “kötü”; Kuran eğer Allah’tan ise bunun Kuran’da olmaması gerekir. Veya X hususu aslında “iyidir” ama Kuran buna karşı; Kuran Allah’tan olsaydı buna karşı olmaması gerekirdi. Kuran’a karşı yapılan ahlaki itirazlar bu iki kalıptan birine sokulabilir. Burada sunulan argüman dikkatli şekilde değerlendirilirse bu yaklaşımları geçersiz kıldığı anlaşılır. Bir şeyi, objektif olarak, yani herkes için geçerli olacak şekilde “iyi” veya “kötü” olarak niteleyebilmek için, bu nitelememizin bireyi ve toplumu aşan bir temeli olması gerekir. Ancak böylesi objektif bir zemindeki niteleme üzerinden ahlaki bir itiraz dile getirilebilir. Burada sunulan argümanda gördük ki, ancak Allah’ın buyrukları varsa ahlaki (“iyi ve kötü”, “doğru ve yanlış”) nitelemelerimizin bir temeli olabilir.
Hemen hepimizin “kötü” olarak nitelendireceği Hindistan’daki sati geleneğini ele alalım. Hindistan’da yaygın olan ve 19. yüzyılda yasaklanan bu geleneğe göre kocalarının ölümünden sonra kadınlar yakılmaktaydı. Eğer bireyi ve toplumu aşan, ahlaki buyrukları empoze eden meşru bir otorite yoksa, belki ahlaki sezgilerinize göre bu uygulamaya “kötü” diyebilir ve yasaklanmasına taraftar olabilirsiniz ama bu iddianıza bile rasyonel temel bulamazsınız. Nitekim burada sunulan argümanla ancak Allah’ın buyrukları varsa ahlakın rasyonel temeli olacağı gösterildi. Fakat o zaman, eğer ancak Allah’tan gelen buyruklar (ki bunların dinle insanlara ulaştığını gördük) ile ahlaki bir hüküm rasyonel temel buluyorsa, Allah’tan gelen herhangi bir buyruğa atıf yapmadan X’i “iyi” veya “kötü” olarak niteleyerek dine yönelik ahlaki bir itirazda bulunmanın rasyonel zemini yoktur. Bu şekilde itirazda bulunanlara, “Şu hususun iyi şunun kötü olduğunu söylüyorsun; bunları hangi rasyonel temele dayanarak söylüyorsun” diye karşı itirazda bulunun; “iyi” ve “kötü” kavramlarına yani ahlaki iddialarına rasyonel bir zemin bulamayacakları için iddiaları geçersiz olacaktır. Kısacası sübjektif veya bir kültürün sonucu olan ahlaki yargılara, Allah’ın buyruklarına (dine) atıf yapmadan dayanarak, herhangi bir ahlaki iddiada bulunulamaz. Hele hele bunlardan yola çıkarak Allah’ın buyrukları (din) eleştirilemez. Ancak Allah’ın diniyle rasyonel temel bulan ahlaki yasalardan hareketle nasıl din eleştirilebilir? Bu yaklaşımı sergileyenler ciddi bir mantık hatası yapmaktadırlar. Buna “çalıntı kavram mantık hatası” (fallacy of stolen concept) denmektedir. Ancak Allah’ın buyruklarına (dine) atıfla rasyonel temeli olabilecek ahlaki yargılara dayanarak, Allah’ın buyrukları (dinin içeriği) eleştirilemez. Rasyonel temeli olmayan ahlaki iddialar, bir kişinin içli köfte bir kişinin suşi beğenmesi gibi, bireysel veya toplumsal beğenilerin ötesine geçemez; bir itirazın hareket noktası olamaz. Bu yüzden, İslam’ın-Kuran’ın içeriğine getirilen söz konusu itirazların rasyonel temeli, yani geçerliliği yoktur.
Şimdi doğuştan sahip olduğumuz ahlaki özelliklerimizin, neden ancak Allah’ın ahlaki buyruklarının olmasıyla rasyonel temel bulduğunu inceleyelim. Ahlaki bir sistemin, Allah inancı ve Allah’ın buyrukları olmadan işlemesi, pratikte elbette mümkündür (bu yüzden birçok ateist oldukça ahlaklıdır) fakat en önemli özelliklerinden birisi bağlayıcılık olan ve insanların şahsi çıkarlarından gerektiğinde fedakarlık yapmalarını gerektiren yasalardan oluşan ahlaki sistemlerin, Allah’ın buyrukları olmadan rasyonel temeli olamaz. Burada “rasyonel temel” ile kastım; ahlaki eylemi “iyi” olarak nitelemenin veya bu eylemi gerçekleştirmenin ve gerektiğinde şahsi çıkardan vazgeçmenin akılcı bir temeli olmasıdır. Nitekim birçok ünlü ateist felsefeci de bunu tespit etmiştir. Örneğin Allah olmadığında ahlaki değerlerin doğruluk değeri kalmayacağına, Nietzsche ve Sartre gibi ünlü ateist filozoflar dikkat çekmiştir. Nietzsche’nin şu sözlerinden bunu anlayabiliriz: “Ondan, temel bir kavramı, Allah’a inancı çekip aldığınızda, bütününü mahvedersiniz: artık zorunlu hiçbir şey elinizde kalmaz… Onun ancak Allah’ın varlığı doğruysa bir doğruluk değeri olabilir; o, Allah ile ayakta durur, Allahsız çöker.” Nietzsche ve Sartre, Allah’ın yokluğunda (Allah yoksa Allah’ın ahlaki buyrukları da olmaz) ahlaki değerlerin rasyonel temeli olamayacağını anlamışlardır. Çağımızın en ünlü ateisti Richard Dawkins ise başkalarına merhamet duymamızın “Darwinci hatalar: mutluluk veren, değerli hatalar” olduğunu ifade etmiştir. Ateist bir dünya görüşünün içerisinde, sahip olduğumuz doğuştan ahlaki özelliklerin illüzyon olarak anlaşılması gerektiğini ünlü materyalist-ateistler Michael Ruse ve Edward Wilson’ın şu sözlerinden de anlayabiliriz:
“Ahlak bize ortak hareket etmemiz için genlerimiz tarafından yutturulan bir illüzyondur. Hiçbir dış temeli yoktur. Ahlak, evrim tarafından oluşturulmuştur fakat onun tarafından temellenmemektedir. Aynı Machbeth’in hançeri gibi gerçekte var olmadan önemli bir amaca hizmet etmektedir. İllüzyondan bahsederken, ahlakın hiçbir şey olmadığını ve tamamen bir hayal ürünü gibi düşünülmesi gerektiğini savunmuyoruz. Machbeth’in hançerinin tersine ahlak insan türü tarafından paylaşılan bir illüzyondur… Ahlakın objektif bir temeli yoktur fakat biyolojik yapımız bizi öyleymiş gibi düşünmeye sevk etmektedir.
Besmele Kuran’daki 114 surenin 113’ünün başında geçerek
Kuran’da çok özel bir yere sahiptir. Fatiha Suresi’nde farklı
olarak Besmele numaralı ayetken, diğer surelerde surelerin
başında numarasız bir şekilde bulunur.149 Besmele, Kuran’ın
surelerine giriş ifadesi olarak surenin üstünde bağımsız bir
konuma sahiptir. Farrin, öncelikle Fatiha Suresi’ndeki iki kü-
çük halkaya dikkat çekmiştir.150 Birinci halka; Allah’ın haki-
miyetini ifade eden 2. ayette Rab (Terbiye eden, ihtiyaçları
gören) ve 4. ayette Melik (Hükümdar, hakim olan) sıfatlarının
arasında kalan, merhametini ifade eden 3. ayetteki Rahman
(Merhametli) ve Rahim (Şefkatli) sıfatlarının yer aldığı hal-
kadır. İkinci halkanın ortasında da merhamet vurgusu vardır;6. ayetteki “doğru yola iletilme” ve 7. ayetteki “gazap edilen
ve sapmışlardan olmama” duasının arasında 7. ayette “nimet
verilenlerden” olma duası vardır. İki küçük halkanın da mer-
kezi merhamet vurgusunu simetrik bir şekilde barındırmakta-
dır. Surenin bütününde ise önce Allah’ı sıfatlarıyla tarif eden
bölüm vardır, sonra 5. ayet olan merkezde üst bölümü alt-
taki dua ayetlerine bağlayan, kulun ağzından, Allah’a kulluk
ettiğini ve yardım istediğini beyan eden cümle vardır, sonra
ise kulun ağzından Allah’a dualar vardır. Görüldüğü gibi Fa-
tiha Suresi’nde karşımıza (hem küçük halkalarda hem de tü-
münde) Kuran’da en sık gözüken simetri şekli olan merkezli
(concentrism) simetriler yer almaktadır. Surenin merkez cüm-
lesi üst ayetleri alt ayetlerle bağlar niteliktedir. Üstteki ayet-
lerde Allah’ın hakimiyetini ve merhametini anlatan ayetlerden sonra merkez cümlede, bu sıfatların gereği olarak “yalnız sana kulluk ederiz” denilmektedir. Bu sıfatlara sahip olan ve kulluk edilen Allah, kendisine dua edip yönelmemiz gereken
Varlık’tır, bu yüzden merkez ayetin devamında “yalnız senden yardım dileriz” denilmektedir ve sonraki ayetlerde ise bu yardım için dua edilmektedir. Kısacası merkezdeki ayet, ilk kısmıyla üsteki bölümle ikinci kısmıyla alttaki bölümle bağlantılı olup bu iki bölümü çok güzel bir uyumla birbirine bağlamaktadır.
İslam’ın Allah’tan olduğunu reddedenlerin büyük bir bölümü, Kuran’ın yazarının Muhammed olduğunu düşündükleri için “Muhammed’in sözleri” olarak gösterilen hadis kitaplarıyla Kuran arasında bir fark olmadığını ifade etmektedirler. Önceki başlıklarda gördüğümüz gibi Muhammed’in Kuran’ı “uydurma” sebebinin dünyevi menfaat (mal, mevki, insanlara hükmetme, şöhret gibi) olduğu inkarcı kesimin en çok ön plana çıkan iddiası olmuştur. Ayrıca kendilerini Müslüman ama “tarihselci” olarak niteleyen küçük bir kesim de Kuran’ı “Hz. Muhammed’in sözleri” olarak nitelemişlerdir; Allah’ın peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed’in, kendi sözleriyle Kuran’ı kaleme aldığını söylemişlerdir.90 Modern dönemde ortaya konulmuş olan analiz teknikleriyle bu iddiaları değerlendirme şansına sahibiz. Bu kitabın ve Müslüman aleminin % 99’unun iddiası Kuran’ın kaynağının İlahi olduğu için, Kuran ile Hz. Muhammed’in sözlerini ihtiva eden kitaplar arasında bir fark olmasını beklemekteyiz. Kuran vahyine göre inancını ve hayatını şekillendiren Hz. Muhammed’in sözlerine Kuran’dan alacağı etki yansıyacağı için elbette bir derece benzerlik beklentisi bulunmaktadır. Fakat eğer Hz. Muhammed, kendisine vahyedilenleri doğrudan (eksiltme ile ekleme yapmadan ve kendi üslubuna göre biçimlendirmeden) aktardıysa, o zaman Kuran ile Hz. Muhammed’in sözlerini içerdiği iddia edilen hadis kitapları arasında belirgin bir fark olması gerekir. Günümüzde eğer yeni metinler bulunup da bu metinlerden birinin yazarının Platon olduğu, diğer bir metnin yazarının Tolstoy olduğu iddia edilirse ne yapılır? Platon’un ve Tolstoy’un yazdığı metinler ele alınıp bu yeni metinlerle karşılaştırılır. Karşılaştırmada yazarın kullandığı kelimelere, bu kelimelerin geçiş sıklığına, stil analizi (stylometry) gibi parametrelere bakılır ve karar verilir. Bu inceleme, resimdeki fırça kullanma tekniğinden veya imzayı atış şeklinden hareketle ressamı veya imza sahibini belirlemede olduğu gibi yazarın ayırt edilmesine (author discrimination) olanak verir.
Yazar ayırt etmede kullanılan modern teknikler, Kuran ile Hz. Muhammed’in sözlerini ihtiva etmede birçok kişinin “en güvenilir kaynak” olarak kabul ettiği Buhari arasında uygulandı. Çok fazla Hz. Muhammed’in sözlerini (hadisleri) toplamaya çalışmış kitap olduğu için (bunlar “hadis kitabı” olarak anılır) bunları temsilen en ön plana çıkan eser olan Buhari seçildi. Elbette hadis kitaplarının Hz. Muhammed’in sözlerini ne kadar başarıyla aktardığı tartışılabilir. Hadis kitaplarının içine Hz. Muhammed’in olmayan sözler girmiş olsa bile, bu kitapların en azından kısmen Hz. Muhammed’in sözlerini içerdiği söylenebilir ki o zaman da böylesi bir analizi yapmak (yüksek yüzdeyle içerdiği zamanki kadar olmasa da) yine değerli olacaktır. Her halükarda mevcut hadis kitaplarının “en güveniliri” olduğu önemli bir kesimin kabulü olan Buhari, Kuran ile karşılaştırmak için olabilecek en iyi alternatif olarak gözükmektedir. Eğer birçok ateistin, deistin, Hıristiyan misyonerin ve tarihselcinin iddiası doğruysa yani Kuran ve hadis kitapları “Muhammed’in zihninin ürünleriyse” aralarında büyük benzerlik olması beklenir. Sırf bu iddianın testi açısından bile Kuran ile hadis kitaplarını karşılaştırmak çok yerinde bir düşüncedir. Bu hususta yapılan karşılaştırmadan çıkan sonuç ise Kuran ile hadis kitapları arasında çok büyük farklılıklar olduğu ve yazarlarının aynı olmasının mümkün olmadığıdır.91 Bu konuyla ilgili yapılan analizdeki değerlendirmeleri aşağıda kısaca özetleyeceğim.
Karşılaştırmada bakılabilecek yerlerden biri Kuran’da ve Buhari’de çok sık tekrarlanan kelimelerdir. Örneğin Kuran’da çok yüksek bir yüzdeyle (% 1,12) “ellezine” (onlar ki) kelimesi geçmesine karşın Buhari’de bu kelimenin geçişi çok azdır. Bunun yanında “hatta” ifadesi Buhari’de % 0,68 oranında oldukça sık geçmesine karşın Kuran’da % 0,16 ile bu oranın dörtte birinden az sıklıkta kullanılmıştır. İki metinde de çok sık tekrarlanan kelimelere bakıldığında (tabloda gözüktüğü gibi) aralarında ciddi bir farkın olduğu gözlenmektedir.
Kuran ve Buhari, cümle bitimlerinin kafiyeli olup olmaması üzerinden kıyaslanınca da ortaya büyük bir fark çıkmaktadır. Halim Sayoud, son iki kelimenin kafiyeli olup olmaması üzerinden iki metni karşılaştırdı. Sonuçta Kuran’da kafiyenin oldukça yüksek olmasına karşı Buhari’de kafiyenin yok denecek kadar az olduğunu tespit etti. Bu, Kuran ve Buhari’nin stillerindeki köklü farklılığı gösteren önemli bir veridir.
Halim Sayoud, Kuran ve Buhari’de kullanılan kelimeleri uzunlukları (kaç harften oluştukları) açısından da kıyasladı. Tek harften oluşan kelimelerin Kuran’da daha fazla olduğu gözükmektedir. İki, üç, dört harften oluşan kelimeler ise Buhari’de daha fazladır; Buhari’de bir harflinin dışındaki kısa kelimeler daha yoğun kullanılmıştır. Beş, altı, yedi ve sekiz harften oluşan kelimeler ise Kuran’da daha fazladır. Dokuz ve on harfli kelimeler ise Kuran’da Buhari’nin iki katı kadar geçmektedir. Kelimelerin uzunluklarına göre seçiminde de iki metin arasında belirgin bir fark gözükmektedir.
İki kitabı mukayese için seçilen diğer bir kriter bir kitapta kullanılıp diğerinde kullanılmayan kelimeler oldu. Bunun için Kuran’da olup da Buhari’de olmayan ve Buhari’de olup da Kuran’da olmayan kelimelere bakıldı. Sayoud Kuran’da geçen 13.473 farklı kelimeye karşı Buhari’de 6225 kelime geçtiğini tespit etti. Kuran’da geçen kelimelerin % 83’ü gibi çok yüksek bir yüzdede kelime Buhari’de geçmemektedir; buna karşı Buhari’de geçen kelimelerin % 62’si Kuran’da mevcut değildir. İki yerde de aynı dili (Arapçayı) kullanan bir yazarın, bir yerde kullandığı kelimelerle diğer yerde kullandığı kelimeler arasında bu kadar köklü bir fark olması hiç beklenmeyecek bir durumdur. Bu tek başına, Hz. Muhammed’in hem Kuran’ın hem de hadis kitaplarının yazarı olduğuna dair iddiayı geçersiz kılacak bir veridir.

Soldaki Grafik: Hadislerde (Buhari’de) toplam 6225 farklı kelime bulunurken bunların 3885 tanesi Kuran’da hiç geçmemektedir. Oranı hesapladığımızda hadislerde geçip Kuran’da geçmeyen kelimelerin hadislerdeki tüm kelimelere oranı % 62.41 etmektedir. Sağdaki Grafik: Kuran’da toplam 13473 farklı kelime bulunurken, bunların 11133 tanesi hadislerde hiç geçmemektedir. Oranı hesapladığımızda Kuran’da geçip hadislerde geçmeyen kelimelerin hadislerdeki tüm kelimelere oranı % 82.63 etmektedir. (Sayoud, 2012)

Sayoud, Kuran’da ve Buhari’de geçen sayıların ve hayvan isimlerinin yoğunluğunu ve farklılıklarını da inceledi. Burada da önemli farklar olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Kuran’da en sık geçen sayının 1 olmasına karşın Buhari’de en sık geçen sayı 3’tür. Kuran’da deve, inek, koyun gibi hayvanları belirtmek için 33 kere geçen “enam” kelimesine karşılık Buhari’de bu ifade 2 kez geçmektedir. Ayrıca Kuran’da geçen ve Buhari’de geçmeyen ile Buhari’de geçen ve Kuran’da geçmeyen hayvan isimleri de belirgin bir fark oluşturmaktadır. Hz. Muhammed’in, Kuran’da geçen konular hakkında konuştuğunu, ayrı bir gündemi olmadığını hatırlayalım. Buna rağmen bu farkın mevcut olduğunu unutmayalım. Bu, Kuran’ın ve hadis kitaplarının yazarının stillerinin farklı olduğunu, bunların aynı zihnin ürünleri olmadığını göstermektedir.
Bu modern analiz teknikleri, Kuran ve hadis kitaplarının yazarının aynı olmadığını göstermektedir. Bu sonuç, Kuran’ın ve hadislerin kaynağının Muhammed olduğunu söyleyen ateist, deist, Hıristiyan misyoner ve tarihselcilerin yanıldığını göstermektedir. Buradaki farklılığın nedenini açıklamak için hadis kitaplarına uydurmaların karıştığı ve Hz. Muhammed’in sözleri manasıyla aktarılırken farklılıklar oluştuğu söylenebilir. Bununla beraber, hadis kitaplarının içeriğinin önemli bir bölümünün Hz. Muhammed’in sözlerinden oluştuğunu düşünenler için burada aktarılan analizlerin yine de bir önemi vardır. Çünkü hadislerin önemli bir bölümü eğer başarılı şekilde aktarıldıysa da bu analizde ortaya çıkan kadar farklı bir tablo beklenmez. Eğer hadis kitaplarına çok fazla uydurma girdiği ve bu kitapların Hz. Muhammed’in sözlerini aktarmada başarısız oldukları söylenirse burada yapılan analizden çıkarılacak sonuçlar değişir. Fakat o zaman, bu sonucu gören ateistlerin, deistlerin, Hristiyan misyonerlerin -tutarlı olmaları için- hadis kitaplarından hareketle İslam eleştirisi yapmamaları gerekir. Bu bizi başka bir yere götürse de bu sonuç da önemlidir. Sonuçta hadis kitaplarının Hz. Muhammed’in sözlerini ne oranda aktarabildiği burada sunulan analizin değerlendirilmesi açısından önemlidir. Bu kitabın planlanan hacmi bu önemli sorunun irdelenmesini kapsamamaktadır. Fakat hadis kitaplarıyla ilgili düşüncemiz her ne olursa olsun; Kuran ile hadis kitaplarının yazarının aynı olmadığını tespit etmek önemlidir. Kuran’ı Allah’ın vahyi olarak gören, Hz. Muhammed dahil hiçbir beşerin sözü olarak görmeyen Müslümanlar için bu beklenen sonuçtur.
53-Necm Suresi 3: O (Muhammed), arzusuna göre konuşmaz.
4: O (Kuran) vahiyden başkası değildir.

İnsanları dini veya mistik öğelerle aldatan birçok dini liderin de New Age toplulukların başlarındaki birçok gurunun da çevreleri tarafından insan-üstü niteliklerle tarif edildiklerine hatta ilahlaştırıldıklarına, bu liderlerin ve guruların da bu durumu onayladıklarına ve teşvik ettiklerine sık sık tanık olunmaktadır. Eğer Hz. Muhammed kendisinin “Allah’ın elçisi” olduğunu söylemesinin yanında beşer-üstü bir varlık olduğunu da ifade etseydi buna inanan birçok kişinin çıkacağını tahmin etmek hiç de zor değildir. Fakat Kuran’da, ona, “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” (18-Kehf Suresi 110) dedirttirilerek İslam’ın “Hz. Muhammed merkezli” bir din olarak sunulmasının ve Hz. Muhammed’e beşer-üstü bir statü atfedilmesinin önü kapatılmıştır. Yine sahtekar dini liderlerin ve sahtekar guruların birçoğunda, gelecekle ilgili tarih vermelerin ve özellikle kıyamet saatini (Dünya’nın ve evrenin sonunu) bildirme gibi hareketlerin sıkça olduğu gözlemlenmektedir. Oysa Hz. Muhammed’e, kıyamet saatini soranlara şöyle demesi Kuran’da emredilmektedir:
7-Araf Suresi 187: Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini Ondan başka açığa çıkaracak kimse yoktur. Göklere ve yere bütün ağırlığıyla çökecek ve sizi mutlaka umulmadık bir anda yakalayacaktır.”
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Allah’ın yanındadır ama insanların çoğu bilmezler.” Çıkarları için dini ve mistik öğeleri kullanan dini liderler ve New Age gurular sanki hiç hatasız kişilermiş gibi sunulurlar. Bazı hataları olabileceğini çevrelerindekiler kabul ettikleri durumlarda bile “Peki hangi hataları var; göster” dediğinizde hiçbir hatalarının itiraf edilmediğine tanıklık edilir. Oysa Hz. Muhammed’in insanlara ulaştırdığı Kuran’da Hz. Muhammed’in bazı hataları düzeltilir. Kuran, “Muhammed’in uydurduğu” bir kitap olsaydı; kendisiyle ilgili yanılmaz insan algısı oluşturmak için Kuran’ı kullanması ve Kuran’a bu ifadeleri koymaması beklenirdi. Örneğin şu ayetlerde, kavminin şımarık ileri gelenlerini dini konularda ikna etmeye çalışırken gelip soru soran kör bir kişiye gerekli alakayı göstermemesi eleştirilir:
80-Abese Suresi 1: Surat astı ve yüzünü çevirdi.
2: Kör olan kimse geldi diye.
3: Ne bilirsin belki de o arınacaktır.
4: Yahut öğüt alacak da, o öğüt ona fayda verecek.
5: O, kendisini her türlü ihtiyacın üstünde görene gelince.
6: Sen ona yakın ilgi gösteriyorsun.
7: Onun arınmamasından sana ne!
8: Ancak sana koşarak gelen.
9: O, korkmuş iken.
10: Sen ondan yüz çeviriyorsun.
11: Hayır, o (Kuran) ancak bir öğüttür.
12: Dileyen ondan öğüt alır
Başka bir ayette peygamberlik vazifesinin gereği olarak mücadele içindeyken yaptığı taktiksel bir hata eleştirilmiştir:
9-Tevbe Suresi 43: Allah, seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup yalancıları da anlayıncaya kadar beklemeden niçin onlara izin verdin?
Müşriklerle ortak nokta bulmaya kalkarak belli tavizler vermeyi düşündüğünde de eleştirilmiştir:
17-İsra Suresi 73: Onlar, neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı iftira etmen için seni fitneye düşüreceklerdi. Ancak o zaman seni dost edineceklerdi.
74: Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin.
75: İşte o zaman sana, hayatında da, ölümünde de karşılığını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.
Kuran’ı bir kez okuyan kimse bile Kuran’ın merkezinde bir tek Allah’ın olduğuna, Allah’ın lütfundan bağımsız olarak peygamberlerde bir güç olduğuna dair en ufacık bir algının bile oluşmasına yol verilmediğine tanık olacaktır. Örneğin şu ayetin üslubuna bir bakın:
8-Enfal Suresi 63: O (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin bile onların gönüllerini birleştiremezdin fakat Allah onların aralarını uzlaştırdı. Gerçekten de O üstündür, hikmetlidir.
Görüldüğü gibi Kuran’ın Hz. Muhammed’i üstün ahlaklı bir insan olsa da insan-üstü değildir, peygamberlik gibi çok önemli bir vazifeyle şereflenmiş olmasına rağmen hataları olabilen ve bu hataları Kuran ile ikaz edilen bir beşerdir. Kendi çıkarı için din kurgulayan birinden beklenecek olan yanılmaz adam imgesi oluşturmaya, kendisini diğer peygamberlerin üstünde bir dereceye yüceltmeye, merkeze koymaya ve hatasız göstermeye Kuran’ın Hz. Muhammed’inde rastlanmaz.
Kuran’da, Hz. Muhammed’in ismi 4 kez geçmektedir. Buna karşılık Hz. Musa’nın ismi 136 kez, Hz. İsa’nın ismi 25 kez geçmektedir. Hz. Muhammed’in babasından ve annesinden Kuran’da hiç bahsedilmez. Buna karşı Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in ismi Kuran’da 34 kez geçmektedir. Hz. Muhammed’in hayatında yaşadığı birçok iniş çıkış da Kuran’da yer almaz. Örneğin çok sevdiği eşi Hz. Hatice’nin ve oğlu İbrahim’in küçük yaşta ölümüne çok üzüldüğü birçok kaynakta aktarılır ama bunlara benzer şahsi travmaları Kuran’da yer almaz. Eğer Kuran, “Muhammed’in uydurduğu” bir kitap olsaydı, Kuran’ın çok fazla Muhammed merkezli bir kitap olması, onun büyük acılarına ve önemli sevinçlerine bolca yer vermesi beklenirdi. Oysa Kuran, herhangi bir şahıs değil Allah merkezli bir kitaptır. Peygamberlere ise iletilmek istenen mesajın aracıları olarak yer verilir, yoksa Hz. Muhammed dahil hiçbir insan Kuran’ın merkezinde değildir. Kuran’ı insanlara ileten elçi Hz. Muhammed olduğu için elbette Kuran’da onunla ilgili vurgular, içinde bulunduğu durumu anlatan ve karşılaştığı kimi sorunlara çözümler getiren ifadeler vardır. Fakat bunlar, Kuran’ın hacmi içinde çok küçük bir yüzdeye denk gelmektedir ve dikkatle incelendiklerinde bunlardan çıkartılacak birçok ibret olduğu görülmektedir.
Her türlü “akıl hastası” iddiasına, 7. yüzyıldaki üstün akıllı bir insan veya insan topluluğunun bile Kuran’ın içeriğini oluşturamayacağı, “akıl hastası” iddiasının bu iddia sahiplerini ilave zorlukların içine sokacağı söylenerek cevap verilebilir. Fakat bununla yetinmeyerek, en çok dile getirilmiş iki iddia olan “şizofreni” ve “epilepsi” iddialarını kısaca değerlendirip, bu iddia sahiplerini bekleyen fazladan zorlukları da göstermeye çalışacağım. Öncelikle “şizofreni” iddiasından başlayalım. Dünyada birçok hastaya şizofreni teşhisi Amerika Psikiyatri Birliği’nin hazırladığı DSM-5 kriterlerine göre konulmaktadır.80 Bu kriterlere göre bir şizofreni hastasında mutlaka olması gelen özelliklerden bir tanesi sosyal ilişkilerinde ve yaptığı işle ilgili sorumluluklarını yerine getirmede ciddi işlev bozukluğu olmasıdır. Oysa Hz. Muhammed, bunlarda bir bozukluk olmak bir yana, gerek sosyal ilişkilerinde gerekse yaptığı işle ilgili sorumluluklarını yerine getirmekte çok başarılıydı. Dini geniş kitlelere tebliğ ederken sorumluluklarını çok başarılı şekilde yerine getirmesi sayesinde, daha önceden dikkat çekildiği gibi her alanda sıfır noktasından başlamış olmasına rağmen, daha yaşarken büyük bir başarıya tanıklık etti. Bu başarıyı gerçekleştirirken hem yanında kendisiyle beraber hareket eden dostlarıyla hem ailesiyle çok başarılı sosyal ilişkiler kurdu. Şu Kuran ayeti, onun çevresiyle kurduğu sağlıklı ilişkiyi anlatan ayetlerden bir tanesidir:
3-Ali İmran Suresi 159: Allah’ın rahmeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için bağışlama dile. İş konusunda onlara danış. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a dayanıp güven. Şüphesiz Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.
Etrafındakilere yumuşak davranması, etrafındakilerin peygamber olduğuna inanmasına rağmen “Ben her şeyi bilirim; siz kimsiniz” demeden onlara danışması ve çevresiyle sevgiye dayalı ilişkiler kurması Hz. Muhammed’in sosyal ilişkilerini sağlıklı şekilde kurduğunu gösteren delillerden bir tanesidir. O, şizofrenlerde yaygın olarak gözlenen, etrafındakilere karşı saldırgan tutumdan uzak olmuştur. Bırakın peygamber olduğuna inanılan bir kişiyi, bir mahallede etrafına bir kitle toplayan sahtekar din adamlarının veya modern dönemin New Age tarikatlarında etraflarına bir kitle toplayan guruların çoğu, kendilerini “çok önemli” gören yanlarındaki insanlara danışmadan onları mutlak hegemonyaları altına almaya çalışmaktadırlar. Oysa Hz. Muhammed, kendisine gelen vahiyle, etrafındakilere danışması gerektiğini kitlelere açıklamıştır. Hz. Muhammed’in hayatını anlatan eserlerde, gerek ailesi gerek arkadaşları gerek ümmet ile kurduğu sağlıklı sosyal ilişkilerin birçok örneği aktarılmıştır.
Şizofreni genelde genç yaşlarda başlayan bir hastalıktır. Oysa Hz. Muhammed “Allah’ın elçisi” olduğunu 40 yaşlarından itibaren belirtmiştir. Nitekim 10-Yunus Suresi 16. ayette, Hz. Muhammed’in, kavmine, “Daha önce sizin aranızda belli bir ömür geçirdim. Hiç düşünmüyor musunuz?” demesi söylenmektedir. Onun mesajını inkar eden ve onun peygamberlik iddiası öncesindeki 40 yılını bilenler dahil hiç kimse, Hz. Muhammed’in 40 yaşından önce de peygamberlik iddiasında bulunduğunu söylememiştir. Ayrıca genelde şizofrenlerin en yakınlarından başlayarak çevresindekilerin büyük kısmı akli rahatsızlıklarını fark eder; oysa Hz. Muhammed’in çevresindeki geniş kitle onun peygamberliğini ve akıl sağlığının yerinde olduğunu tasdik etmiştir.
Şizofrenlerden genelde beklenen özelliklerden birisi organize bir şekilde konuşamamalarıdır. Oysa Hz. Muhammed’in düşmanları, onun, güzel söz söyleme yeteneği sayesinde insanları etkilediğini ve Kuran’ı yazdığını söyleyerek “Allah’ın elçisi” olduğunu reddetme yoluna gitmişlerdir. Bunun yanında şizofrenlerin, sıklıkla, kişisel bakımlarını düzgün yapmadıkları, hijyen kurallarını gereğince gözetmedikleri de bilinmektedir. Oysa Hz. Muhammed’in gerek şahsi uygulamalarıyla ilgili aktarımlar gerek İslam dininin bir parçası olan ibadetler, kişisel bakımını ihmal etmek bir yana, ciddi şekilde önemsediğini ortaya koymaktadır. “Elbiseni temiz tut” (74-Müddessir Suresi 4) gibi Kuran ayetleriyle ve abdest gibi uygulamalarla temizlik İslam dininde önemsenen bir unsur olmuştur ve Hz. çalışmaktadırlar. Oysa Hz. Muhammed, kendisine gelen vahiyle, etrafındakilere danışması gerektiğini kitlelere açıklamıştır. Hz. Muhammed’in hayatını anlatan eserlerde, gerek ailesi gerek arkadaşları gerek ümmet ile kurduğu sağlıklı sosyal ilişkilerin birçok örneği aktarılmıştır.
Şizofreni genelde genç yaşlarda başlayan bir hastalıktır. Oysa Hz. Muhammed “Allah’ın elçisi” olduğunu 40 yaşlarından itibaren belirtmiştir. Nitekim 10-Yunus Suresi 16. ayette, Hz. Muhammed’in, kavmine, “Daha önce sizin aranızda belli bir ömür geçirdim. Hiç düşünmüyor musunuz?” demesi söylenmektedir. Onun mesajını inkar eden ve onun peygamberlik iddiası öncesindeki 40 yılını bilenler dahil hiç kimse, Hz. Muhammed’in 40 yaşından önce de peygamberlik iddiasında bulunduğunu söylememiştir. Ayrıca genelde şizofrenlerin en yakınlarından başlayarak çevresindekilerin büyük kısmı akli rahatsızlıklarını fark eder; oysa Hz. Muhammed’in çevresindeki geniş kitle onun peygamberliğini ve akıl sağlığının yerinde olduğunu tasdik etmiştir.
Şizofrenlerden genelde beklenen özelliklerden birisi organize bir şekilde konuşamamalarıdır. Oysa Hz. Muhammed’in düşmanları, onun, güzel söz söyleme yeteneği sayesinde insanları etkilediğini ve Kuran’ı yazdığını söyleyerek “Allah’ın elçisi” olduğunu reddetme yoluna gitmişlerdir. Bunun yanında şizofrenlerin, sıklıkla, kişisel bakımlarını düzgün yapmadıkları, hijyen kurallarını gereğince gözetmedikleri de bilinmektedir. Oysa Hz. Muhammed’in gerek şahsi uygulamalarıyla ilgili aktarımlar gerek İslam dininin bir parçası olan ibadetler, kişisel bakımını ihmal etmek bir yana, ciddi şekilde önemsediğini ortaya koymaktadır. “Elbiseni temiz tut” (74-Müddessir Suresi 4) gibi Kuran ayetleriyle ve abdest gibi uygulamalarla temizlik İslam dininde önemsenen bir unsur olmuştur ve Hz. Muhammed eylemleriyle Kuran’ın bu emirlerinin uygulanmasının en güzel bir örnekliğini sunmuştur. Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemde, günümüzde şizofrenlerin aldığı ve hayatlarındaki olumsuzlukları oldukça azaltan ilaçların var olmadığını da hatırlayalım. Kısacası şizofren teşhisi koymak için mutlaka aranan işlev bozukluğu gibi özellikler de şizofrenlerde olması yüksek olasılıkla beklenen özellikler de; Hz. Muhammed’in şahsi özelliklerinde, etrafıyla kurduğu ilişkilerde ve Kuran’ın mevcut içeriğinde gözlemlenmemektedir.
Hz. Muhammed’in “akıl hastası” olduğunu iddia edenler, onun insanları yalanla aldatmadığını fakat halüsinasyonla gerçeği karıştırdığı için kendisinin aldandığını söylemeye çalışmışlardır. Onun vahiy almasının mümkün olmadığını kabul ettikleri için, halüsinasyonla gerçeğin karıştırıldığı akıl hastalıklarından birisine sahip olduğunu düşünmüşlerdir. Ellerinde bir delil olup da böylesi iddialarda bulunmadıklarını fakat baştan vahiy almayı mümkün görmedikleri için böylesi iddiaları ifade ettiklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Halüsinasyonla gerçeği karıştırmada karşılarına çıkan bir alternatif önceki satırlarda ele alınan “şizofreni” olmuştur; diğer bir alternatif ise “epilepsi” (sara) hastalığıdır, bunun da özellikle “temporal lob epilepsisi” çeşididir. Bu hastalığa sahip olanların beyinlerinin şakak bölgesine denk gelen ve hafıza ile duygulanım gibi önemli işlevlerle ilgili olan temporal lobunda bozukluk olmaktadır. Bu bölgeden kaynaklı krizlerin neticesinde aslında tadılmamış tatlar veya koklanmamış kokular algılanmış gibi, önceden tanık olunmuş bir görüntü tekrar algılanmış gibi (deja vu), görülmemiş görüntüler görünmüş gibi hisler oluşabilmektedir. Bu krizlerden sonra konuşma zorluğu, kriz geçirdiğinin farkında olmama ve aşırı uyku hali görülebilir. Burada dikkat edilmesi gerekli husus, bu halüsinasyonların sistemli ve anlamlı görsellerden oluşamayacağıdır. Kitabın buraya kadar olan bölümlerinde gösterilmeye çalışıldığı gibi Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemin çok üstün zekalı bir kişisinin veya topluluğun bile Kuran’ı yazdığını ifade etmek mümkün değildir. Eğer bir kişi Kuran’ı, beyindeki bir hastalığın neticesinde ortaya çıkmış halüsinasyonların neticesi olan bir eser olarak göstermeye kalkarsa; kendisini savunulması çok daha zor bir pozisyona sürüklemiş olacaktır. Epilepsi krizi geçiren kişi, bu krizden sonra mantıklı ifadelerde bulunmaz, oysa Kuran’da çağı çok aşan ifadeler söz konusudur. Hz. Muhammed, aldığı her vahiyden sonra insanların inanç ve eylem alanını düzenleyen mesajlar iletmiştir. 23 yıl boyunca gelen bu mesajların birbiriyle uyumu ile çelişki içermemesi önemlidir ve bu özellik bir epilepsi hastalığından kaynaklanan halüsinasyonlara atfedilemez. Nitekim Kuran’da, Kuran’ın iç tutarlılığının önemli bir husus olduğuna dikkat çekilmiştir.
4-Nisa Suresi 82: Kuran’ı iyice incelemiyorlar mı? Allah’tan başkasından olsaydı onda birçok çelişkiler bulacaklardı.
Temporal lob epilepsisi hastalığına sahip birçok kimsede otobiyografik hafıza problemi tespit edilmektedir. İngiltere’de yapılmış bilimsel bir çalışmada bu hastaların % 70’inde hafıza sorunu olduğu gözlemlenmiştir. Oysa Hz. Muhammed’in hayatına ve başardıklarına baktığımızda bunun aksi bir durumla karşılaşmaktayız. Temporal lob epilepsisi hastalarında sıkça görülen diğer bir sorun konuşma zorluğudur. Bu hastalığı olanların % 40’ı konuşma, isimlendirme ve kelime bulma konusunda sorunlar yaşamaktadırlar. Oysa Hz. Muhammed, anlamlı ve insanlarda değişim oluşturacak düzeyde etkili konuşmasıyla ünlüdür.81 Epilepsi hastalarında olması muhtemel duygu ve davranış bozuklukları da Hz. Muhammed’de gözlemlenmemiş; o, birçok insanı kolayca bozabilecek seviyede çevresindekilerin üstünde karizma ve otoriteye sahip olmasına rağmen, çok normal duygu ve davranış örnekleri sergilemiştir. Kısacası temporal lob epilepsi hastalığına sahip olanların taşıdığı özellikler; Hz. Muhammed’in şahsi özelliklerinde, etrafıyla kurduğu ilişkilerde ve Kuran’ın mevcut içeriğinde gözlemlenmemektedir. “Akıl hastalığı” iddiası, Kuran’ın içeriğinin nasıl oluştuğu açıklanmaya kalkıldığında, bu iddia sahiplerini içinden çıkılmaz zorlukların içine sokan bir iddiadır.
Bu kitap boyunca, Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemdeki herhangi bir kişinin veya insan topluluğunun, Kuran’ı yazmasının mümkün olmadığını ortaya koymaya çalıştım. Ayrıca Allah’ın varlığını ve önemini anlayan bir kimsenin, tarihsel süreçte, Hz. Muhammed’in (ve onun ulaştırdığı mesaj olan Kuran’ın) Allah’ı tanıtma ile insanların hayatının merkezine koymadaki ve putperestliğe büyük bir darbe vurmadaki rolüne tanıklık etmesinin, Hz. Muhammed’in peygamberlik iddiasını ciddi bir şekilde değerlendirmesi için yeterli olduğuna dikkat çekmeye çalıştım. Bu söylediklerimi savunabilmem için Hz. Muhammed’in gerçekleştirdiklerine sıfır noktasından başladığını göstermeye gerek yok. Fakat Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddedenlerin en öne çıkan iddiası “Hz. Muhammed’in Kuran’ı uydurduğu ve şansının yaver gitmesiyle tarihsel rolünü gerçekleştirdiği” şeklindedir. Karşıt iddia bu şekilde olduğu için Hz. Muhammed’in başlangıçta nelere sahip olduğunu ve hayatını incelemek de önemli olmaktadır. Hz. Muhammed’in sıfırdan başladığını anlamak; getirdiği mesajın ve tarihte gerçekleştirdiklerinin büyüklüğünü anlamaya katkıda bulunacaktır.
Hz. Muhammed, Allah’ın elçiliği vazifesine sıfırdan başladı: 1-İlmi açıdan sıfırdan başladı; 2-Siyasi güç açısından sıfırdan başladı; 3-İnsan kaynağı açısından sıfırdan başladı; 4-Ekonomik güç açısından sıfırdan başladı. Aşağıda bu dört hususu kısaca ele alacağım.
Hz. Muhammed’in yaşadığı bölge ve dönemde, Platon’un veya Aristoteles’inkine benzer bir felsefe okulu yoktu. Ayrıca Sümerlerdeki gibi bir gözlemevi ve sistematik gözlem faaliyetleriyle evreni anlama çabası da yoktu. Arap yarımadasının büyük kesimi okuryazar değildi. Mekke’de Kabe’nin varlığından dolayı farklı insanlarla ticaret ve etkileşim oluyordu ama hiçbir zaman Platon’un okulu veya Sümerlerin gözlemevine benzer, ciddi ilmi faaliyette bulunduğu söylenebilecek bir kurum meydana gelmedi. Hz. Muhammed, önceki kutsal metinlerin bilgisine bile sahip olmayan “ümmi” bir kavmin içinden çıktı (62-Cuma Suresi 2). Faydalanılabilecek ve hareket noktası olabilecek ilmi bir merkez mevcut değildi. İlmi açıdan tamamen kurak böylesi bir ortamda insanlar Kuran’la buluştu. Bu ortamın ne kadar kurak olduğunu görmek, Kuran’ı ortaya çıkaran marifetin o ortamda olmadığını, o ortamın birikimiyle Kuran’ın yazıldığının iddia edilmeyeceğini anlamamızı daha iyi sağlar.
Hz. Muhammed dine davet faaliyetine hiçbir siyasi gücü miras alarak başlamadı. “Hz. Muhammed, yaşadığı bölgenin önemli bir siyasi lideri olarak dine davet faaliyetine başladı; diğer gruplar yavaş yavaş onun gücüne boyun eğdiler ve İslam böylece büyük bir güç oldu” diye bir iddiada hiç kimse bulunamaz. Eğer böyle olsaydı da, Hz. Muhammed’in getirdiği mesaj etrafında kenetlenenlerin, bir asır içerisinde, Mezopotamya’ya Kuzey Afrika’ya ve Güney Avrupa’ya kadar yayılmış, dünyanın en büyük siyasi yapılarından biri olmaları gibi büyük bir başarı gölgelenemezdi. Fakat sıfır noktasından başlayarak bu durumun gerçekleştiğine tanıklık etmek, hiç şüphesiz bu başarıyı büyütmektedir. O, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığı zaman, Hz. Muhammed’in yaşadığı bölgede “devlet” tanımlanmasına uygun siyasi bir yapı yoktu. Kabilelerin birlikleri, ileri gelenleri ve liderleri vardı. Hz. Muhammed, dünya ölçeğinde önemsiz sayılabilecek bir kabilenin siyasi lideri gibi bir konumda bile değildi. Bırakın siyasi bir lider olarak vazifesine başlamayı; Hz. Muhammed, içinden çıktığı toplumun ileri gelen bir kişisi bile değildi. Nitekim Hz. Muhammed’in düşmanları, onun peygamberlik iddiasını duyduklarında “Bu Kuran, iki şehrin ileri gelenlerinden birine indirilseydi ya” (43-Zuhruf Suresi 31) demişlerdir. Hz. Muhammed, başlangıçta, bir yerin ileri geleni olmak sıfatıyla sözü dinlenen biri olmak gibi bir avantaja bile sahip olmayan sıfır noktasındaki bir yetim olarak vazifesine başladı. Adetlerine ve atalarının dinine çok bağlı, cahilliğin çok yaygın olduğu, ufak bir geleneklerini değiştirmeye karşı bile çok dirençli bir toplumu, radikal bir şekilde değiştirdi, birliklerini kurup kısa sürede dünyanın en etkili gücü olmalarını sağladı. Bunları başarırken, hiçbir aşamada, savunduğu dinin temel inanç görüşlerinden taviz verecek şekilde bir uzlaşmada bulunmadı ve bu uğurda her tehlikeyi göze aldı. O, insanları, sahip olduğu avantajlar ve siyasi bir liderlik sayesinde değil, ulaştırdığı mesajın gücü sayesinde ikna etti.
Hz. Muhammed 40 yaşları civarında dine davet faaliyetine başladığında etrafında toplanmış hazır bir insan grubu da yoktu. Örneğin herhangi bir dinin ileri geleni veya tarikat gibi bir yapının önderi değildi. Etrafında hazır olan insan gücünden yararlanıp, peygamberlik iddiasında bulunduğunda bu etrafındaki hazır insan gücünü yeni görüşüne adapte edip de sonraki başarılarını gerçekleştirmedi. İlk önce eşi Hz. Hatice’yi, sonra diğer insanları teker teker ikna etti. Dini tebliğ ettiği ilk üç yılda ona uyanlar 40-50 kişi civarındaydı. İnsan gücü açısından da sıfır noktasından başladı. Hz. Muhammed peygamberlik vazifesine başladığında ciddi bir ekonomik güce sahip olarak da vazifesine başlamadı. Ne kendisinin sahip olduğu büyük bir serveti vardı ne de başlangıçta onu zengin bir bütçeyle destekleyen birisi mevcuttu. Eşi Hz. Hatice ile beraber gerçekleşen ticari faaliyetlerinden gelen bir birikim vardı ama bu birikim; ordular kurabilecek, insanları satın alabilecek bir büyüklükten çok uzaktı. Ayrıca peygamberlik vazifesine başladıktan kısa süre sonra başlayan Mekke’deki boykotta ekonomik açıdan oldukça zor bir dönem geçirdi. Zaten Arap yarımadasında (özellikle sahil kesiminin dışındaki yerlerde) ciddi bir zenginlik yoktu. Nitekim bu bölge ekonomik büyüklüğü açısından o kadar değersizdi ki, her yeri işgal eden Roma İmparatorluğu burayla ciddi şekilde ilgilenmemişti. Kısacası diğer hususlarda olduğu gibi ekonomik açıdan da çok düşük bir seviyeden başladı.
İlim, siyaset, insan kaynağı, ekonomik değerler açısından sıfıra yakın bir noktadan başlayan Hz. Muhammed’in, tarihin en etkili kişilerinden biri olduğunu hemen her tarihçi kabul edecektir. Örneğin tarihin en etkili yüz kişisini belirleyen Michael Hart, Hz. Muhammed’e birinci sırayı vermiştir. Hart, kitapta yer verdiği etkili diğer birçok ismin medeniyetlerin merkezlerinde doğduklarına veya büyüdüklerine işaret eder; oysa Hz. Muhammed’in doğduğu ve yetiştiği bölge önemli ilim, ticaret ve sanat merkezlerinden uzaktaydı. Peygamberlik vazifesini gerçekleştirdiği 23 yıl içerisinde, tarihte ilk defa, Arap kabilelerin çoğunluğunu bir araya getirerek siyasi bir birlik oluşturdu. Bu birlik, tek Allah inancı etrafında kenetlendi ve Pers-Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu gibi, önceden dağınık Arap kabilelerinin kafa tutmayı hayal bile edemeyecekleri güçlere karşı zaferler kazandı. Hart, Hz. İsa’dan farklı olarak Hz. Muhammed’in etkili bir dini lider olduğu gibi etkili bir siyasi lider olduğuna da dikkat çeker. Ayrıca İslam inancının temel öğretilerini önemli ölçüde Hz. Muhammed’in oluşturmuş olmasına karşı bugünkü Hıristiyanlığın dini inançlarının oluşumunda Paul’un çok önemli rol oynadığını söyler. Bu yüzden Hart, Hz. Muhammed’i birinci sıraya yerleştirirken ikinci sıraya Newton’u, üçüncü sıraya ise Hz. İsa’yı yerleştirmiştir. 77 Alphonse de Lamartine, Hz. Muhammed’in tarihte benzeri olmayan büyük başarısı için şunları söylemiştir: “Eğer amacın muhteşemliği, eldeki araçların kıtlığı, ulaşılan sonucun muazzamlığı bir kişinin dehasının ölçüleriyse; tarihteki hangi insan Muhammed’e bu hususta kafa tutabilir?” Kısacası “Ben Müslümanım” diyen kişi, güç sayılabilecek hemen her alanda sıfır noktasından başlamasına rağmen tarihin en etkili aktörlerinden birisi (muhtemelen en etkilisi) olmayı başarmış olan Hz. Muhammed’in insanlara ulaştırdığı mesaja tabi olmaktadır.
Güneş ile beraber insanların gökyüzünde en çok ilgisini çeken ve dünya’daki yaşam koşullarını en çok etkileyen gök cismi Ay’dır: Ay, hem Dünya’nın uydusudur hem de Dünya’nın bir parçası olduğu Güneş sisteminin bir parçasıdır. Bir yandan Dünya’nın etrafında dönerken bir yandan saatte 700.000 km’den daha hızlı bir şekilde ilerleyen Güneş’i takip ederek Samanyolu galaksisinde ilerlemektedir
Şems Suresi 1-2: İşte Güneş ve onun parıltısı, işte onu izlediğinde Ay.
Geniş kitleler Dünya’nın Güneş’in çevresinde döndüğünü daha okulun ilk yıllarında öğrenmekteler. Bu öğretim aşamasında, birçok zaman, Güneş sistemini anlatırken adeta Güneş sabit duruyormuş da Dünya onun etrafında dönüyormuş gibi anlatılır. Aslında bu, konuyu anlatan öğretmenlerin Dünya’nın hareket eden bir Güneş etrafında döndüğünü bilmemelerinden kaynaklanmaz…

Kuran’ın, Güneş’in hareketini tarif ederken; Dünya’nın etrafında döndüğünü veya sabit durduğunu söylememesi fakat gemilerin denizde ilerlemesi için kulladığı fiilin aynısını kullanarak &‘akıp gitmektedir’ demesi, Kuran’daki tariflerin ne kadar ince yapıldığının ve Kuran’ın vahyedildiği dönemin yanlış inançlarını içermediğinin birçok delilinden birisidir.
Yasin Suresi 38: Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün Olan ve Bilen’in takdiridir.

Peygamberimizin döneminde Müslüman olan (genelde “sahabe” olarak anılırlar) kişilerden başlayarak, Yahudi ve Hıristiyan kutsal metinlerindeki Peygamberimize işaretlere atıflar yapıldığına rastlıyoruz. Örneğin, Abdullah bin Amr, aşağıda değineceğimiz İşaya 42, 1-9 bölümündekine benzer ifadelerin, bu metinlerdeki Peygamberimizin müjdelenmesi (beşair) olarak değerlendirmiştir. Meşhur Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz (vefatı: 720), Bizans imparatoru 3. Leo’ya yazdığı mektubunda Yahudi ve Hıristiyan “kutsal” metinlerinde yer alan aynı türden işaretlere dikkat çekmiştir. Abbasi halifesi Mehdi-Billah (vefatı: 785), Nesturi Patriği 1. Timotheos ile diyaloğunda bu ifadeleri gündeme getirmiştir. İslam tarihiyle ilgili önemli bir kaynak olan İbn İshak’ta (vefatı: 767) bu konu yer almaktadır. Hıristiyan iken sonradan Müslüman olan Ali bin Rabben et-Taberi’nin (vefatı: 861) konuya dair bir eseri ise aynı bağlamda yazılan sonraki birçok esere kaynak olmuştur. İbn Hazm’dan İbn Teymiyye’ye kadar birçok etkili İslam düşünürü de bu konuyla ilgilenmişlerdir.59

59 Fadıl Ayğan, Son Peygamberi Müjdelemek, İSAM Yayınları, İstanbul, 2017, s. 259-286.

Peygamberlerin önemli bir bölümü, doğdukları ve yaşadıkları alanda siyasi hakimiyet kuramadan vefat etmişlerdir. Hz. Muhammed’in rüyasında gördüğü olay, Kuran’ın ayetleriyle bir müjdeye dönüşmüş ve inananlar önceden kovuldukları toprakları geri almışlardır. Kuran’ın bu müjdesi yanlış çıksaydı, Hz. Muhammed’e ve Kuran’a karşı güven sarsılacak ve birçok kişi İslam’a inanmaktan vazgeçecekti. Oysa Hz. Muhammed’e deli, büyücü, menfaatçi gibi suçlamalar yapanlar, “Peygamberin şu söylediği yanlış çıktı, Kuran’ın şu iddiası gerçekleşmedi” diyememişlerdir. Nitekim bu tarz bir delille Hz. Muhammed’e karşı koymak, kılıçlarla savaşıp onu öldürmeye çalışmaktan daha kolaydı. Eğer İslam’ın yayılışını bu tarz delillerle durdurabilselerdi, hiç şüphe yok ki savaşarak canlarını tehlikeye atmaktansa bu yolu tercih ederlerdi. Zor yolu tercih etmiş olmaları böyle bir yolla başarı elde edemediklerini göstermektedir. Sonuçta müşrikler, tüm çabalarına karşılık Hz. Muhammed’in ve yanındaki Müslümanların Mekke’ye hakim olmasını engelleyememişlerdir.
Fakat akletme özelliğimizin derecesi, yaşamımızı sürdürme becerisini sağlamanın çok daha üzerindedir. Uzaya uydu yollamayı, Higgs parçacığını bulmayı, asal sayıların sonsuz adette olduğunu ispatlamayı ve aklın kendisi üzerine düşünebilmeyi mümkün
kılan bir akıl seviyesi, salt bu dünyada yaşamayı sağlamaya yetecek bir akıl seviyesinin çok üzerindedir. Böylesi bir akıl seviyesi sayesinde ilahiyat alanını ilgilendiren soyut konular hakkında ve ölüm karşısındaki durumumuz gibi varoluşsal sorunlar hakkında da düşünürüz. Aklımızın sahip olduğu
bu müthiş potansiyel, aklımızın bize salt bu dünyada yaşamımızı sürdürebilmek için verilmediğini gösterir.
Kuran evreni, yeryüzünü, canlıları tanımaya davet ederek bilimsel çalışmalar için motivasyon sağlar ama bir bilim kitabı değildir. Kuran’da, göğe yükseldikçe atmosfer basıncının düştüğünün nasıl bulunacağı yer almaz; Torricelli’nin deney düzeneğinin nasıl kurulacağı Kuran’da bulunmaz. Kuran’da, gözlenen dağların görünmeyen köklerinin nasıl anlaşılacağıyla ilgili bir tarif de bulunmaz. Kuran, gökyüzüne yükselmek için yapılabilecek bir balonun nasıl yapılacağının veya yeryüzünün altındaki araştırmalarda kullanılabilecek aletlerin nasıl yapılacağının tarifini vermez. Bilimsel bir kitapta olduğu gibi sonuca nasıl ulaşılacağını aktarmaz. Fakat Kuran, yıldızların bir gün yok olacağını tarif etmesinde veya göğe yükseldikçe göğsün daralması üzerinden bir benzetme yapmasında veya dağları kazıklara benzetmesinde olduğu gibi ancak bilimsel metodolojiyle basamakları aşarak ulaşabildiğimiz bilgilerle söylenebilecek sözleri ihtiva eder. Kuran, bu basamakların nasıl aşılacağını tarif etmediği için bir bilim kitabı değildir. Fakat söyledikleri, bilimsel metodolojiyle aşılmış basamakların sonucunda varılmış bilgilerle ilgilidir ve bu bulguların bilgisiyle Kuran’ı incelemek Kuran’ın hayranlık uyandırıcı yapısına tanıklık etmemize katkı sağlamaktadır.
Bu örnek ışığında, sıkça sorulan şu soruya da cevap vermeye çalışacağım: “Madem Kuran’da modern bilimlerle keşfedilen birçok olgudan önceden bahsedilmiştir, peki neden Müslümanlar bu keşifleri yapmıyorlar?” Bu soruyu soranların bilimsel keşiflerin ve bilimsel metodolojinin doğasından habersiz olduklarını söyleyebilirim. Kuran’daki doğrudan ifadelere karşın bilim insanları, nedensel ilişkileri açığa çıkartarak, ayrıca birçok zaman icat edilen araçların yardımıyla, gerekli basamakları aşarak keşiflerde bulunurlar. Kuran’ın birkaç kelimeyle ifade ettiği bir hakikate, bilimsel yöntemlerle ulaşılması için, birçok zaman yüzlerce hatta binlerce yıllık bilimsel birikimin kullanılması gerekmiştir. Örneğin evrenin sürekli genişlediğinin bulunabilmesi için Einstein’ın formüllerini oluşturabileceği alt yapının oluşması, bunun üzerine Einstein’ın formüllerini ortaya koyması, optikteki gelişmelerle teleskopun icadı ve geliştirilmesi, Doppler Etkisi gibi teleskop gözlemlerinde kullanılan bilimsel bilgilerin ifade edilmiş olması, ayrıca yüz milyonlarca dolara denk bir bütçenin ayrılarak Hubble Teleskobunun inşası gibi birçok basamağın aşılması gerekmiştir… Birçok zaman basamaklar aşılırken -evrenin genişlediğinin bulunmasında olduğu gibi- hiç umulmayan sonuçlarla karşılaşılır. Bilimin metodolojisi ve doğası, bilimsel metodolojiyle basamakların aşılmasını gerektirir. Kuran, doğrudan ifadeler kullanırken, söylediği olguya bilimsel ulaşım için formüller ve teleskop gibi araçlar sunmaz. Kuran bir bilim kitabı değildir ama bazı önemli iddiaları bilimin konularıyla ilgilidir. Bu yüzden, Kuran okuyanların, Kuran’da işaret edilen olguları, bilimsel metotla neden bulamadıklarıyla ilgili soru; bilimin metodolojisinin doğasını ve Kuran’ın doğrudan üslubunu göz önünde bulundur(a)mamaktan kaynaklanmaktadır. “Evren’in genişlemesi” ile ilgili bahse konu ayeti değerlendirirken yapılan bu açıklama, modern bilimlerle Kuran arasındaki ilişkiyle ilgili diğer birçok örnek için de geçerlidir. Burada sorulması gereken daha makul soru Müslümanların neden Kuran’ın bilime yönlendirmesine rağmen bu bilimsel gelişmeleri gösteremediğidir ki burada suçlanması gereken Kuran değil, Müslümanlardır.
51-Zariyat Suresi 47: Evreni kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz.
Zariyat Suresi’ndeki bu ayette, sadece evren ve genişleme arasında bağlantı kurulmakla kalmamış, aynı zamanda evrenin sürekli genişlediği de söylenmiştir. Bu ayet bir isim cümlesidir ve Arapça gramer açısından sürekliliği ifade etmektedir. Ayette “genişletmekteyiz” diye çevrilen kelimenin hakiki, birincil anlamı genişletmektir. Gazzali’nin de dikkat çektiği gibi temel usul kaidelerinden biri şudur: “Aksi bir delil olmadıkça hakiki anlam esastır, ancak bir engelden dolayı mecaza gidilir.’’ Ayetteki genişleten olarak çevrilen “musi’’ kelimesinin “güç yetirici” ya da “cömert olmak” gibi anlamları ikincil yani mecaz anlamlarıdır; evrenin genişlemesini aklı almayan bazı çevirmenler ayeti böyle çevirmişlerdir.
Bu anlamları bir kenara koyup, hakiki, birincil anlamı olarak genişletici olmayı vurgulayıp, semanın Allah tarafından genişletildiğini söyleyenlere bir örnek olarak Tabiun’dan İbn Zeyd verilebilir. Bu verilere karşın Zariyat Suresi 47. ayetin mealinin modern çağda değiştiği, eskiden böyle bir çevirinin bulunmadığı ithamında bulunmak en iyi niyetli tabirle literatür bilmemektir.
Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi topluca iman ederlerdi. O halde, inansınlar diye insanları sen mi zorlayacaksın? (Yunus, 10:99)

İslam, her bireyin özgür iradesiyle inanmasını veya inkar etmesini ister. İnanmayı değerli kılan da budur.

Kuran’ın ifadelerinde rastgelelik yoktur. Kuran’a bir fiilin dişiliğe göre mi erkeğe göre mi çekileceği konusundaki tercih bile çok yerindedir.
Enbiya Suresi 30: İnkar edenler, göklerle yer bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Yine de onlar inanmayacaklar mı?

Big Bang teorisinden önce, insanlık, evrendeki her şeyin bir arada olup da sonra ayrılmanın olduğunu ortaya koyan bilimsel bir açıklamaya hiç sahip olmadı. Güneş sistemimizin, beraber bir durumdan sonra ayrışmayla oluştuğuna dair bilimsel teoriler de Kuran’ın vahyinden bin yıldan çok bir zaman geçtikten sonra ortaya konulmuştur. Böylesi bilgilere, bilimsel verilerden bağımsız akıl yürütmelerle ulaşmak da mümkün görünmemektedir. Peki, uzayı gözleyen dev teleskoplardan ve uzaya gönderilen uydulardan 13 asır önce Hz. Muhammed, her şeyin bir arada olduğu bir durumdan, bir ayrılmayla göklerin ve yeryüzünün meydana geldiğini nasıl söyledi? Hz. Muhammed’in herkesten gizlediği bir uydusu olduğunu söyleyebilecek olan var mı? Kozmoloji açısından böylesi önemli bir hususun rastgele ifadelerle doğru tahmin edilmiş olduğunu söylemek insafsızlık olmaz mı?

Modern kozmoloji sadece Kuran’ın savunduğu &‘başlangıçlı evren’ iddiasını desteklemekle kalmamakta, bunun yanında Kuran’ın iddia ettiği gibi, evrendeki tüm maddenin bir arada olduğu bir durumdan sonra ayrılmanın yaşandığını da doğrulamktadır.

İslam’ın, meteryalist-ateizmden ve çoktanrılı dinlerden en önemli farklılıklarından biri evrenin yaratıldığına dair iddiasıdır.
Yeri gelmişken Kuran’da geçen “yedi göğün yaratılması” ifadeleriyle ilgili birkaç hususa dikkat çekmekte fayda görüyorum. Birçok tefsir uzmanının dikkat çektiği gibi Arapçada yedi sayısı aynı zamanda çokluğu ifade etmektedir. “Yedi gök” tabiriyle “yedi adet gök” anlaşılabileceği gibi “birçok gök” de anlaşılabilir.
Ayrıca zamanın izafiliğinin anlaşılması, binlerce yıl önce ölenlerin ahiret yaşamına kadar ne yapacakları gibi “mutlak zaman” kavramından kaynaklanan sorulara, zamanın izafiliğine dayanarak ve bu tip soruların yanlış zaman algısından kaynaklandığını söyleyerek cevap verilmesini mümkün kılar.
Kuran, doğrudan ifadeler kullanırken, söylediği olguya bilimsel ulaşım için formüller ve teleskop gibi araçlar sunmaz.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Aslında bu sonuç, evrenin bir başlangıcı olması gerektiği anlamına da gelmektedir. Bunu şöyle gösterebilirim:
1- Evrendeki entropi geri çevrilemeyecek şekilde sürekli
artmaktadır.
2- Buna göre evrende bir gün termodinamik denge oluşacak ve ısı ölümü yaşanacaktır. Kısacası evren ebedi
değildir, bir sonu vardır.
3- Geçmiş zaman sonsuz olsaydı, evrende termodinamik
dengeye gelinmesi ve hareketin durması gerekirdi.
4- Şu anda hareketin devam ettiğine tanıklık etmekteyiz.
5- Demek ki evren sonsuzdan beri var olamaz; dolayısıyla evrenin bir başlangıcı vardır.
Tek yönlü süreçler sonun habercisidir.
Eğer Hamlet’in Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu." Sözünü Hamlat’i taklit eden bir metaryalist felsefenin idoloğu ifade etmek için adapte etseydi herhalde şöyle derdi; "Evrenin ezeli olup olmaması; işte bütün mesele bu."
Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. O, bir işin olmasını dilerse ona ancak Ol" der ve o olur.
Günümüzde elde ettiğimiz bilgiler, 7. Yüzyılda bilinmesi mümkün olmayan fakat Kuran’da yer alan bir çok iddiayı doğrulamaktadır.
Bazıları Kuran’ın neden kölelikten bahsettiğini sormaktadırlar (şimdi köle mi kaldı? diyerek ).

Oysa Uluslararası İş Örgütü’ne göre şu anda kimisi zorla evlilik yaşayan, kimisi seks işçisi, kimisi zorla çalıştırılan kırk milyon civarında modern köle" mevcuttur. Bunların yüzde 70 kadarı kadındır.

Dünya tarihinde en çok kölenin olduğu dönem, içinde bulunduğumuz dönemdir.

Bilinçli şekilde oluşturulmuş, iyiyi olduğu gibi kötüyü de seçme imkânı olan insan iradesi ise Allah’ın kullarını bu dünyada imtihan ettiğini ifade eden Kuran ayetlerini destekler ve Allah’ın insanları iradeleriyle yaptıklarından hesaba çekeceğine Hasib" olduğuna işarettir.
Evrenin, başlangıcında ve sonrasında geçirdiği süreçlerin, başlangıçtan milyarlarca yıl sonra ortaya çıkacak canlılığa göre hassas ayarlarla düzenlenmesi, Allah’ın evrenin bütün süreçleriyle ilgili olduğunu ve tüm bu süreçlerde aktif olduğunu ifade eden sıfatlarını temellendirmektedir. Allah’ın evrendeki süreçlerle ilgisiz olduğunu ifade eden anlayışlara (deistlerin birçoğu bu kategorinin içerisindedir) cevap niteliğindeki delillerden birisidir.
Mevcut durumu hangi görüşün doğru olması durumunda bekliyorsak, bu durumun gözlemlenmesi o görüş için delil hükmûndedir.
İslam ya doğrudur ya yanlıştır. Doğruysa en büyük hakikattir;

Bizi ve her şeyi Yaratan ile ilişkide olmanın şansıdır.

Kuran’ın bir sıfatı da Hablullah’tır yani Allah’ın ipi.
Tek bir Kitap’ı inceliyoruz ve evren, Dünya, canlılar, tarih
hakkında olağanüstü açıklamalar yapan, Allah’la bağ kurdurmak gibi çok önemli bir fonksiyonu icra eden, hayata anlam
veren, tarihte çok önemli fonksiyonlar üstlenmiş bu Kitap’ta
çok iyi korunduğunu gösteren matematiksel sistemlere de
rastlıyoruz. Üstelik her türlü itiraza kapıları kapatacak şekilde
bu Kitap’ta, 1400 yıl kadar önce, “Andolsun çifte ve teke”
ifadesi de yer alarak korunma mekanizmalarından birine de
işaret edilmiş. Dünyanın hangi kitabında böyle bir özellik
gösterilebilir? Allah’la hiçbir kitabın yapmadığı ölçüde bağ
kurduran Kitap, aynı zamanda başka kitaplarda olmayan olağanüstü özelliklere sahipse, bunlar bu Kitap’ın Allah’tan ol-
duğuna inanmamız için yeterli değil midir?
17-İsra Suresi 88: De ki: “Eğer bütün insanlar ve cinler bu Kuran’ın bir benzerini oluşturmak için toplansalar ve bu konuda birbirlerine destek olsalar bile, onun bir benzerini meydana getiremezler.”
Sıkılma, insanı sadece istemediklerini yaptığı zaman yakalayan bir his değildir.
Çok sevilen bir mekanda yaşarken,
İyi olduğu düşünülen bir evlilik yapmışken,
İyi anne-babaya ve çocuklara sahipken,
İyi derecede paraya ve sağlıklı bir yaşama sahipken de…
Sıkıntı çöker insanın üstüne.

Sıkıntı, birçok zaman, hayattaki yönün ve yapılanların anlamlı olmamasıyla yakından ilişkilidir.

Modern dönemde haham, rahip ve imamların yerine geçirilmeye çalışılan psikiyatrlar ve psikologlar da ölümün ve anlam sorununun karşısındaki çaresizliğe Allah’la irtibat kurmadan çözüm bulamaz.

Beyindeki serotonini arttırıp insanı daha umursamaz yapan ve suni mutluluk oluşturan bir mekanızmayı devreye sokmak da çare olmaz.

Birçok kişi için yıllarca süren eğitimin amacı karizma ve para elde etmek…. Oysa ölümle buluştuktan sonra:

Kralla çiftçi
Milyarder ile müflis
Kazanova ile Notre Damın kamburu

eşitlenmiş olacak.

Tarihin neredeyse hiçbir döneminde, Karizma, para ve cinsellik peşinde olmak, küresel bir marketing ile bu kadar allanıp pullanarak sunulmamıştır.
Birçok kişi neden buradayım?" ve "nasıl buraya geldim?" sorularından kaçmayı becerir ve "neden buraya geldiysem geldim, işte buradayım, keyfime bakayım, bunları düşünmeye gerek yok" diyebilir. Fakat birçok kişi için "nereye gidiyorum?" sorusundan saklanmak çok daha zordur.
Çocukken Bir büyüsem" diye arzuluyoruz, yaşımız ilerlediğinde "Keşke çocuk olsam" diye iç geçiriyoruz. Ve sonunda ne olduğunu anlamadan hepimiz arkası olmayan bir güne kavuşuyoruz. Âdeta muhteşem dekorlu bir tiyatro gösterisini birkaç saniye seyretmemizden sonra bir anda perde kapanıyor ve "Hepsi bu kadar" deniliyor…

Kişi en sürekli beraber olduğuyla bile günün kimi zamanlarında ayrılık yaşar. Fakat Allah’la, ne hayatın belli bir döneminde ne de günün herhangi bir zamanında ayrılık vardır.

"Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir."
(57-Hadid Suresi 4. ayet)

Günümüzde eğer yeni metinler bulunup da bu metinlerden birinin yazarının Platon olduğu, diğer bir metnin yazarının Tolstoy olduğu iddia edilirse ne yapılır? Platon’un ve Tolstoy’un yazdığı metinler ele alınıp bu yeni metinlerle karşılaştırılır. Karşılaştırmada yazarın kullandığı kelimelere, bu kelimelerin geçiş sıklığına, stil analizi (stylometry) gibi parametrelere bakılır ve karar verilir. Bu inceleme, resimdeki fırça kullanma tekniğinden veya imzayı atış şeklinden hareketle ressamı veya imza sahibini belirlemede olduğu gibi yazarın ayırt edilmesine (author discrimination) olanak verir. Yazar ayırt etmede kullanılan modern teknikler, Kuran ile Hz. Muhammed’in sözlerini ihtiva etmede birçok kişinin “en güvenilir kaynak” olarak kabul ettiği Buhari arasında uygulandı. Çok fazla Hz. Muhammed’in sözlerinin (hadislerinin) toplanmaya çalışıldığı kitap olduğu için (bunlar “hadis kitabı” olarak anılır) bunları temsilen en ön plana çıkan eser olan Buhari seçildi. Elbette hadis kitaplarının Hz. Muhammed’in sözlerini ne kadar başarıyla aktardığı tartışılabilir. Hadis kitaplarının içine Hz. Muhammed’in olmayan sözler girmiş olsa bile, bu kitapların en azından kısmen Hz. Muhammed’in sözlerini içerdiği söylenebilir ki o zaman da böylesi bir analizi yapmak (yüksek yüzdeyle içerdiği zamanki kadar olmasa da) yine değerli olacaktır. Her halükarda mevcut hadis kitaplarının “en güveniliri” olduğu önemli bir kesimin kabulü olan Buhari, Kuran ile karşılaştırmak için olabilecek en iyi alternatif olarak gözükmektedir. Eğer birçok ateistin, deistin, Hıristiyan misyonerin ve tarihselcinin iddiası doğruysa yani Kuran ve hadis kitapları “Muhammed’in zihninin ürünleriyse”aralarında büyük benzerlik olması beklenir. Sırf bu iddianın testi açısından bile Kuran ile hadis kitaplarını karşılaştırmak çok yerinde bir düşüncedir. Bu hususta yapılan karşılaştırmadan çıkan sonuç ise Kuran ile hadis kitapları arasında çok büyük farklılıklar olduğu ve yazarlarının aynı olmasının mümkün olmadığıdır.91 Bu konuyla ilgili yapılan analizdeki değerlendirmeleri aşağıda kısaca özetleyeceğim. Karşılaştırmada bakılabilecek yerlerden biri Kuran’da ve Buhari’de çok sık tekrarlanan kelimelerdir. Örneğin Kuran’da çok yüksek bir yüzdeyle (% 1,12) “ellezine” (onlar ki) kelimesi geçmesine karşın Buhari’de bu kelimenin geçişi çok azdır. Bunun yanında “hatta” ifadesi Buhari’de % 0,68 oranında oldukça sık geçmesine karşın Kuran’da % 0,16 ile bu oranın dörtte birinden az sıklıkta kullanılmıştır. İki metinde de çok sık tekrarlanan kelimelere bakıldığında (tabloda gözüktüğü gibi) aralarında ciddi bir farkın olduğu gözlenmektedir. Kuran ve Buhari, cümle bitimlerinin kafiyeli olup olmaması üzerinden kıyaslanınca da ortaya büyük bir fark çıkmaktadır. Halim Sayoud, son iki kelimenin kafiyeli olup olmaması üzerinden iki metni karşılaştırdı. Sonuçta Kuran’da kafiyenin oldukça yüksek olmasına karşı Buhari’de kafiyenin yok denecek kadar az olduğunu tespit etti. Bu, Kuran ve Buhari’nin stillerindeki köklü farklılığı gösteren önemli bir veridir. Halim Sayoud, Kuran ve Buhari’de kullanılan kelimeleri uzunlukları (kaç harften oluştukları) açısından da kıyasladı. Tek harften oluşan kelimelerin Kuran’da daha fazla olduğu gözükmektedir. İki, üç, dört harften oluşan kelimeler ise Buhari’de daha fazladır; Buhari’de bir harflinin dışındaki kısa kelimeler daha yoğun kullanılmıştır. Beş, altı, yedi ve sekiz harften oluşan kelimeler ise Kuran’da daha fazladır. Dokuz ve on harfli kelimeler ise Kuran’da Buhari’nin iki katı kadar geçmektedir. Kelimelerin uzunluklarına göre seçiminde de iki metin arasında belirgin bir fark gözükmektedir. İki kitabı mukayese için seçilen diğer bir kriter bir kitapta kullanılıp diğerinde kullanılmayan kelimeler oldu. Bunun için Kuran’da olup da Buhari’de olmayan ve Buhari’de olup da Kuran’da olmayan kelimelere bakıldı. Sayoud Kuran’da geçen 13.473 farklı kelimeye karşı Buhari’de 6225 kelime geçtiğini tespit etti. Kuran’da geçen kelimelerin %83’ü gibi çok yüksek bir oranda kelime Buhari’de geçmemektedir; buna karşı Buhari’de geçen kelimelerin %62’si Kuran’da mevcut değildir. İki yerde de aynı dili (Arapçayı) kullanan bir yazarın, bir yerde kullandığı kelimelerle diğer yerde kullandığı kelimeler arasında bu kadar köklü bir fark olması hiç beklenmeyecek bir durumdur. Bu tek başına, Hz. Muhammed’in hem Kuran’ın hem de hadis kitaplarının yazarı olduğuna dair iddiayı geçersiz kılacak bir veridir.
Kur’an’da gün" (yevm) kelimesi, tekil form olarak 365 defa geçer. Dünya, Güneş’in etrafında bir tur attığında , Dünya’da 365 tane "bir gün" gerçekleşir . Güneş ile Dünya ilişkisini merkeze alan takvimler bu yüzden seneyi 365 güne bölerler. Fakat bir kimse Güneş ile Dünya ilişkisine değil de Ay ile Dünya ilişkisine bağlı bir takvime göre ilişkilerini düzenliyorsa ,bu şahıs için de 365 sayısının astronomik önemi değişmez. Çünkü 365 ,takvimlerden bağımsız olarak Dünya-Güneş ilişkisini tarif eden bir sayıdır ve Dünya’daki günlerin oluşumu açısından Güneş’in önemi Ay’dan daha fazladır.
Kelam ekollerinin kurucuları da ,meşhur hadis kitaplarının yazarları da, etkili bütün tefsir kitaplarının yazarları da hep erkektir . Bunların önemli bir bölümünün ,Kur’an’ın bilinçli suskunluklarını erkek bakış açısıyla doldurmaya çalıştıkları tespit edilmesi gereken bir vakadır.
Devletin ontolojik iddiasında, devlet bireylerin yaratıcısı olmadığı için, devletin zihinlerin nasıl düşünmesi gerektiğini dikte etmesi için meşru bir temel gösterilemez.
Kur’an’a göre Allah’ın varlığını veya İslam’ı inkar etmenin dünyevi hiçbir cezası yoktur.
İslam’ın verdiği dersle varoluşunun tesadüfen olmadığını anlayan kişi, anlamsızlık karanlığında ümitsizce kalmak demek olan varlığımızın anlamsız olduğu" görüşünden kurtulur.
Var olmanın olağanüstülüğünü ve garip muazzamlığını içinde hisseden kişi derinden kopan bir haykırışla Neden buradayım?" sorusuyla yüzleşmektedir.
Gafletle dolu başımızı iki elimizin arasına alıp kısa bir süre bile hayatımız üzerinde düşünmeyiz.
En önemli isteklerimizden biri anlamlı bir hayat yaşamak, en büyük korkularımızdan biri anlamsızlıktır.
Üçleme, eğer büyük Hristiyan mezheplerinin iddia ettiği gibi temel bir doktrinse, kendilerinin kabul ettikleri kutsal metinlerin üçte ikisinden fazlasını oluşturan Eski Ahit’te bunun hiç geçmemesini, hatta daha çok net tevhid inancını ortaya koyan buna aykırı ifadeler olmasını, bu mezhepler mantıklı şekilde açıklayamaz. Hatta Yeni Ahit’i (Hristiyan mezheplerinin zorlama yorumlarını bilmeden) okuyan biri orada da üçleme inancını bulamaz.
Kuran, hem evrene hem Dünyamıza gözlerimizi çevirtip bizi düşündürdüğü gibi bitkisiyle, hayvanıyla, insanıyla canlılar dünyasına da gözlerimizi çevirtip bizi tefekküre teşvik etmektedir.
Hz.Muhammed dahil hiçbir insan Kur’an’ın merkezinde değildir.
Kur’an’da tek bir yerde bile Hz.Muhammed, diğer peygamberlerle yarıştırılamaz ve diğer peygamberlerden üstün olduğu ifade edilemez.
İslam’ın tarihte oynadığı en önemli rollerden biri, Hıristiyanlığın büyük mezheplerinin savunduğu ilah İsa" anlayışını düzeltmesi ve onu şerefli peygamberler zincirinin şerefli bir halkası olarak takdim etmesidir. İslam, bir yandan Yahudilik ve Hristiyanlığı kucaklar; bunların, aslında tek dinin tarihin değişik zaman dilimlerinde ve yerlerindeki bildirimi olduğunu anlatıp birbirine bağlar. Diğer yandan üçleme inancı gibi insani eklemeleri düzeltir. İslam’ın ,Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa bu bakışı, üçleme inancına karşı bu duruşu, üstelik İslam’ın bizzat Yahudi ve Hristiyan kutsal metinlerinde de göze çarpan geleceğe yönelik beklentileri karşılayacak bir mahiyet taşıması, "Neden Müslümanım" sorusuna sunacağım birçok gerekçeden biridir.
Dünyanın en kalabalık iki dini olan Hıristiyanlık ve İslam ,önemli ortak noktalara sahiptir. Öncelikle her iki din de ezeli, tek ,kimseye muhtaç olmayan, kendisi dışındaki her şeyi yaratıcısı ,bilgisi yüksek, kudreti yüksek ,merhametli bir Allah’ın varlığını kabul etmektedir. Ayrıca ahirette sorgu, ödül ve ceza gibi çok temel bu inanç da ortaktır . Öldürmeme, çalmama, insanları aldatmama, zina yapmama ,kibirli olmama gibi birçok ahlaki ilke de aynıdır. İçeriklerindeki farklılıklara rağmen her iki dinde de Allah’a şükretme, dua, hac, oruç gibi ibadetler mevcuttur. Her iki din de tarih boyunca Hz.Lut’tan ,Hz.İbrahim’den ,Hz.İshak’tan ,Hz.Yakub’dan birçok peygambere kadar peygamberler zinciriyle insanlara Allah ,ahiret, ahlak ,ibadetle ilgili içeriğin ulaştırıldığını söyler.
Kur’an’ın önemli bir bölümü , Peygamberimizden önce gelen elçilerin Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya, şirk koşmamaya ,zulüm yapmamaya davetlerini anlatmaktadır. Kuran’daki bu ayetlerin mesajını anlayan ve Ben Müslümanım " diyen kişi, kendisini sadece Hz.Muhammed ile gelen mesaja inanan ve bağlanan kitlenin bir parçası olarak görmez; tarih boyunca gelen aynı mesaja bağlanmış çok daha geniş bir kitlenin parçası olarak görür.
Ey insanlar ! Ölümden sonra dirilme konusunda şüphedeyseniz ; gerçekten de sizi topraktan ,sonra damlacıktan (nutfe) ,sonra asılıp tutunandan (alak) ,sonra şekli belli belirsiz bir çiğnemlik et parçacığından (mudğa) yarattık ki kudretimizi gösterelim. Ve sizi ,belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz, sonra bir bebek olarak dışarı çıkarırız…
Erkeğin suyu beyazdır. Kadının suyu ise sarıdır . İkisi birleşir ve erkeğin menisi kadının menisine üstün gelirse çocuk erkek olur . Kadının menisi erkeğin menisine üstün gelirse çocuk kız olur."
Allah’ın her şeyi bilen olması ve her şeye gücü yetmesi; Allah’a güvenmemize ve hiçbir insanın görmediği ve çıkarlarımıza en aykırı durumlarda bile salih amel" lerde bulunmamıza rasyonel temel sunar.
Kuran’da hiçbir zaman “İnanmanız için delile gerek yok” denilmemiş, Kuran’ın kendisinin delil olduğu söylenmiş ve Kuran’ın az bir kısmının bile taklit edilemeyeceği ifade edilmiştir.
Allah’ın, içimize koyduğu en önemli arayışlara cevap veren adresin adıdır İslam.
Anlamlı olan boş yere değildir, değerlidir. Varlığımız anlamlıysa var olmaya değerdir, yaptığımız anlamlıysa yapılmaya değerdir, tuttuğumuz yön anlamlıysa bu yolda yürümeye değerdir.
Tarihin en etkili yüz kişisini belirleyen Michael Hart, Hz. Muhammed’e birinci sırayı vermiştir.
Seni, bütün insanlara, ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmemektedir.
Sebe Suresi 28.
Kuran’ın vahyini ilk işiten Mekke ve Medine halkı, deniz kenarında yaşamamalarına rağmen Kuran’da defalarca denizlere, gemilere atıf vardır. Bu da, Kuran’ın mesajının, sadece tarihin bir dönemine ve onu ilk işitenlere hitap ettiğini zanneden tarihselci anlayıştakilere cevap niteliğindedir.
“Evren sınırsızca sonsuz mudur? Yoksa evrenin sınırları var mıdır?” şeklindeki sorulara felsefe ve bilim insanlarının üç yaklaşım gösterdiği söylenebilir. Aristoteles’in de içinde olduğu birinci grup, evrenin sabit sınırları olduğunu savunmuştur. Newton’un da içinde olduğu ikinci grup, evrenin sınırsızca sonsuz olduğunu ifade etmiştir. Kant’ın da içinde olduğu üçüncü grup, aklın bu konudaki ikilemi çözemeyeceğini söyleyerek agnostik bir tutum benimsemiştir.
Evrenin başlangıcı olduğu, tasarlanmış olduğu ve bir gün sonunun geleceği, Kuran’ın evrenle ilgili önemli iddialarına örnektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir