İçeriğe geç

Adaları Seven Adam Kitap Alıntıları – D. H. Lawrence

D. H. Lawrence kitaplarından Adaları Seven Adam kitap alıntıları sizlerle…

Adaları Seven Adam Kitap Alıntıları

Gel zaman git zaman, adaları seven bu adam, otuz beşine vardığında kendine bir ada edindi. Gerçi mülkiyet hakkını edinmemiş, doksan dokuz yıllığına kiralamıştı; ama burada bir insan ömrü söz konusu olduğuna göre, yaşadığı sürece ada onun sayılırdı. Üstelik, Hz. İbrahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine. Çünkü çok geçmeden nüfus öyle büyük bir hızla artar ki, ada kalabalıktan geçilmez olur, gecekondu mahallesine döner. Adayı, ıssızlığından dolayı seven biri için ürkünç bir durum çıkar ortaya. Hayır, ada tek yumurtalık bir yuvadır; yalnızca tek bir yumurtaya yer vardır orada. O da, adalının kendisidir
Adaları seven bir adam vardı. Bir adada doğmuştu, ama çok kalabalık olduğu için oradan hoşlanmıyordu. Onun istediği, tümüyle kendisinin olacak bir adaydı: Orada ille de bir başına yaşaması gerekmiyordu, ama orayı kendi dünyası kılmalıydı.
Doğanın güçlerini alt edemezsin.
En iyisi, büyük sessizlikti
“Bir düşte gibiyim. Hiçbir şey duyumsamıyorum ya da ne duyumsadığımı bilmiyorum. Gene de, mutluymuşum gibi geliyor bana.”
Cinselliğin kendiliğindenliğine yakalanmıştı gene. Aslında cinsellikten nefret ettiği falan yoktu. Sevişmeyi, Çinliler gibi, hayatın büyük gizemlerinden biri olarak görüyordu. Ama sevişme mekanik, otomatik bir şey olup çıkmıştı ve bundan kurtulmak istiyordu. Otomatik sevişme, adalıyı allak bullak ediyor, onda bir tür ölüm duygusu uyandırıyordu. Yeni bir isteksizlik, durgunluk aşamasına geldiğini düşünüyordu. Belki de, bunun ötesinde, yepyeni bir duyarlık, hiç geçilmemiş bir yolda buluşan iki kişinin hiç yaşanmamış kırılgan birlikteliği yatıyordu.
[ ] uzun zaman dayanmalarından gelen gerilim hep bir iniltiyle dışa vuruyordu sanki.
uzun zaman önce bu adada ya­şamış ve sonradan görünmez olmuş, ama tüm­den yitip gitmemiş pos bıyıklı Galyalıların varlığını duyumsadi
Adalı olmanın tehlikesi budur. Kentte, tozluklarını giyip iliklerine kadar duyduğun ölüm korkusuyla trafikten canını kurtarmaya çaba­larken, sonsuz zamanın yılgılarından çok uzak­tasındır
Bu küçük dünyevi ada, bitim noktasındaymışçasına, ufalıp hiçliğe dönüştü; çünkü sen, nasıl olduğunu bilmeden, geçmişin alabildiğine yaşadığı, gele­ceğin de ayrı kalmadığı zamanın göz alabildiğine karanlık gizemine atladın
insanın 1adayı kendi kişiliğiy­le doldurabilmesi için, o adanın ne kadar küçük olması gerektiğini anlatıyor
Adalımız, adasını çok seviyordu.
Adaları seven bir adam vardı.
Keyif ve coşkuya yer yoktu, huzur kısa ömürlüydü.
Adalı olmanın tehlikesi budur. Kentte, tozluklarını giyip iliklerine kadar duyduğun ölüm korkusuyla trafikten canını kurtarmaya çabalarken, sonsuz zamanın yılgılarından çok uzaktasındır. Oysa küçük adan zamanın içine girdiği an, uzaydaki evren çevrende hızla dönmeye başlar.
İnsanların yakınına gelmelerini istemiyordu.
Kız çok sessiz, çok hülyalıydı.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabilirlerdi?
Aslında cinsellikten nefret ettiği falan yoktu. Sevişmeyi, Çinliler gibi, hayatın büyük gizemlerinden biri olarak görüyordu. Ama sevişme mekanik, otomatik bir şey olup çıkmıştı ve bundan kurtulmak istiyordu.
Kımıltısız denizin ıssızlığı ortasında bir yabancı gibi görünen adanın beyazlığına boş gözlerle baktı. Bir an uzaklarda bir yelkenli gördüğünü düşlemeye çalıştı. Çünkü kaskatı kesilmiş denizin üzerinde bir daha asla bir yelkenli görünmeyeceğini çok iyi biliyordu.
Hepsi mümkündü, ama hiçbiri değildi. Hiç de yeni bir şey değildi bu. Kendiliğinden, istençten bağımsız bir şeydi.
Adalı, “Bu mutluluk mu?” diye sordu kendi kendine. Sonra kendi kendini yanıtladı: “Bir düşte gibiyim. Hiçbir şey duyumsamıyorum ya da ne duyumsadığımı bilmiyorum. Gene de, mutluymuşum gibi geliyor bana.”
Özlem çekiyordu insan, yabanıl bir özlem; belki de geçmişe duyulan bir özlemdi bu, adada her şeyin çok farklı olduğu gizemli geçmişin derinliklerine duyulan özlem. İnsanı garip tutku taşkınları kaplıyordu, karşı durulmaz tuhaf azgınlıklar, acımasız düşlemler.
Adalı olmanın tehlikesi budur. Kentte, tozluklarını giyip iliklerine kadar duyduğun ölüm korkusuyla trafikten canını kurtarmaya çabalarken, sonsuz zamanın yılgılarından çok uzaktasındır. Oysa küçük adan zamanın içine girdiği an, uzaydaki evren çevrende hızla dönmeye başlar.
Adaları seven bir adam vardı. Bir adada doğmuştu, ama çok kalabalık olduğu için oradan hoşlanmıyordu. Onun istediği, tümüyle kendisinin olacak bir adaydı: Orada ille de bir başına yaşaması gerekmiyordu, ama orayı kendi dünyası kılmalıydı.
Tertemiz yeryüzünde bir kokuşmuşluk.
Acı çeken, çektiği acıyı kaldırabilen birinin dingin özdenetimini, kendini umursamazlığını takındı. Koyu renk, neredeyse uyuşturıumuş denebilecek mavi gözleriyle baktı genç adama, onun gözlerinde yanan bilinç kıvılcımını göğüsledi, soğurdu. Ve incecik uzun, zarif eliyle kahvesine şeker koydu.
Üstüne sinmiş o yetiştirme yurdu yardım sandığı havası hala duruyordu: ama artık adam olmuştu, suskun, emekçi halktan birinin gücüyle dopdolu bir adam.
Cinselliğin kendiliğindenliğine yakalanmıştı gene. Aslında cinsellikten nefret ettiği falan yoktu. Sevişmeyi, Çinliler gibi, hayatın büyük gizemlerinden biri olarak görüyordu. Ama sevişme mekanik, otomatik bir şey olup çıkmıştı ve bundan kurtulmak istiyordu. Otomatik sevişme, adalıyı allak bullak ediyor, onda bir tür ölüm duygusu uyandırıyordu. Yeni bir isteksizlik, durgunluk aşamasına geldiğini düşünüyordu. Belki de, bunun ötesinde, yepyeni bir duyarlık, hiç geçilmemiş bir yolda buluşan iki kişinin hiç yaşanmamış kırılgan birlikteliği yatıyordu.
Kitabını yayımlatmak için görüşmeler yapıyordu. Ama yüzünde hep, gelişip yükselme yarışından kopmuş olmanın verdiği o örümcek ağımsı anlatım vardı. Yarıştan kopmuş olması, kaba kentlilere, onu alt ettiklerini duyumsatıyor, oysa o adasına geri dönmekten hoşnut oluyordu.
Kitabını yayımlatmak için görüşmeler yapıyordu. Ama yüzünde hep, gelişip yükselme yarışından kopmuş olmanın verdiği o örümcek ağımsı anlatım vardı. Yarıştan kopmuş olması, kaba kentlilere, onu alt ettiklerini duyumsatıyor, oysa o adasına geri dönmekten hoşnut oluyordu.
Tüm isteklerden arınmış bu yabansı dinginlik, adalının gözünde bir tür tansıktı. Canı hiçbir şey istemiyordu. En sonunda, ruhu, bedeninde duruyordu artık; garip bir bitki örtüsünün yayılıp ara sıra bir oraya bir buraya salındığı, suskun bir balığın bir görünüp bir kaybolduğu su altında yarı aydınlık bir mağara gibiydi ruhu. Durgun, yumuşak, yakınmasız, ama kök salmış yosunlar kadar canlı.
Evet, bir adaydı burası. Kayaların dibindeki Kelt denizi her zaman, ama her zaman adanın uçuk bozluğunu emmiş, yıkamış, silikleştirmişti. Ne kadar çok sesi vardı denizin! Derinlerdeki patlamalar, gümbürtüler, uzayıp giden tuhaf iç çekmeler, ıslık sesleri; sonra suların altında, insanların gerçek sesleri, sanki bir pazar yeri şamatası. Ve gene, uzaklarda çalan bir çan, gerçek bir çan! Ardından, dinmek bilmeyen, ürkütücü, titrek bir ses ve alçaktan boğuk solumalar.
Oysa ada o kadar güzeldi ki. Adayı hanımellerin kokusu sarmaladığında ve parlak ay ışığı denizde oynaştığında, en çok homurdananlar bile tuhaf bir nostaljiye kapılıyorlardı. Özlem çekiyordu insan, yabanıl bir özlem; belki de geçmişe duyulan bir özlemdi bu, adada her şeyin çok farklı olduğu gizemli geçmişin derinliklerine duyulan özlem. Insanı garip tutku taşkınları kaplıyordu, karşı durulmaz tuhaf azgınlıklar, acımasız düşlemler. Adada daha önce var olmuş kan, tutku ve azgınlık. Ürkünç düşler, uyuruyanıklıklar, belli belirsiz özlemler.
Cenneti yeniden elde etmeye kalkıştığımızda hep yaptığımız gibi, işe para harcamakla başladı.
Denizin ortasındaki küçük bir adada kendini yalıtmayagör, zaman büyük çevrimler halinde
yükselmeye ve genişlemeye başlar, üstüne bastığın toprak kayıp gider ve elle tutulmaz, çıplak, karanlık ruhun kendini zaman dışı bir dünyada bulur, ölülerin savaş arabalarının yüzyılların eski sokaklarında koşturdukları, ruhların yitip gitmiş yıllara benzettiğimiz daracık yollara yığıldıkları zaman dışı bir dünyada. Artık ölülerin ruhları yeniden canlanmış, çevrende
dönenip durmaktadırlar. Öteki sonsuzluktasındır artık.
Gel zaman git zaman, adaları seven bu adam, otuz beşine vardığında kendine bir ada edindi.
Gerçi mülkiyet hakkını edinmemiş, doksan dokuz yıllığına kiralamıştı; ama burada bir insan
ömrü söz konusu olduğuna göre, yaşadığı sürece ada onun sayılırdı. Udžstelik, Hz. Ibǚ rahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine. Çünkü çok geçmeden nüfus öyle büyük bir hızla artar ki, ada kalabalıkta geçilmez olur, gecekondu mahallesine döner. Adayı, ıssızlığından dolayı seven biri için ürkünç bir durum çıkar ortaya. Hayır, ada tek yumurtalık bir yuvadır; yalnızca tek bir yumurtaya yer vardır orada. O da, adalının kendisidir.
Donuklaşmıştı. Bu dünyadan olmayan, garip bir hayvan gibi, artık ne yaptığının farkında değildi.Tek doyumunu hala yalnız olmaktan, tam anlamıyla yalnız olmaktan alıyordu. Çevresini saran boşluğu içine çektiği bir yalnızlık. Yalnızca külrengi deniz, bir de denizin yıkadığı adasının iskelesi. Başka hiçbir temas yoktu. Dehşetini onunla temasa geçirecek insani hiçbir şey yoktu. Yalnızca uzay, ıslak, alacakaranlık, denizle yıkanan uzay! Ruhunun besini buydu.
Hepsinin adını öğrenmeliydi, onları ancak böyle kendinin kılabilirdi, onun gözünde ancak böyle yaşıyor olabilirlerdi.
Ses duymak istemiyordu. Farkında olmadan kedisiyle konuşacak olsa, kendi sesinin sesinden bile deliye dönüyordu. Büyük sessizliği bozduğu için kızıyordu kendi kendine.
Ne kadar çok sesi vardı denizin! Derinlerdeki patlamalar, gümbürtüler, uzayıp giden tuhaf iç çekmeler, ıslık sesleri; sonra suların altında, insanların gerçek sesleri, sanki bir pazar yeri şamatası.
Insanların yüreğine sevinç ve mutluluk düşmeyegörsün, görünmez bir el sessizliğin içinden çıkageliyor, bir uğursuzluk rüzgarı estiriyordu.
Eğer bir yerde kısılıp kalacaksa, bu doğanın gücüyle değil, kendi seçimiyle ol­malıydı.
Sonra bir gün kedi lapasını yemeye gelmedi; oysa karnı acı­kınca hep miyavlardı.
Bir daha da gelmedi.
Yalnızca uzay, ıslak, alacakaranlık, de­nizle yıkanan uzay! Ruhunun besini buydu.
Tek doyumunu hala yalnız olmaktan, tam anlamıyla yalnız olmaktan alıyordu. Çevresini saran boşluğu içine çektiği bir yalnızlık.
Bazen gün hiç ışımıyordu. Hasta gibiydi, eriyip çözülüyordu sanki, çözülme sanki tam içindeydi. Dışarıda, kafasında ve ruhunda ne varsa, alacakaranlıktı.
Tertemiz yeryüzünde bir kokuşmuşluk.
Çoğu gitmişti. Ama her zaman olduğu gibi bazıları kalmıştı.
Sonra, kuş gelmez oldu.
Ufkun yakınındaki vapuru fark ettiğinde korkulu bir şaşkınlığa kapıldı, adada durur da huzurumu kaçırır mı diye düşünürken yüreği daraldı. Kaygıyla, geçip gidişini izledi; ama an­cak tümüyle gözden kaybolduğu zaman gerçek­ten rahatladığını, yeniden kendine geldiğini du­yumsadı.
Memnundu. İnsanlar gibi dikilip duran ağaçları ya da çalıları istemiyordu, çok tedirgin ediciydiler. Soluk mavi denizin ortasında çırılçıplak ve dümdüz uzanan adası yetiyordu ona.
Korkarım, bir çocuğum olacak
Kurşun yemiş gibi oturduğu yerde kaldı. Yine de bir yanıt yazdı kıza:
Neden korkalım ki? Olacaksa olacak; korkacağımıza sevinmeliyiz.
Uyu­munu yitirmişti; artık bu dünyaya uymuyordu.
Hepsi mümkündü, ama hiçbiri değildi.
uzun, sessiz saat­ler boyunca çalışma odasına kapanıyordu; ne çok hızlı çalışıyordu, ne de çok önemseyerek; bırakıyordu, yazdıkları usulca örsün içinden gelenleri, ağır ağır örülen incecik bir örümcek ağı gibi. Artık ortaya çıkan iyiymiş, kötüymüş, onu ilgilendirmiyordu. Usul usul, sessizce örü­yordu, ancak duru bir havada görülebilen ince­cik bir örümcek ağı gibi; yazdıkları, güzün eri­yip giden bir ağ gibi yitiverse, hiç umurunda olmayacaktı.
Artık ona kalıcı gelen, yalnızca incecik şeylerin yumuşak uçuculuğuydu. On­ larda sonsuzluğun pusu vardı. Oysa taş yapılar, sözgelimi katedraller, eninde sonunda yıkıla­caklarını bildiklerinden, kalımsız bir direnişle inliyorlardı; uzun zaman da yanmalarından ge­len gerilim hep bir iniltiyle dışavuruyordu san­ki.
Bir düşte gibiyim. Hiçbir şey duyumsamıyorum ya da ne duyumsadığımı bilmiyorum. Gene de, mutluymuşum gibi geliyor bana.
Tüm isteklerden arınmış bu yabansı dingin­lik, adalının gözünde bir tür tansıktı. Canı hiç­bir şey istemiyordu. En sonunda, ruhu, bede­ninde duruyordu artık; garip bir bitki örtüsü­nün yayılıp ara sıra bir oraya bir buraya salın­dığı, suskun bir balığın bir görünüp bir kaybol­duğu su altında yarı aydınlık bir mağara gibiy­di ruhu.
Durgun, yumuşak, yakınmasız, ama kök salmış yosunlar kadar canlı.
Ne var ki, Efendi adayı hala seviyordu. Ama bu sevgide belli belirsiz bir hınç seziliyordu
Keyif ve coşkuya yer yoktu, huzur kısa ömürlüydü.
Bu adada, kendi küçük dünyalarında yaşıyorlardı. Bu dünyayı gerçek bir mutluluk ülkesine çevirmek onların elindey­di. Herkes üstüne düşeni yerine getirmeliydi.
Kendisi kendi payına düşeni yapmış olduğunu sanıyordu, çünkü yüreği adasıyla ve ada halkıy­la birlikte atıyordu.
Ama dünyanın kusursuz olmasını isteyen birinin, gerçekten sevdiği ve sevmediği şeylerin olmamasına dik­kat etmesi gerekir. En fazla, genel bir iyi niyet gösterebilir.
İşin üzücü yanı, bu genel iyi niyet, ne yazık ki tam da iyi niyetin gösterildiği kişi tarafından her zaman bir hakaret olarak görülür; o yüzden de, çok özel bir kötü niyeti besler. Kuşkusuz, genel iyi niyetin, böyle bir sonuç doğurabilme­sinin nedeni bir çeşit bencillik olmasıdır!
Artık neden Mutlu Ada olma­sındı burası? Neden Hesperid’lerin son küçük adası olmasın, neden onun sevimli, çiçeksi ru­huyla dolu benzersiz bir yere dönüşmesindi? İn­san eliyle yaratılmış, katıksız kusursuzlukta kü­çük bir dünyaya.
Tuhaftır ki, uzaydaki küçük adandan, asla ölmeyen tüm ruhların gönderildikleri engin, ya­bansı yerlerde dönenip durdukları zamanın ka­ranlık, yüce krallıklarına ilerledin. Bu küçük dünyevi ada, bitim noktasındaymışçasına, ufalıp hiçliğe dönüştü; çünkü sen, nasıl olduğunu bilmeden, geçmişin alabildiğine yaşadığı, gele­ceğin de ayrı kalmadığı zamanın göz alabildiğine karanlık gizemine atladın.
Adalı olmanın tehlikesi budur. Kentte, toz­luklarını giyip iliklerine kadar duyduğun ölüm korkusuyla trafikten canını kurtarmaya çaba­larken, sonsuz zamanın yanılgılarından çok uzak­tasındır. Oysa küçük adan zamanın içine girdi­ği an, uzaydaki evren çevrende hızla dönmeye başlar.
Üstelik, Hz.İbrahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine. Çünkü çok geçmeden nüfus öyle büyük bir hızla artar ki, ada kalaba­lıktan geçilmez olur, gecekondu mahallesine döner. Adayı, ıssızlığından dolayı seven biri için ürkünç bir durum çıkar ortaya. Hayır, ada tek yumurtalık bir yuvadır; yalnızca tek bir yumur­taya yer vardır orada. O da, adalının kendisidir.
Adaları seven bir adam vardı. Bir adada doğmuştu, ama çok kalabalık olduğu için ora­dan hoşlanmıyordu. Onun istediği, tümüyle kendisinin olacak bir adaydı: Orada ille de bir başına yaşaması gerekmiyordu, ama orayı ken­di dünyası kılmalıydı.
Doğanın güçlerini alt edemezsin.
Tertemiz yeryüzünde bir kokuşmuşluk.
Birilerinin gelebileceği düşüncesinin gerilimiyle yaşamak acı veriyordu. İnsanların yakınına gelmelerini istemiyordu. Ses duymak istemiyordu.
Bir düşte gibiyim. Hiçbir şey duyumsamıyorum ya da ne duyumsadığımı bilmiyorum. Gene de, mutluymuşum gibi geliyor bana.
İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabilirlerdi?
İnsanların yüreğine sevinç ve mutluluk düşmeyegörsün, görünmez bir el sessizliğin içinden çıkageliyor, bir uğursuzluk rüzgârı estiriyordu
Günler ve geceler geçiyordu, ama hiç istek yoktu, can sıkıntısı bile yoktu.
Beyninde sürekli bu sözcükler uğulduyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir