İçeriğe geç

Üç Medeniyet Kitap Alıntıları – Ahmet Ağaoğlu

Ahmet Ağaoğlu kitaplarından Üç Medeniyet kitap alıntıları sizlerle…

Üç Medeniyet Kitap Alıntıları

Demek ki, yaşamak, ne olursa olsun yaşamak!
Zina işlemesiyle tanınmış bir kadından nasıl kaçınıyor, onu nasıl aramızdan çıkarıyor, evlerimizin, ailelerimizin kapılarını onlara nasıl kapatıyorsak, dalkavuk, hırsız, katil,vefasız, sadakatsiz adamlara karşı da o suretle hareket ediyor muyuz?
Şahsiyetini geliştir ve başka şahsiyetlerin gelişmesine mâni olma.
Milli şahsiyeti yalnız hareketsizlik öldürür.
Bize gelince; dilimizi yabancılara değil, köylülerimize bile okutturamadık; geri bir tarımdan başka elimizde milli denebilecek bir sanatımız yok, zeka ve dimağımızın çalışma alanı pek sınırlıdır.
Dikkat olunsun, dünyanın hiçbir yerinde, bizim çevremizde olduğu kadar,-namustan söz edilmez. Fakat, yine dünyanın hiçbir tarafında, bizim kadar namusla kayıtsızca oynanılmasına rastlanmaz. Üç yıldan beri gazetelerimizi okuyunuz: Namusuna tecavüz olunmayan, az çok tanınmış, tek bir adam bıraktık mı? Bunun sebebi nedir? Gene müeyyidesizlik. Yalan, iftira, çekiştirme, haset ve benzeri sıfatlar, her ne kadar sözde bizim için de kötü iseler de, fiilen halk vicdanında tepki yaratmak kuvvetinden yoksun olduklarından, bu hareketleri yapanlar umumi nefrete sebep olmazlar. Aksine olarak, başarılı olur, diledikleri gayeye nail olurlarsa, zeki ve kurnaz diye herkesin tasvibini kazanırlar. Kısacası, ferdi ahlâk alanında gerçek kutsiyeti taşıyarak, vicdanları harekete getirecek prensipler cemiyetimizde pek azdır.
Ta ilk çağlardan beri Doğu’da devlet kavramı çok tuhaf bir manada anlaşılmıştır. Devlet hükümetle karıştırılmıştır. İkisi güya aynı manayı taşır gibi kabul olunmuştur. Hele Türklerde bu zihniyet daha ileri götürülmüştür.Türkler, devleti yalnız hükümetle karıştırmakla kalmamışlardır. Kurdukları hükümetleri, devletleri bile bir şahsın adına, bir ailenin adına göre adlandırmışlardır. Bin yıldan beri değişik Türk kabilelerinin kurduğu bir çok devletler hep sülale namlarını taşımışlardır. Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlılar, Osmanlılar bu hususta hep aynı zihniyetle hareket edegelmişlerdir. Halbuki bu üç kavram, yani hükümet, sülale ve devlet arasında, gerek dıştan, gerek içten, gerek maddi ve gerek manevi pek açık farklar vardır. Fakat Doğu bunları karıştırmış, her sülaleyi ayrı bir devlet saymış ve her yeni gelen kendisinden evvel gelenleri âdeta yabancı addetmiş ve o suretle hareket eylemiştir. O derecedeki meşhur bir şairimiz bile övünerek şunu söylemiştir:
“Biz ol nesl-î kerim-î dûde-yî Osmânîyânız kim
Cihan-girâne bir Devlet çıkardık bir aşiretten.”
Her Türkün göğsünü iftiharla kabartan bu beyit gerçekte, olsa olsa, parlak bir tarihi istiâre addolunabilir. 600 hanelik bir aşiretten dünyayı fetheden bir devlet
çıkarmak, cihanda görüler mucizelerden değildir. Öyle bir devleti bir tek aşiret çıkarmamıştır. Bu devleti kuran, o aşirette içinde olduğu halde Küçük Asya’da evvelce ve yine yanlış olarak ‘Selçuklular’ namını taşıyan milyonlarca Türktür. İngiltere sülâleyi dört kere değiştirmiştir. Son sülalenin zamanında İngiltere sınırlarını dünyanın iki kutbuna dayattı. Fakat hiçbir zaman, hiçbir tarihçi veya şair İngiltere’yi bu sülalenin namıyla adlandırmayı hatırına bile getirmemiştir. Bunun gibi, Fransa sülalelerini birkaç kere değiştirdi. Napoleon bütün Avrupa’yı istila etti. Fakat, bundan dolayı Fransa, ne Napoleon adını aldı, ne de Fransız devletinin kuruluşu ona bağlandı.Devlette tek yaşayan ve esaslı olan unsur, devleti doğuran millettir. Bundan dolayı, devletinde pek tabii adı o milletin adı olsa gerektir. Bakınız, bu hususta taşınan zihniyetin ne kadar önemi vardır. Avrupalılar, bir dev-
letin bir sülale namı ile adlandırılmasına bir türlü zihniyetlerine sığdıramadıklarından, ‘Osmanlı’ kelimesine bir türlü ısınamıyorlar daima Türkiye diyorlar. Gerçekte devlet bağımsız milletin işgal ettiği saha ile o milletin siyasi, içtimai, iktisadi teşkilatının hepsine dendiği halde, hükümet yalnız o teşkilatın bir kısmını ve sülale ise pek sınırlı bir parçasını ifade eder. Bir devlet bağımsızlığını
kaybetmedikçe vardır. Halbuki devlet sülalesiz yaşayabilir. Nasıl ki bugün dünyanın büyük kısmı cumhuriyet usulü ile yaşıyor. Hükümete gelince: o zaten mahiyeti itibariyle değişik bir şeydir ve her zaman başka bir şekil alabilir. Bundan dolayı, bir devleti bir sülale veyahut hükümet namıyla adlandırmak kadar bilgisiz ve temelsiz bir hareket tasavvur edilemez.
Dikkat olunsun, dünyanın hiçbir yerinde bizim çevremizde olduğu kadar namustan söz edilmez. Fakat, yine dünyanın hiçbir tarafında, bizim kadar namusla kayıtsızca oynanmasına rastlanmaz. Üç yıldan beri gazetelerimiz okuyunuz: Namusuna tecavüz olunmayan, az çok tanınmış, tek bir adam bıraktık mı? Bunun sebebi nedir? Gene müeyyidesizlik. Yalan, iftira, çekiştirme, haset ve benzeri sıfatlar, her ne kadar sözde bizim için kötü iseler de, fiilen halk vicdanında tepki yaratmak kuvvetinden yoksun olduklarından, bu hareketleri yapanlar umumi nefrete sebep olmazlar. Aksine olarak, başarılı olur, diledikleri gayeye nail olurlarsa, zeki ve kurnaz diye herkesin tasvibini kazanırlar. Kısacası, ferdi ahlak alanında gerçek kutsiyeti taşıyarak, vicdanları harekete geçirecek prensipler cemiyetimizde pek azdır.
Adli teşkilatımız daha berbat.
Merkezi hükümete ve valilere o kadar yetki ve müdahale hakkı verildi ki, şehir ve iller serbestisi tamamıyla kayboldu. Yine eskisi gibi ve hatta daha zi­yade valiler ve yürütme kuvveti her şeye hakim oldu.
Buradan Bakü’ye ve Bakü’ den Türkistan’ın ortalarına kadar, bütün Türk kalp­lerini birleştiren, aynı heyecanla çarptıran, Türk’ün dertlerini, sevinçlerini, ek­siklerini ve ihtiyaçlarını, mütevazı hayatını dile getirerek, birbirine karşı, bir bağ­lılık kuran dört yazar görüyorum: Namık Kemal, Mehmet Emin, Mehmet Akif ve Reşat Nuri beyler. Azerbaycan evlerinde Vaveyla ile Ben bir Türk’üm , Bülbül , Çalıkuşu yan yana duruyorlar ve aynı fikirlerle, aynı duyguları uyandırmaktadırlar.
Namık Kemal’in yolu hiç olmazsa iki kuşak takip edilmiş olsaydı, şüphe yok ki, bugün gerek geçmişteki ve gerek içinde yaşadığımız hayat edebi eserlere aksedecekti.
Vaazlara gelince, çok kere hurafeler etrafında dolaşır. Bunlar, Hz. Muhammed’ in ve ilk dört halifenin za­manlarındaki hutbe ve vaazlardan pek farklıdırlar.
Fert yok, cemiyet var, hak yok, vazife var prensibine -ki gerçekte kimse yok, padişah var, hak yok keyif var prensibinin aynıdır- artık son verilmeli­dir. Fertsiz cemiyet düşünmek, elsiz, ayaksız, başsız ve gövdesiz insan düşün­mektir. Haksız da vazife düşünmek bütün insanları hayvan yerine koymak de­ğil midir?
Bize gelince; dilimizi yabancılara değil, köylülerimize bile okutturamadık; geri bir tarımdan başka elimizde milli denebilecek bir sanatımız yok, zeka ve dimağımızın çalışma alanı pek sınırlıdır.
Evet! Bu mağlubiyeti itiraf etmek zorunda kaldığımızdan biz de pek üzgü­nüz; fakat bunu bir kere açık ve kesin surette itiraf etmelidir. Bizde hâlâ keli­melerle oynayarak, gerçeği görmemekten hoşlanan körler vardır. Fakat güneş gibi açık bir olayı inkar etmek ahmaklığın ta kendisidir ve artık bu ahmaklıktan yakayı kurtarmalıdır.
Heyecan ve neşeye, şefkat ve teşvike, ortada eğlencelere en ziyade muhtaç olan çocukluk günleri, bizde aksine olarak, hayatın en dar ve sıkıntılı zamanıdır.
İnsanı hayvandan ayıran bir alamet olan konuşma kabahat sayılıyor. Çok söylemek hafiflik alametidir. Aksine olarak, susmak, hele o vakar ve ağırbaşlılıkla birleşen susma, deha alametidir. Küçüklerin büyüklerin huzurunda söz söylemesi bağışlanamaz bir terbiyesizliktir. Kadınlarsa taş kesilmelidirler. Onların sesleri hiç işitilmemelidir. Kısacası, dilsiz olmak, bu acayip Doğu’nun başka bir idealidir. Onun içindir ki meclislerimiz, toplantılarımız her çeşit neşeden yoksun! Büyüklerimiz susmayı bir fazilet, bir akıl alameti sayar, küçüklerimiz söz söylemekten çekinirler. Hele kızlarımız, kadınlarımız söz söylemek yerine bir takım kızarmalar, bozarmalar, kekelemeler yaparak Allah’ın ve tabiatın kendilerine vermiş olduğu konuşma kudretinden faydalanamaz olmuşlardır.
Vücudumuz gibi ruhlarımız da ezilmiş, sıkılınca yalnızlıklara sürüklenmiştir. Ruhumuzdan taşıp gelen sesler, mahzun, üzüntülü iniltiler şeklini almıştır. Ney’in bütün ahenkleri, Sazın bütün şikâyetleri, Udun bütün ahları, Doğu’nun o yüzyıllarca ezilmiş ruhunun birer iniltisidir. Bu iniltiler, serbest yaşayan, serbest düşünen, serbest nefes alan göğüslerden çıkmaz. Onlar, padişah cellâdının bıçağı altında titreyenlerin, kadı efendinin kâfir sayması ve lanetlenmesi ile susmaya mecbur olanların veya harem sıkıntıları içinde ezilen bir kadının ruhundan kopan feryatlardır.
Tasvirlerin gerek estetik gerek içtimai bakımdan pedagojik tesirleri büyüktür. Tasvirler, basit bir bakışla görülmeyecek güzellikleri gösterir. Okuyucu, onları okurken yanından kayıtsız geçerek hiç dikkatini çekmeyen olaylarda, ne kadar ahenk ve müzik olduğunu anlamaya başlar. Yavaş yavaş kendisi de güzellikleri görmeye, keşfetmeye koyulur. Ruhu ve kalbi yükselir, incelik kazanır. Diğer taraftan, tasvir olunan levhalardaki güzellikler, istemeden okuyucuda bu levhalara karşı bir sevgi, bir bağlılık uyandırır.
Vatan sevgisi işte böyle doğar, böyle kuvvetlenir. Bu sevgi; telkinlerden, zihni etkilerden ziyade duygu terbiyesiyle doğar.
Bu hususta edebiyat sihirli bir amildir.
Bizde birçokları, ahlâkı sırf cinsi münasebete inhisar ettirerek, bizim güya Batı çevrelerinden daha ahlâklı olduğumuzu iddia ediyorlar. Bu fikir katiyen yanlış ve yanlış olduğu kadar da zararlıdır. Ahlâkı yalnız cinsi münasebetlerle sınırlanmış sayanlar, insanı yalnız kuşağına kadar tasavvur edenlerdir. Fakat kuşaktan yukarı bir kalp ve ruh vardır.
Meselâ vazife talâkkisi bizde ne dereceye kadar gelişmiştir? Toplumsal hayatın temeli olan aile hakkında fikrimiz ne kadar aydınlanmıştır?
Aynı hayatın başka bir esası olan hak mefhumuna ait düşüncelerimiz nedir?
Vefa, doğruluk, sadakat, mertlik, acıma, yardım, bağış, sebat vs gibi kalp ve ruhun bu haşmetli halleri olan sahaların hepsinde biz pek aşağı bir durumdayız.
Mukaddes sayılan şey kadın ve erkeğe şamil namus kavramı değildir. Yalnız kadın namusudur. Çünkü zina işleyen erkeğe halk görüsü ve umumi vicdan pek güzel tahammül ediyor. Şu halde nefret edilen şey genel olarak zina değildir. Zinanın kadın tarafından işlenmesidir. Bu ayırma pek büyük bir önem taşır. En ziyade hassas göründüğümüz bu ahlâk kaidesinde bile bizim ne kadar düşük ve gevşek olduğumuz pek açık bir surette görülüyor.
Vücudumuz gibi ruhlarımız da ezilmiş, sıkılınca yalnızlıklara sürüklenmiştir. Ruhumuzdan taşıp gelen sesler, mahzun, üzüntülü iniltiler şeklini almıştır. Ney’in bütün ahenkleri, Sazın bütün şikâyetleri, Udun bütün ahları, Doğu’nun o yüzyıllarca ezilmiş ruhunun birer iniltisidir. Bu iniltiler, serbest yaşayan, serbest düşünen, serbest nefes alan göğüslerden çıkmaz. Onlar, padişah cellâdının bıçağı altında titreyenlerin, kadı efendinin kâfir sayması ve lanetlenmesi ile susmaya mecbur olanların veya harem sıkıntıları içinde ezilen bir kadının ruhundan kopan feryatlardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir