İçeriğe geç

Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu Kitap Alıntıları – Fuad Köprülü

Fuad Köprülü kitaplarından Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu kitap alıntıları sizlerle…

Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu Kitap Alıntıları

TARİHİ VAKIALAR
Daha ilk Selçuk fütuhatı esnasında Anadolu’ya gelerek muhtelif yerlere iskan edilmiş olan Kayı Oğuzlarından küçük bir kısım, XIII. asır sonlarında Anadolu’nun şimal-i garbisinde ve Türk-Bizans hududu üzerinde yaşıyordu.
Tarihi bir realite olarak bir Osmanlı İmparatorluğu bulunmakla beraber hiçbir zaman bir Osmanlı ırkı, hatta bir Osmanlı kavmi mevcut olmamıştır.
Osmanlı Devleti’nin devşirme usulünü sırf Balkanlar’ı İslâmlaştırmak için ihdas ettiği iddiası da( )tarihî realiteye aslâ uymayan indî bir mütâlâadan ibarettir.
Moğollar’ın zuhurundan evvel ve sonra Anadolu’ya gelen birçok Türk aşiretleri, iskân edildikleri yerlerde kendi isimleriyle köyler teşkil etmişler, evvelce yaşadıkları yerlerdeki birtakım köy, dağ, nehir adlarını geldikleri sahalara da getirmişlerdir.
XIII’üncü asır Anadolu tarihinin en esasî hâdisesi,yalnız siyasî değil İçtimaî bakımdan da, Moğol istilâsıdır.
Mısır, Bizans, Garb menbalarında doğrudan doğruya Osmanlı devletinin ilk kuruluş safhasına ait mevsuk vesikalar meydana çıkması imkânı mantıkan yok gibidir.
Osmanlı devletinin kurulduğu coğrafî sâha, büyük Okyanus ortasında münferid bir ada olmadığı gibi, burada yaşayan insanlar da Selçuk Anadolusu’nun Türkle-rinden ayrı bir unsur değildi.
Devşirme usûlü sistematik bir şekilde ancak XV’inci asırda II.Murad zamanında başlamıştır.
Emevi ve Abbâsi imparatorluklarının Bizans’la daimi mücadeleleri neticesi olarak serhadlerde hususi teşkilat yapılmıştı ki, Anadolu Selçukileri de buna mümasil olarak memleketlerinin Şark ve Garp hudutlarında uç teşkilatı vücuda getirmişlerdir. Bir taraftan serhadleri düşman tecavüzlerine karşı müdafaa etmek, diğer taraftan fırsat buldukça onların topraklarına akınlar yaparak ganimet elde etmek maksadıyla kurulan bu teşkilat, tabiatıyla Türkmen aşiretlerine istinat ederdi.
Hakiki ilim adamı, yeni deliller karşısında, saçma tevillerle eski iddialarını müdafaaya çalışan bir inatçı değildir; bunun tam aksine olarak, yalnız realiteyi arayan ve bilgilerinin nisbi olduğuna inandığı için, yanlışlarını derhal itiraf eden adamdır.
Osmanlı Devleti XIV. asırda doğrudan doğruya Türk unsuru tarafından kurulmuştur. Devlet, XV. asrın ilk yarısından sonra muhtelif unsurlara hâkim büyük bir imparatorluk şeklinde inkişafa başladıktan sonradır ki, Bizans İmparatorluğu, Abbasi İmparatorluğu gibi, idare makinesine Osmanlılaşmış diğer unsurlar da girmiştir. İmparatorlarının mühim bir kısmı bile yabancı unsurlardan olan Bizans İmparatorluğunun bu mahiyeti nasıl Rum unsurunun idare kabiliyetsizliğine bir delil olamazsa, Osmanlı İmparatorluğunun mümasil vaziyeti de Türklerin idare kabiliyetsizliği için bir delil olarak kullanılamaz.
Bizans’ın taht kavgaları etrafında dönen siyasi ve idari anarşisi, askeri zaafı, yardımlarına müracaat edilen mesela Katalanlar gibi ücretli serseri kafilelerinin halka yapdıkları mezalim, Latinlik ve Katoliklik düşmanlığı, bütün bunlar Türk hudutlarını mütemadi garba doğru ilerleten âmillerdi.
Emevi ve Abbâsi imparatorluklarının Bizans’la daimi mücadeleleri neticesi olarak serhadlerde hususi teşkilat yapılmıştı ki, Anadolu Selçukileri de buna mümasil olarak memleketlerinin Şark ve Garp hudutlarında uç teşkilatı vücuda getirmişlerdir. Bir taraftan serhadleri düşman tecavüzlerine karşı müdafaa etmek, diğer taraftan fırsat buldukça onların topraklarına akınlar yaparak ganimet elde etmek maksadıyla kurulan bu teşkilat, tabiatıyla Türkmen aşiretlerine istinat ederdi.
Selçuk İmparatorluğu, Anadolu’yu iskân ederken, büyük ve kuvvetli aşiretleri muhtelif parçalara ayırarak birbirinden uzak sahalara sevk etmek suretiyle, irsi reislerinin idaresi altındaki herhangi toplu ve kuvvetli etnik bir birliğin isyanı ihtimallerini ortadan kaldırmak ve aşiret tesanüdünü kırarak milli bir teşekküle yol açmak ve böylece Selçuk sülalesinin menfaatini korumak istemiştir.
Kuruluşundan beri İstanbul’u Latinlerden almak ve parçalanan imparatorluğu yeniden birleştirip canlandırmak gayesini takip eden İznik Rum Devleti, gözünü bilhassa Garbe, Balkanlar’a dikmişti; onun için, Anadolu’nun yalnız sahil kısımları, Ege Denizindeki adalar, yani eski Bizans toprakları ehemmiyet arz ediyordu; Selçuk Anadolu’sunu istila, Rumlar için artık bir hayal mevzuu bile olamazdı; eskiden Anadolu’yu Türklerin işgali altında bir memleket sayan Garp âlemi için bile XIII. asır Anadolulu sadece Turquie’dır.
Osmanlı sülalesinin medhiyeciliğini yapan eski Osmanlı tarihçileri, bir hükümdar soyundan gelmedikleri muhakkak olan Osmanlı padişahları için tamamıyla muhayyel silsilenâmeler uydurdukları gibi, bu devletin kuruluşu hadisesini de -tamamen bir mucize hâlinde göstermek maksadiyle- lejand silsilelerinden mürekkep tabiat üstü sebeplerle izaha çalışmışlardı.
Osmanlı Devleti’ni sadece dört yüz çadır halkından mürekkep göçebe veya yarı göçebe küçük bir aşiretten çıkmış farzetmek ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşu gibi çok büyük bir tarihi hadiseyi bu yanlış ve iptidai görüşe dayanmak suretiyle izaha çalışmak! Eski Osmanlı kroniklerinden başlayarak tenkidsiz surette tekrarlana tekrarlana tâ Gibbons’a kadar gelen ve hatta ondan sonra da Şark ve Garp tarihçileri tarafından -basit bir görenek şevkiyle- bırakılamayan bu görüş tarzı kadar pozitif düşünceye ve tarihi zihniyete mugayir bir şey olamaz.
a) Osman bir gece bir Müslüman bir sufisinin -yani Şeyh Edebali’nin- evinde misafir kalır. Uyumadan evvel ev sahibi bir kitap getirerek bir raf üstüne koyar. Osman bunun nasıl kitap olduğunu sorunca Kuran olduğunu söyler. Mündericâtı hakkındaki suâle ise Peygamber vasıtasıyla dünyaya gönderilen Tanrı kelâmıdır cevabını verir. Osman bunun üzerine kitabı eline alarak sabaha kadar ayakta okur. Sabaha karşı uykuya dalar. Rüyâsında bir melek görünerek gösterdiği bu hürmetten dolayı kendinin ve neslinin aziz ve mükerrem olacağını tebşir eder.
b) Osman, Şeyh Edebali’den kızını ister; Şeyh iki sene buna muvafakat etmez. Osman bir gece Şeyh’in evinde uyurken bir rüyâ görür: Edebalı’nın koynundan bir ay çıkarak Osman’ın göğsüne girer. Bunun üzerine Osman’ın göbeğinden bir ağaç çıkar. Dallarının gölgesiyle bütün dünyayı örter. Edebalı, rüyayı tâbir ederek Osman sülalesinin dünyaya hâkim olacağını söyler ve kızını ona verir.
Gibbons’u tenkit eden F. Giese’nin haklı olarak söylediği gibi, bu menkıbelerden Osman’ın ihtidası neticesini çıkarmak çok cüretli bir teşebbüstür; bunlarda, olsa olsa, Osmanlı sülalesine Küçük Asya’daki diğer Türk kabileleri üzerinde hegemonyasını kurmak için ilahi bir meşruiyet vermek arzusu görülebilir.
Sulh yolu ile zabtedilen yerlerdeki halk, muayyen vergi­lerini vermek üzre, yerlerinde bırakılıyordu.
Osmanlılar hâriç olmak üzre, diğer sahil beyliklerinde devlet bütün ailenin müşterek malı addolunuyor, prenslerden her biri kendine ait olan sahada müstakil olarak hüküm sürüyordu( )Halbuki Osmanlı devletinde bütün kuvvet bir tek hükümdarın elindedir.
Abdallar, ilk zamanlarda daha fazla Kalenderîye te’siratı altında kalmakla beraber, Hacı Bektaş Veli’yi de kendi azizlerinden olarak tanıyordu ve esasen XV’inci asır sonlarındanberi daha fazla Bektaşilik’e meyletmişlerdi.
İlk Osmanlı hükümdar­larının yanında, menkabelere nazaran tahta kılıçlarla harb eden, kaleler alan, bir avuç müridi ile binlerce düşmanı ezen, müslümanlığı yayan Abdal lâkablı birçok dervişler, meselâ Abdal Musa, Abdal Murad, Kumral Abdal, Âşık Paşazâde’nin Rum Abdalları dediği zümreye mensubdur; bu zümre, yukarıki iyzahatımızdan anlaşılacağı gibi, Yesevîye, Kalenderîye, Hayderîye gibi muhtelif Heterodoxe zümrelerin Anadolu’da Türkmen an’aneleriyle ve mahallî hurafelerle karışmasından hasıl olan Babâîlik’in muahhar şekillerinden biri sayılabilir.
Anadolu’da ibtida XIII’üncü asırda gördüğümüz bu Babaî taifesi, şeyhlerinin emrini yerine getirmek için, kadın­ları ve çocuklariyle cenge atılan ve şeyhlerinin maddî ölümüne bile inanmayan bu taife, bir tasavvuf tarikatinden ziyade, bir srcte mahiyetindedir ki, muahhar asırlarda Anadolu’da mevcu­diyetini bildiğimiz muhtelif alevî taifelerine benzer.
Daha XIII’üncü asırda Anadolu’da yerleşmeğe başlayan Rifahiye – veya Ahmedîye – tarikati, Moğol istilâsından sonra, o aralık en kuvvetle mütemerkiz bulunduğu İrak sahasında Türk-Moğol şamanlığının te’sirinde kalmış popüler bir tarikatti.
Osmanlı devletinin kuruluşu sıralarında Anadolu şehirlerin­deki en mühim tarikatler, Mevlevîye, Rifâ‘îye, Halvetîye tarikatleri idi. İsmini Mevlâna Gelâleddin Rûmî’den alan Celâliye -veya daha sonra daha teammüm eden ismiyle -Mevlevîye tari­katı, Mevlânâ’nın hayatında henüz bir tarikat şeklinde kurulma­mış idi.
Bizans’ın taht kavgaları etrafında dönen siyasî ve idari anarşisi, askerî za’fı, yardımlarına müracaat edilen meselâ Katalanlar gibi ücretli serserî kafilelerinin halka yapdıkları mezalim, Latinlik ve Katoliklik düşmanlığı, bütün bunlar Türk hudutlarını müte­madi garba doğru ilerileten âmillerdi.
XIII’üncü asır sonlarında Ertuğrul ve sonra Osman, fiilî değil, fakat nazarî olarak Konya sultanlarına ve daha sonra İlhanîler’e tâbi olan uc aşiyretlerinden birinin, Kayılar’a mensub küçük bir aşiretin reisleri idiler. Frikya’nın şimal-i garbisinde Eskişe­hir havalisindeki Türk-Bizans hudud sahası üzerinde yaşıyorlardı.
Eskidenberi Oğuzlar’ın mühim bir şubesi olan Kayılar, Selçuklar devrinde umumî Oğuz hareketlerine iştirak ederek şarktan garba doğru gelmişlerdir. Bunlardan birkısım Mâve-râ-i Hazar Türkmenleri arasında, bir kısmı Mâzenderân’da, Azer­baycan ve Arrân (Cenubî Kafkasya)’da kalarak yerleşmişler, veya başka Türk kabileleriyle karışmışlardır.
Oğuz an’anesine göre hükümdarlar en ziyade Salur veya Kınık boylarından yetişir; Osmanlı padişahları eğer kendilerine yalandan bir şecere uydurmak isteselerdi, kendilerini onlara mensub sayarlardı.
Sivas sûr ile çevrilmiş büyük ve ma’mur bir şehir olup hububat, meyva, pamuk, mensucat istihsâli ile ma’ruftur. Yirmidört hanı, büyük camii, mescidleri, medrese­leri, tekkeleri, sarayları, güzel binaları vardır. Sokakları büyük, çarşıları kalabalıktır. Anadolu’nun, Suriye ve Elcezire’nin tâcirle­ri, hattâ Garb’dan gelen tâcirler orada toplanırlar. Halkı zengin ve ihtişama, eğlenceye düşkündür.
Selçuk fütuhatından sonra Anadolu’ya gelip yerleşen bu kitleler arasında, Karluklar, Kalaçlar, Kıpçaklar, Agaçeriler gibi muhtelif Türk zümrelerine mensub kitleler bulunmakla beraber, en büyük ekseriyeti Oğuz Türkmenleri teşkil ediyordu.
Moğollar’ın zuhurundan evvel ve sonra Anadolu’ya gelen birçok Türk aşiretleri, iskân edildikleri yerlerde kendi isimleriyle köyler teşkil etmişler, evvelce yaşadıkları yerlerdeki birtakım köy, dağ, nehir adlarını geldikleri sahalara da getirmişlerdir.
XIV’üncü asra ait bütün tarihî menbalar, Germiyan beyliğinin çok kuvvetli ve ehemmiyetli bir siyasî teşekkül ol­duğunu, sair birtakım Anadolu beyliklerinin onun hâkimi­yetini tanıdıklarını ve ondan korktuklarını, hattâ Bizans’ın da ona senevî vergi verdiğini kaydediyorlar.
İlkhân Abaka büyük bir ordu ile Anadolu’ya gelerek, Mı­sırlılarla müşterek olduğu bahanesiyle binlerce halkı öldürttü; hattâ Mu‘în al-dîn Pervâne de nihayet bundan kurtulamadı.
Bundan sonra Anadolu’nun vaziyeti büsbütün ağır, karışık bir hâl aldı.
Mısır, Bizans, Garb menbalarında doğrudan doğruya Osmanlı devletinin ilk kuruluş safhasına ait mevsuk vesikalar meydana çıkması imkânı mantıkan yok gibidir.
Osmanlı Devleti’nin devşirme usulünü sırf Balkanlar’ı İslâmlaştırmak için ihdas ettiği iddiası da( )tarihî realiteye aslâ uymayan indî bir mütâlâadan ibarettir.
Etnik değil sadece politik bir tâbir olan Osmanlı kelimesi eski vak’a-nüvislerde dâimâ “devlet hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir sınıf” mânasını ifade eder.
tarihî bir realite olarak bir Osmanlı İmparatorluğu bulunmakla beraber hiçbir zaman bir Osmanlı ırkı, hattâ bir Osmanlı kavmi mevcut olmamış­tır.
Anadolu fütuhatının geçici bir akın, askerî bir hareket mahiyetinde kalmayarak, sistematik bir iskân mahiyetini almasında, Orta Asya’dan başlayan bu kesif ve devamlı Türk muhacereti birinci derecede âmildir. Tuğrul’un, Alp Arslan’ın, ve bilhassa Süleyman’ın fütuhatı, bu muhaceret seline muntazam bir istikamet verdi.
Köprülü’ye göre yeni vesikalar karşısında, eski görüşlerinde ısrar etmek bir ilim adamı için affedilmez bir nakısedir.
( )daha kısa bir tâbir ile bu cemiyetin siyasi ve askeri hadiselerinden ziyade morfolojisini ve dini, hukuki, iktisadi, bedii müesseselerinin tekâmülünü tespite çalışarak tarihi bir terkip vücuda getirmek. Ancak – elde mevcut her cins malzemeden yararlanılarak yapılacak- böyle bir ‘synthese’ bize Osmanlı Devletinin kuruluşu probleminin tarihi realiteye en yakın izahını verebilir.
Osmanlı Devletinin kuruluşunu XIII. asırda Anadolu’nun şimâl-i garbi müntehasında Selçuk-Bizans hudutları üzerine yerleştirilmiş dört yüz çadırlık bir aşirete isnad ederek, bu hadisenin izahı için XIII. ve XIV. asırlar Anadolu’sundaki siyasi ve içtimai şartların hiç düşünülmemesi, tarihi bakımdan affedilmez bir hatadır.
Türlü âmillerin tesiri altında vücuda gelen herhangi bir tarihi processusü çok defa tek bir sebeple, yani tek taraflı olarak izaha kalkmak, hayatın complexitésini, yani réaliteyi ihmâl etmekten başka bir şey değildir.
Muhtelif yerlere dağılmış olan bu Kayılardan küçük bir kısım önce Ertuğrul’un ve sonra da Osman’ın maiyetindeki bu ehemmiyetsiz aşiret, yeni bir siyasi teşekkülün çekirdeğini teşkil etmekle beraber, teşekkül eden devletin mahiyeti üzerinde hiçbir suretle müessir olmamıştır. Rolleri , içlerinden bir devlet kurucusu çıkarmak ve başlangıçta ona istinatgâh teşkil etmek gibi ibraz da tesadüfe bağlı ve tamamen politik olan bir avuç halkın, bundan başka bir tesir yapmasına -mesela bazen iddia olunduğu vechile, Osmanlı lehçesinin esasını teşkil etmek gibi- hiçbir nokta-i nazardan imkân da yoktur.
Büyük Alman mütebahhiri J. Marquardt, Osmanlıların Kayılara mensup olduğunu kabul etmekle beraber, bu Kayıların Türk değil, Moğol olduklarını mühim bir eserinde kuvvetle iddia etmiş ve hatta bundan, ciddi bir müverrihe yakışmayacak birtakım neticeler de çıkarmağa çalışmıştı: O, Kay adını taşıyan bir Moğol kabilesi ile Kayı- eski şekliyle Kayığ- kabilesini birbirinin aynı sanmış idi.
Kayıların Oğuz boyları arasındaki ehemmiyetinden dolayı, Osmanlı hükümdarlarının böyle bir iddiada bulundukları birdenbire akla gelebilir; fakat bu da doğru sayılamaz: Oğuz ananesine göre hükümdarlar en ziyade Salur veya Kınık boylarından yetişir; Osmanlı padişahları eğer kendilerine yalandan bir şecere uydurmak isteselerdi, kendilerini onlara mensup sayarlardı.( ) İşte bu mülahazata istinaden, devleti kuran ve ona adını veren Osman’ın ve babası Ertuğrul’un – ne kadar küçük olursa olsun- Kayılara mensup, ehemmiyetsiz bir aşiretin başında bulunduklarını kabul edebiliriz.
İslamiyetten evvelki Türklerde kahraman, cengâver mânâsına bir lâkap olan ve prenslere de verilen Alp ünvanı, İslamiyetten sonra da – hatta Müslüman Türk Devletlerinin resmi unvanlarında bile devam etmişti; fakat Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonrai bazen onunla beraber bazen de yalnız başına dini mahiyetteki ‘Gazi’ lâkabı kullanılmağa başlandı. ( )Tarihi menbalarda bazen umumi olarak bütün Müslüman ordusu efradını ifade için kullanılan ‘gaziler’ tabiri umumiyetle daha dar ve daha hususi bir mânâ ifade eder; yani onunla ordudaki veya büyük şehirlerdeki muayyen bir zümre kast olunur. ( ) Ekseriyetle geçinecek bir toprağa ve kendini yaşatacak bir işe sahip olmayarak, iktisadi zaruretler karşısında maişet vasıtalarını Ortazamanın mütemadi harplerınde ve dahili iğtişaşlarında arayan böyle tufeyli bir sınıfın vücuda gelmesi pek tabii idi.
( )Öyle anlaşılıyor ki bu devirlerde Garbi Anadolu uçlarıdnaki Alplar teşkilatı, ( ) daha ziyade bir şehir teşkilatı mahiyetinde olup İslâmi ananelere dayanan Gaziler teşkilatından farklıdır; bilhassa eski Türk ananelerine bağlıdır.( ) Uc beylerinin Gazi lâkabını almaları ise onların artık şehir hayatına geçmiş ve az çok mederese tesiri altına girmiş olmalarından dolayıdır.
Osmanlı devletinin kurulduğu coğrafi saha, büyük Okyanus ortasında münferid bir ada olmadığı gibi, burada yaşayan insanlar da Selçuk Anadolusunun Türklerinden ayrı bir unsur değildi.
Tarihi bir realite olarak bir Osmanlı İmparatorluğu bulunmakla beraber hiçbir zaman bir Osmanlı ırkı, hatta bir Osmanlı kavmi mevcut olmamıştır.
Benim kanaatime göre, bu iki mesele her ne şekilde halledilirse edilsin, Osmanlı Devletinin kuruluş tarzının izahı için birinci derecede mühim değildir; böyle olduğu hâlde bu konferansın dar çerçevesi içinde onlara bir yer vermemiz, daha ziyade, bunlara şimdiye kadar büyük ehemmiyet atfolunmasının mânâsızlığını göstermek ve bu hususta ileri sürülen nazariyelerin çürüklüğünü anlatmak içindir.
Türlü âmillerin tesiri altında vücuda gelen herhangi bir tarihi processusü çok defa tek bir sebeple, yani tek taraflı olarak izaha kalkmak, hayatın complexitésini, yani réaliteyi ihmâl etmekten başka bir şey değildir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir