İçeriğe geç

Aykırı Bir Doktorun İtirafları Kitap Alıntıları – Robert S. Mendelsohn

Robert S. Mendelsohn kitaplarından Aykırı Bir Doktorun İtirafları kitap alıntıları sizlerle…

Aykırı Bir Doktorun İtirafları Kitap Alıntıları

Hastasına, hiç yaşama şansı kalmadığını söyleyen bir dokto-
run, hastasmın iyiliğini düşündüğü savunulabilir mi! Her şey bir
yana, hastasına böyle bir şey söyleyen bir doktor aslmda kor-
kunç bir varsayımı dile getirmektedir: Hastayı sağlığına kavuş­
turacak olan tek şey doktorun gücüdür! Bir hastaya öleceğini
söylemek, onu lanetlemekle eş anlamlıdır; bunun kara büyü
yapmaktan hiçbir farkı yoktur. Hasta buna inanır ve inandığı şey
de gerçek olur.
Bedenin kendisini iyileştirme gücüne zihnin nasıl bir etkisi
olduğu çok iyi biliniyor. Elbette doktorlar, bedenin kendi kendi-
ni iyileştirmede önemli bir güce sahip olduğu gerçeğini kabul
edecek en son insanlar olacaklardır. Bir doktorun, hastasına kor-
kunç sonunu söylemesi değil, geleceğini planlamasında ona yar-
dım etmesi gerekir. Hastayı, amansız bir hastalığa yakalanmış
olduğu ve doktorun sihirli değneğinin pek işe yaramadığı konu-
sunda bilgilendirmek başka bir şeydir; ona, sonunun geldiğini
ve bunun kaçınılmaz olduğunu söylemek bambaşka bir şeydir.
Bir gün modem kanser cerrahisine de, şimdi, on sekizinci
yüzyılda sülük kullanımına baktığımız gibi dehşetle bakacağız.
Kanser ameliyatlarının mantıksızlığı daha 60’lı yıllarda gösteril-
mişti. Illinois Üniversitesi’nden Warren Cole, deri açıldıktan
sonra yüzeysel damarlar incelendiğinde ameliyatın sonucu ola-
rak tümör hücrelerinin çoktan yayılmış olduğunun görüleceğini
ortaya koymuştu. Doktorlar, tümörün elbette yayılacağını ancak
bedenin geri kalanının bununla başa çıkabileceğini söyleyerek
karşı çıkmışlardı ona. Bu çok aptalca bir cevaptı. Madem kişi-
nin bedeni “bununla başa çıkabilecek” durumdaydı o insanın za-
ten kansere yakalanmaması gerekirdi! Bazıları, kanser cerrahisi-
nin, kanserle savaşta kullanılan bütün o yeni teknikler yüzünden
tehdit altında olduğunu söylüyorlar. Oysa buna başka bir açıdan
bakmak da mümkün: Kanser cerrahisi tam bir hayal kırıklığı ya-
rattığından, yeni teknikler yüzünden tehdit altında olan, asıl in-
sanların hayal güçleri ve umutları. Yine de bunu itiraf edip ka-
bul edecek son kişi cerrahınız olacaktır.
Bana, gereksiz ameliyatların neden bu kadar fazla olduğunu
soranlara şöyle cevap veririm: “Gereksiz ameliyat yapmak için,
gereksiz ameliyat yapmamak için olduğundan çok daha fazla se-
bep vardır. Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmamasını ge-
rektirecek tek sebep insanmın parasım, zamanını, sağlığını ve
hayatını kaybetmemesini sağlamak olabilir.” Ama tabii böyle
ufak tefek kayıplar Modern Tıp Kilisesi’nin icraatları üzerinde
hiçbir zaman pek etkili olmamıştır. Öte yandan, bu kadar çok
gereksiz ameliyatın yapılmasını gerektirecek sebepler saymakla
bitmez, ayrıca modem tıp dininin ahlak anlayışı bunları zorunlu
da tutmaktadrr.
Bademcik ameliyatları tam iki bin yıldır yapılıyor. Birçok
vakada da faydası hiçbir zaman kanıtlanamadı. Doktorlar, ame-
liyatın gerekip gerekmediği konusunda hâlâ uzlaşmış değiller.
Bademcik kuşatmasına dair doktorlarla anne babaların göstere-
bilecekleri en iyi sebep “Çünkü orada duruyordu” demek olabi-
lir ancak; sanki fethedilmesi gereken bir dağmış gibi.
Ebeveynlere, ameliyatın “hiçbir zararı olmadığı” söylenerek
sahte bir güven duygusu veriliyor. Ama dedikleri gibi zararı hiç
yok değil; nadir de görülse, görülüyor işte. Çeşitli araştırmalar,
ölüm oranının üç binde bir ila on binde bir arasında değiştiğini
ortaya koyuyor. Operasyonun yol açtığı duygusal travmalar da
cabası. Bir külah dondurmanın tamamını yiyebileceğini bilmesi,
anne babasının kendisine karşı doktorla bir olduğunu sanan ço-
cuğun duyduğu haklı korkuyu telafi edecek bir şey değildir.
Ameliyat sonrasında pek çok çocuğun davranış biçiminin kayda
değer şekilde kötüleştiği bilinmektedir. Daha sinirli, daha içe ka-
panık, daha kötümser, daha korkak ve genellikle daha sakar olu-
yorlar. Onları kim suçlayabilir ki? Çocuklar her şeyi hissederler
ve ne yazık ki, bırakm tehlikeli müdahaleleri, olmayacak şeyler-
den bile ciddi biçimde etkilenirler.
Kadınlar da gereksiz ameliyatların en büyük kurbanlarından-
dır. Her yıl milyonlarca kadının rahmi alınır. Uluslararası Sağlık
İstatistikleri Merkezi 1973 yılında altı yüz doksan bin kadının
rahminin ameliyatla alındığım tahmin etmektedir. Yani yüz bin
kadından neredeyse altı yüz ellisinin rahmi alınıyor. Bu da de-
mektir ki, rahim alma ameliyatları bu şekilde artmaya devam
edecek olursa bütün kadınların yarısı altmış beş yaşma geldiğin-
de rahmini kaybedecektir! Tabii oran sabit olarak artmaya de-
vam ederse durum budur. Ama gerçek şu ki, oran katlanarak ar-
tıyor. Sadece 1975 yılında sekiz yüz sekiz bin rahim alma ame-
liyatı yapılmıştır.
Bunların çok az kısmı gerçekten gerekliydi. New York’ta al-
tı farklı hastanede yapılan rahim alma ameliyatlarının yüzde
kırk üçünün makul gerekçeleri olmadığı ortaya çıkarıldı.
Durum daha da kritik bir hal almadan mümkün olan en kısa
zamanda bütün bu süreci çökertmek ve doktordan önce davranıp
onu şaşırtmak işte bu yüzden bu denli önemlidir. Siz sorularını­
zı sorarsınız ama doktorun verdiği cevaplara güvenebileceğini-
zin bir garantisi yoktur. Söylediği her şeyin doğru olup olmadı­
ğını öğrenmeye çalışın. Bulabildiğiniz bütün kaynaklan oku-
yun. Onun bildiğinden daha fazlasını bilmek zorundasınız.
Genel olarak doktorlara, bir araba satıcısına ne kadar güve-
nirseniz o kadar güvenmenizde fayda vardır. Doktorunuz ne
söylerse söylesin, ne önerirse önersin, ilk önce bundan onun na-
sıl bir çıkarı olabileceğini dikkate alın. Örneğin, bir yeni doğan
uzmanı yüksek risk içeren uygulamaların bebeklerin hayatta
kalma oranlarını yükselttiğini söylerse, onun yüksek riskli uy-
gulamalar bölümünde araştırmacı olarak çalışıp çalışmadığını
öğrenin.
Bir başka doktorun görüşünü alırsanız ve zihninizde farklı
bir ikinci fikir oluşursa, geri dönüp ilk doktorla yüzleşmeli, ona
ikinci doktorun söylediklerini aktarmalısınız. İnsanlar ilk dokto-
run öfkelenip düşmanca davranmasından korktuklarından ge-
nellikle bunu yapmazlar. Ama bu yolla doktoru sınamak olduk­
ça değerlidir. Aslında doktoru öfkelendirmenizde ve düşmanca
davranışlarını açığa çıkarmanızda büyük yarar vardır; böylece o
doktora karşı tutumunuzu değiştirebilirsiniz. Tabii genel olarak
bütün doktorlara karşı tutumunuzu da değiştirebilirsiniz.
Tıbbi bir prosedürle ilgili olarak bir karar vermek zorunda
kaldığınızda, gerçekten bilgili olduğuna inandığınız insanları
arayıp bulmalı ve onlarla konuşmalısınız. Bir zamanlar, çok
uzun zaman önce, doktorlar bilgili ve kültürlü insanlardı. Sanat
ve edebiyat bilirlerdi. Zekâlarıyla, saygılı davranışlarıyla göze
çarparlardı. Bu artık böyle değil. Bilgi ve görüş kaynağı olabi-
lecek kişiler, sizlerle aynı deneyimlere sahip kişiler.
Kendinizi gereğince savunabilmek istiyorsanız şunu aklınıza
iyice sokmalısınız: Doktorun standartları kesinlikle sizin stan-
dartlarınızdan farklıdır ve kesinlikle sizinkilerden daha iyi değil-
dir. Doktorlar, daha sordukları ilk birkaç soruya verilecek
cevapların bile müdahale etme gerekliliğini doğurduğunu göz
ardı ederler. Ben doktorlara, zararsız kalp mırıltılarını, büyük
bademcikleri ve göbek fıtıklarını mesele haline getirip anne
babaya söylememelerini öneririm; bunların neredeyse tamamı
çocuk altı yaşma geldiğinde kaybolup gider. Ayrıca bir anneye
üç yaşmdaki oğlunun tuvalet eğitimi olup olmadığını sormama-
larını da öneriyorum; çünkü bu soru, tuvalet eğitimini henüz
tamamlamamış bir çocuğun annesinin otomatik olarak bir şeyle-
rin ters gittiğini düşünmesine yol açıyor.
Kendinizi teşhis prosedürlerinin tehlikeleri karşısında savun-
mak istiyorsanız daha pek çok stratejiyi öğrenmeniz gerekir. Ta-
bii ki kaza, yaralanma ya da ani apandisit gibi acil bir durum söz
konusuysa seçim şansınız yok. Ancak bu olaylar, tıbbi vakaların
sadece yüzde beşini oluşturur. Sizde hiçbir hastalık belirtisi yok-
sa, ilk aşamada kontrol için doktora gitmeyi aklınızdan bile ge­
çirmeyin. Hastaysanız, ilk savunma stratejiniz olası sorununuz
hakkında doktordan daha fazla bilgi sahibi olmaktır. Hastalığı­
nız hakkında bilgi edinin, hem bu hiç de öyle zor değil. Siz de
doktorun çalıştığı kitaplara ulaşabilirsiniz; üstelik doktorunuz
bu kitaplardan öğrendiği bilginin çoğunu unutmuş olabileceğin-
den, teşhis koymada ondan daha da becerikli olabilirsiniz. Bir
insanın ömrü boyunca yakalanma olasılığı olan her hastalık için,
herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış kitaplar vardır. Önem-
li olan, sorununuz hakkında doktorla eşit platformda tartışabil-
mek için mümkün olduğunca fazla bilgi edinmenizdir.
TEHLİKELİ TEŞHİS
Herhangi bir hastalık belirtisi göstermeyenlere fiziksel kont-
rolden geçmek üzere doktora gitmelerini hiç tavsiye etmiyo-
rum. Hastalık belirtisi gösterenlere gelince; bu sizin için de pek
iyi bir fikir değil. Baştan sona teşhis prosedürünün tamamı, ki
muayenehaneye adım attığınız andan başlayıp elinize ya bir re­
çete ya da bir uzman adının yazılı olduğu bir kâğıt tutuşturul-
muş olarak muayenehaneden ayrıldığınız ana kadar geçen süre-
dir, dualarınızın nadiren kabul edildiği bir tür dini törendir.
Sanırsınız ki, sırf kendinizi bir doktorun ellerine, ki hazret de
bir tür din adamıdır, teslim edip onun isteklerine boyun eğme gi-
rişiminiz bile muhtemelen ulvi bir iyileşme ihsan edecektir size.
Ne kadar çok tetkik yaptırırsanız ve daha ne kadar çok tetkik
yaptırabilirseniz o kadar iyi olacağınız duygusuyla hareket eder-
siniz. Zırvalık!
Teşhis prosedürüne güvenle değil, kuşkuyla yaklaşmak zo-
rundasınız. Tehlikelerin farkında olmalısınız. Görünüşte en ba-
sit, en zararsız sanılan etkenler bile hem sağlığınız hem de iç hu-
zurunuz bakımından bir tehdit olabilir.
Sağlığınızı “uzmanlar”ın eline bırakmak yerine kendi ellerinize alın. Size doktorunuzun söylediklerini körü körüne kabul
etmeden önce sorgulayın. Araştırın. İnternet bu konuda özellikle yabancı dil bilenler için uçsuz bucaksız bir bilgi okyanusu.
Sonuçta siz “uzman” için bir “müşteri”, bir “vaka”sınız. Öncelikle ilaç ve/veya ameliyat öneren doktorlardan sakının.
Eğer bir tıp doktorunuz yoksa bu kitabı okuyun.
Eğer tıp doktorunuz varsa bu kitabı okuyun.
Eğer tıp doktoru olmak istiyorsanız bu kitabı okuyun.
Eğer tıp doktoru iseniz bu kitabı okuyun.
Doktor ya da doktor adayı ol­mayan insanlara yakın durun. Çok fazla çalışmayın. A almak için çabalamayın. Tıp fakültesinden atılmak neredeyse mümkün değildir; yani sadece sessizce geçip gidebilirsiniz. Eğitiminiz için büyük bir yatırım yapın; ama aşırı olmasın. Hayatınızın ge­ ri kalan kısmını dışarıda bırakacak bir yatırım yapmayın.
Kanser tedavisinde kullanılan ke­moterapi, ameliyat ve radyasyonun aslında mantıksız ve bilim­sel olarak desteklenmemiş uygulamalar oldukları açığa çıkarıl­dıkça, bütün geleneksel onkoloji sahası ortadan kaybolacaktır.
Ve elbette, daha çok anne bebeğini emzirmeye teşvik edildikçe çocuk hastalıkları uzmanlarıda ortadan kaybolacaklardır.
Doktor, kür­tajın, ileride prematüre bebek dünyaya getirme olasılığını yüzde elli oranında artıracağını kadına söylemelidir. İsrail’de on bir bin hamile kadının incelendiği araştırmadan da bahsetmelidir.
Bu araştırmaya göre: “Daha önce kürtaj olmuş kadınların, normal doğum yapma olasılıklarının çok daha az olduğu görülmüş­tür. Kürtajı takiben gerçekleşen doğumlarda, erken bebek ölüm­lerinin göreceli riski iki kat, geç bebek ölümleri riski de üç dört kat artmıştır. Düşük kilolu bebeklerin doğma sıklığında, bir kürtaj geçmişi olmayan annelerin bebeklerine göre önemli artışlar olmuştur. Büyük ve küçük doğum kusurlarında da artışlar ol­muştur.”
Biberonla beslenmenin yanlış olmasının sebebi, çok sayıda sağlıksız koşul yaratıp bebeği, mide bağırsak hasta­lıklarına, alerjilere, enfeksiyonlara maruz bırakması; anne bebek arasındaki bağın zayıflamasına yol açmasıdır.
Yüzeysel semptomlar yerine hastalıkların sebepleriyle ilgilenen yeni dok­tor, rafine edilmiş şeker ve un tüketmek, fazlasıyla işlenmiş gı­dalar tüketmek, sigara içmek ve egzersiz yapmamak gibi konu­larda hastalarını sürekli uyaracak; bu anlamda, suçluluk duy­ gusundan da yararlanacaktır.
Yeni doktor, yeni doğum yapmış bir kadına, bebeğin beslen­mesi ve bakımıyla ilgili seçenekleri açıkça anlatacaktır; bebeği biberonla beslemenin emzirmek kadar güvenli ve sağlıklı olma­dığını kesin bir dille söyleyecektir.
Doktorlar, politikada aktif rol oynayan toplumsal liderler olacaklardır; çünkü toplum sağlığı adına duyulan endişeler bunu talep etmektedir. Su şirketi, halka ait suya flor katmak istediğin­ de, yeni doktor derhal oraya gidip insanları bu uygulamanın bi­ yolojik sonuçlarından haberdar edecektir. Enerji şirketleri, nük­ leer enerji fabrikası inşa etmek istediğinde, yeni doktor orada öylece durup toplum sağlığının tehdit edilmesine izin vermeye­ cektir. Yeni doktor, tıbbın siyasallaştırılmasına göz yummak ye­ rine, sağlık ve hastalık söz konusu olduğunda siyasi bir tavır al­ mayı kabul edecektir. Yeni doktor, “kötü” politikanın hastalık faktörlerinden biri olduğunu söylemekten çekinmeyecektir.
Çocuklarınıza aşı yaptırmamak için okul yönetimine karşı çıkmanız siyasi bir ey­lemdir.
Sağlık, ne doktorla başlar, ne de onunla son bulur.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Alternatif tıbba il­ginin her geçen gün biraz daha arttığını görüyorum.
Hasta­ne ortamındaki pislik yüzünden hastalanacak olursanız, doktor size, nosokomiyal bir enfeksiyon kaptığınızı söyler; “hastane kaynaklı” bir enfeksiyon demez.
Doktor hiçbir zaman kaybetmez: sadece hastalar kaybeder.
Karnındaki bebeği, olması ge­reken pozisyonda duran bir anne ultrason cihazına bağlanır da cihaz bebeğin stres altında olduğunu söylerse, doktor bu durumu ölüm kalım meselesi haline getirmekte bir an bile tereddüt et­mez; sezaryen doğumu başlattığındaysa gerçekten de durum bir ölüm kalım meselesi haline gelir. Sezaryenin biyolojik olarak tehlikeli olduğunu doktor da bilir. Ancak oyun artık biyolojik kurallarla oynanmamaktadır.
Modern tıp diniyse size kendinizi suçlu hissettirecek tek bir “günah” tanır: doktora gitmemek.
Ben tıp fakültesi öğrencilerine, mümkün olduğunca hızla mezun olmalarını tavsiye ederim. Tıp fakültesindeki ilk iki yıl­ da hayatta kalmak daha kolaydır, bu dönemde öğrenciler nispe­ ten isimsizdirler. Öğrenci, isimsiz kalmayı sürdürmek için elin­ den gelen her şeyi yapmalıdır. Hocalar onu tanımazlarsa onunla uğraşamazlar. Tıp fakültesindeki son iki yıl daha kişiseldir ama öğrencinin, saldırıların etkilerini üzerinden atmak için daha çok zamanı vardır. Bir öğrenci, sınıfını geçmek için kendisini harap etmeyip sadece yeteri kadar çalışırsa sağ salim bitiş çizgisine varma olasılığı daha yüksektir. Ardından diplomasını almaya hak kazanacaktır; benim tavsiyemse bu sevdadan vazgeçmesi­ dir. İhtisas yapmayı ve uzmanlık eğitimini unutun; aksi takdirde gece gündüz hocalarınızın esareti altında yaşayıp tam anlamıyla beyninizin yıkanmasına hazır olun. İşte şeytanın rahipleri asıl o zaman yetiştirilmeye başlanır.
Doktor, hastasından mutlak teslimiyet bekler; doktor hasta ilişkisi daha çok sahip köle ilişkisine benzer. Böyle bir ha­va içinde, doktorun hastasıyla fikir alışverişi yapması beklene­mez.
Tıp mesleğiyle ilgili konular üzerinde çalışan sosyologlar, doktorlarda görülen yüksek hastalık oranları için çok çeşitli se­bepler ortaya atıyorlar. İlaçlara çok kolay ulaşabiliyorlar; ciddi stres altında çok uzun saatler çalışmak zorundalar; özgeçmişleri ve psikolojik yapıları, güçlerinin sınırlarını zorlamalarma sebep oluyor; hastalar ve toplum onlardan çok fazla şey talep ediyor.
Doğru olsun ya da olmasın, bu sebeplerin hiçbiri doktorların ciddi anlamda hastalıklı insanlar oldukları gerçeğini makul gös­termiyor.
Doktorlar, ilaca bağlı uyuşturucu madde kullanmaya herhan­gi bir insana göre otuz ila yüz kat daha fazla yatkındırlar.
Bebeğin zararlı bir şey olduğunu çağrıştırsın diye nüfus “pat­laması” terimini kullanırlar. Kürtajı klinik olarak yaşamdan ya da ölümden ayrı göstersin diye gebelik “planlaması” ya da ge­ beliğe “son verme” derler. “İnsaflı cinayet” demek yerine “öte­ nazi” derler. Oysa insaflı cinayet, bu durumu tanımlamak için ne kadar uygun bir kelime. Üstelik çok güzel bir sıfatı da var. Söz­ cükleri değiştirerek gerçeği saklamak konusunda en korkunç te­ şebbüs, “haysiyetli ölüm” tanımının ortaya atılmasıdır. Yani “haysiyetli” olduğu sürece ölüm, her koşulda kabul edilebilir bir gerçektir. Komik olan şu ki, bu tanımlamanın en sık kullanıldı­ ğı durumda yapılan “fişi çekme” işlemi, olayın bütün haysiyeti­ni silip süpürür.
Kültürel bir güç, bir başka kültürel güce üstün gelip de o top­lumu ele geçirdiğinde, değiştirilecek ilk şey dildir.
Yaşlı insanları, ayak altından çekilip bir an önce ölmeye teş­ vik etmede doktorların üstüne yoktur. Onlara karşı takındıkları tavır, ölüme mahkum etmeyle eş anlamlıdır. “Bununla yaşama­ yı öğrenmek zorundasın” ve “Bu yaşta başka ne bekliyorsun ki?” gibi cümleler, yaşlı insana, sorununun beklenen bir durum olduğunu anlatır. Onlar da beklenen bütün hastalıkları bekleme­ ye başlarlar. Sonunda da yakalanırlar. Doktorlar, genellikle yaş­ lılıkla ilgili olan bu sorunların çaresi olmayan hastalıklar olma­ dığını; doğal yollarla önlenip iyileştirilebileceğini itiraf etme­ dikleri için, hastalar da her türlü ağrı kesiciyi -ve ölümcül ilacı- yutmaya hazırdır. Üzerlerine henüz modern tıbbın ölü toprağı örtülmemiş bazı kültürlerde insanlar becerilerinden hiçbir şey yitirmeden çok ileri yaşlara kadar yaşarlar. Modern tıpsa, ömrü değil, ölümü uzatır.
Azim ve umut hayat süresini uzatıyor. Oysa ölümü kabullenmek ya da umutsuzluğa kapılmak ömrü kısaltıyor.
Kanser gibi amansız hastalıkları olan insanların, bu hastalıkları reddedip mücadeleyi seçtiklerin­ de, hastalıklarını “kabullenmiş” insanlara göre daha uzun yaşa­dıklarını ortaya koyan birçok araştırma vardır.
1973 yılında İsrail’deki doktorlar, bir günde baktıkları hasta sayısını altmış beş binden yedi bine indirdiklerinde de aynı şey oldu. Grev bir ay sürdü. Cenaze İşleri’ne göre, o ay içinde İsra­il’de ölüm oranı yüzde elli oranında düşmüştü. Doktorlar en son yirmi yıl önce greve gittikleri için, o günden bu yana ölüm oran­ larında çarpıcı bir düşüş kaydedilmemişti!
Hastane kaynaklı enfeksiyonun en sık gö­ rüldüğü; laboratuar testlerinde ve ilaç hazırlanmasında en fazla hatanın yapıldığı; hastaların en sık karıştırıldığı ve en büyük psi­kolojik hasarın verildiği hastaneleri bulmak istiyorsanız eğitim, araştırma hastanelerine gidin. Deneme tahtası olarak kullanıl­ mak istiyorsanız, ki bir tedavinin doğruluğunu (yanlışlığını?!) kanıtlamaktan, bir ilacm işe yarayıp yaramadığını anlamaya ka­ dar her şey olabilir, üniversite hastanesinden daha uygun bir yer bulamazsmız.
Doktorun yetki alanı içindeyseniz, oyunu onun kurallarıyla oynarsınız.
Araştırma yapan bir doktor, bulgularının hayata geçirilmesini talep edecek kadar sınırı aşacak olursa, modern tıbbın gözünde kariyerini anmda mahvedebilir!
Başlangıçta hastaneler “fakirhane” olarak or­taya çıkmıştı.
Sayıları bu denli arsızca artan hastanelerin varlık sebebi, hiz­met vermeleri gereken insanların iyiliği değil, tıp mesleğinin ke­yif sürebilmesidir.
Hastanelerin herkes için dünyadaki en berbat yer olduğunu söyleyebilirim.
Sizi öldürecek ya da sakatlayacak ilaçlar almı­yor olmanız, havada uçuşan başka kimyasallar nedeniyle hasta­nede yattığınız süre içinde sağlığınızın kötüye gitme olasılığını ortadan kaldırmaz
Çocuk servisleri ve yeni doğan üniteleri, yayılmakta olan en­feksiyonlara karşı en hassas bölümlerdir. Hastanedeki en tehli­ keli bölümün yeni doğan ünitesi olduğu, hastanelerde çok iyi saklanan bir sırdır. Çünkü buradaki bebeklerin hiçbirinde özel­liklede bağışıklık sistemini güçlendiren anne sütünden mahrum bırakılmış olanlarda mikroorganizmalarla savaşacak bağışıklık sistemi henüz gelişmemiştir.
Salgın hasta­lıkların hastanelerde hızla yayıldığına ve bu nedenle herkesin eve gönderilmesi gerektiğine az tanık olmadım. Bakteriler tara­fından istila edilmiş hastanelerde, salgın nedeniyle hastanenin ya da hastane personelinin suçlandığımysa ender olarak gör­düm. Suçu hep ziyaretçilerin üzerine atarlar! Ziyaretçi saatleri­nin sınırlandırılması, salgının kaçınılmaz bir sonucudur. Aslında ziyaretçileri uzak tutmak, yapılması gerekenlerin sadece yarısı­dır. Hastalarda hastanelerden uzak tutulurlarsa çok daha iyi olur.
Tıp çok ilerledi; her yıl yaklaşık on beş bin kişi hastanelerden kaptığı enfeksiyonlar nedeniyle hayatını kay­bediyor.
Hazırlanan yemeklerden arta kalan hayvansal ve bitkisel atıklar; döküntü ve çöpler; teşhis, tıbbi, cerrahi ve otopsi kaynaklı biyolojik atıklar; yara bezleri; sargı bezleri; ameliyatlarda ve otopsilerde çıkarılmış dokular; havada asılı mikroplar; plasentalar; organlar; kesilmiş kol ve bacaklar;
kurban edilmiş deney hayvanları; tek kullanımlık yatak bezleri ve çamaşırlar; kateterler; sabunlar; vücut sıvıları; bardaklar;
maskeler; numune almaya yarayan pamuklu kulak çubukları;hijyenik kadın bağlan; alçılar; şırıngalar ve dışkı materyalleri.
Bunların hepsi aynı yolu izler, aynı yerde toplanır ve aynı kişi­ler tarafından çöpe atılır; yani hasta odalarına ve ameliyathane­lere girme yetkileri olduğu gibi mutfağa, laboratuarlara ve mor­ga girme yetkileri de olan insanlar tarafından.
Hastanelerin kiri pası tozu başka yerlerin kirine tozuna benzemez.
Hastanelerde, şehrin başka hiçbir yerinde karşılaşamayacağını mikroorganizmalar mevcuttur.
Hastane, modem tıp dininin tapınağıdır ve elbette yeryüzündeki en tehlikeli yerlerden biridir.
Hastane denilen yer savaş alanıdır. Oradan uzak durmak için elinizden geleni yapmalısınız. İçeri girmek zorunda kalacak olursanız, yanınızda mümkün olduğunca çok müttefikiniz olma­lıdır; ilk ve tek hedefiniz de en kısa zamanda dışarı çıkmak ol­malıdır.
Ameliyatın çözüm olmadığı sonucuna varırsanız, içinde bu­ lunduğunuz durumdan sıyrılmak için ne yapmanız gerekiyorsa yapın. Doktora karşı gelmekten korkmayın. Ameliyat olmayı is­temediğinizi ve olmayacağınızı açıkça söylemek en iyisidir ama “Bu konuda biraz düşünmem lazım” oyununu oynamak sizin için daha rahatlatıcı bir çözüm de olabilir.
Başından beri sizi ameliyat ettirmeye çalışan doktorunuz, tükürdüğünü yalamak is­temediği için sizi hastası olmaktan azletmekle tehdit edebilir.
Zaten ameliyatın tek çıkış yolu olduğunu söylediyse, sizi başka bir yöntemle tedavi etmesi beklenemez, öyle değil mi? Öyle ya da böyle, tek parça olarak kalma kararınız bir doktor kaybetme­nize neden olacaksa, bırakın olsun.
Benim bir cerraha sorulacak en gözde sorum şudur: “Ameli­yatın yapılacağı gün şehir dışında olsaydınız, bu ameliyatı yap­ması için kimi önerirdiniz?” Bu sorunun bir başka versiyonu da şöyledir: “Doktor, sizin ameliyat olmanız gerekseydi, kime gi­derdiniz?
Cerrahların, kaç ameliyat yaptıklarına bağlı olmaksızın düzenli maaş aldıkları hastanelerde, rahim alma ve bademcik ameliyatı oranının, “hizmet başına” para ödenen has­tanelere göre üçte bir oranında daha az olduğu görülmüştür.
Doktorlar ebelerin hiçbir zaman yapmadıkları bir şeyi yaptılar: Cesetlerle çalıştıkları otopsi laboratuarlarından çıkarak doğum yaptırmak üzere doğruca doğumhanelere girdi­ler. Anne ve bebek ölümleri, ebelerin doğum yaptırdıkları zama­na oranla roket hızıyla arttı. İgnaz Philipp Semmelweis adlı ce­sur bir doktor bu ölümcül bağlantıya dikkat çekip hastalıkların asıl sebebinin doktorlar olduğunu söylediği için tıp camiasından dışlanarak akıl hastanesine yatırıldı.
Doğal doğum sürecine yapılan ilk büyük müdahale vakum cihazlarının ortaya çıkmasıyla olmuştur. On altıncı yüzyılda ya­ şamış olan Chamberlen Kardeşler -asıl işleri berberlik olan iki berbat cerrah kardeş- doğum yaptıracakları odaya büyük tahta bir kuluyla girerlerdi. Herkesi dışarı çıkarır ve kutuyu açmadan önce doğum yapacak annenin gözlerini bağlarlardı. Kutunun içinde ne olduğu ancak on dokuzuncu yüzyılda açığa çıktı: do­ ğum vakumu. Doğum normal gelişimini izlese de izlemese de bebeği dışarı çıkarmak için vakum kullanmak, doğumu cerrahi bir işleme dönüştürme yolunda atılan ilk adımdı.
Cerrahların sahip olduğu itibar ve gücün peşinde hevesle ko­şan kadın-doğum uzmanları, doğal bir süreç olan doğumu, hızla cerrahi bir işlem haline dönüştürüyorlar.
Kadınla da gereksiz ameliyatların en büyük kurbanlarındadır. Her yıl milyonlarca kadının rahmi alınır.
Bademcik ameliyatları tam iki bin yıldır yapılıyor. Birçok vakada da faydası hiçbir zaman kanıtlanamadı. Doktorlar, ame­liyatın gerekip gerekmediği konusunda hâlâ uzlaşmış değiller.
Çocu­ğun horladığı ya da hırıltılarla nefes aldığı durumlardan bahset­miyorum; çocuğun nefes alışını gerçekten engelliyorsa ve çocuk gerçekten tıkanıyorsa bademciklerinin alınması gerekebilir.
Gereksiz ameliyatların bir başka kurbanı da çocuklardır. Ba­demcik ameliyatı ABD’deki en yaygın ameliyatlardan biridir.
Bütün çocuk ameliyatlarının yarısını bademcik alma operasyo­nu oluşturur. Her yıl yaklaşık bir milyon bademcik ameliyatı ya­pılır. Buna rağmen ameliyatın çok iyi sonuçlar doğurduğu bugü­ne dek gösterilebilmiş değil.
Her yıl yapılan iki buçuk milyon ameliyatın gereksiz olduğunu ortaya koyuyor. Bu ameliyatlar her yıl dört milyar dolara ve on iki bin insanın hayatına mal olu­yor; ameliyat sırasında ya da sonrasında oluşan çeyrek milyon ölümün yüzde beşinden de bu operasyonlar sorumlu. Bağımsız denetçilerse, gereksiz ameliyat sayısının üç milyondan fazla ol­duğunu söylüyorlar. Çeşitli araştırmalar, faydasız ameliyat ora­nının yüzde on bir ila otuz arasında değiştiğini ortaya koyuyor.
Bense, ameliyatların yaklaşık yüzde doksanının gereksiz zaman, enerji, para ve hayat kaybı olduğunu düşünüyorum.
Her ilaç bedeninizi bir biçimde incitir.
Doktorunuza yığınla soru sormadan, size ilaç yazmasına izin vermemelisiniz. İlacı almazsanız ne olacağını sorun. İlacın size ne yapmasının beklendiğini ve bunu nasıl yapacağını sorun. Yan etkilerinin neler olduğunu sorun. İlacın hangi durumlarda tavsiye edilmediğini sorun. Ama çok açık ve net cevaplar bekle­ meyin. İlaçların büyük çoğunluğunun nasıl iş gördüğü onları ge­ liştiren kişiler için bile gizemini korumaktadır.
Doktorunuzun reçeteye yazdığı herhangi bir ilacın ilk dozu­ nu almadan önce, ilaç hakkında doktorun kendisinin bildiğinden daha fazla bilgi edinmeyi görev haline getirmelisiniz. Tekrar söyleyeyim; durumunuz hakkında doktordan daha fazla şey öğ­ renmeniz o kadar zor değildir. Doktorlar, ilaçlar hakkındaki bil­ gilerinin büyük çoğunluğunu reklamlardan, satış temsilcilerin­ den ve kendilerine dağıtılan broşürlerden öğrenirler. Yapmanız gereken tek şey, ilacı kullanıp kullanmayacağınıza karar verme­ den önce, ihtiyacınız olan bilgiyi elde etmek için iyi birkaç ki­ tapla biraz vakit harcamaktır.
Seksen yıldan uzun süredir piyasada olmasına rağmen, aspirinin nasıl etki ettiğini doktorlar bile hâlâ tam olarak çözemiyorlar. Çok uzun bir zamandır “ailemizin dos­ tu” olduğundan, aspirinin de yan etkileri olduğunu ve kendine özgü tehlikeleri beraberinde taşıdığım fark edemiyorlar. En yay­ gın yan etkisi olan mide kanamasının yanı sıra, doğumdan önce­ ki yetmiş iki saat içinde anne tarafından alındığında, bebeğin ka­fa derisi altında kanamaya neden olabiliyor.
Hamileyseniz bu şüpheler ikiye katlanır. Aslında, hamileyse­ niz, bütün ilaçlardan tamamen uzak durmanız hem sizin hem de bebeğinizin yararınadır. Sizde çok az yan etkisi olan ya da hiç yan etkisi olmayan bir ilaç, içinizde gelişmekte olan cenine ta­ miri olmayan hasarlar verebilir. Unutmayın; yüzlerce ilaç, cenin üzerindeki etkilen bilinmeden önce piyasaya sunulmuştu. Bebe­ğinizin sağlıklı yaşama hakkını bilime bağışlamak ve bir ilacın yan etkilerini ilk ortaya çıkaran kişi olmak istemiyorsanız, ölüm kalım meselesi olmadığı sürece hiçbir ilacı kullanmayın.
Doktorunuza güvenmeyin. Reçeteye yazdığı ilacın tehlikeli ol­ duğunu varsayın. Güvenli olan hiçbir ilaç yoktur. Eli Lilly’nin şu sözlerini daima aklınızda bulundurun: Zehirli etkisi olma­ yan bir ilaç, ilaç değildir.” Her ilaca şüpheyle yaklaşılmalıdır
Batı’da uygulananın dışında bazı tıp sistemlerine baktığınız­ da, besin kaynaklarına ne kadar önem verildiğini görürsünüz.
Ama modem tıbbın “besini” ilaçlardır..
Hizmet başına vizite ücreti” sisteminde, alelacele yapılan bir iğne, dok­ tora da, eczacıya da, ilaç üreticisine de maddi bir ödül vermek demektir. Bir taşla üç kuş!
İlaç şirketleri, ürettikleri ilaçları kullandırtsınlar diye her yıl doktor başına ortalama altı bin dolar harcar.
Bir çocuğun canı sıkılıyorsa, bir yerde uzun süre oturamıyorsa, hiperaktiftir ve ilaca ihtiyacı vardır. Bir ömür hiç egzersiz yapmadıysanız ve doğal olarak eklemleriniz sertleştiyse, ilaca ihtiyacınız var de­ mektir. Tansiyonunuz biraz yüksekse, ilaca ihtiyacınız vardır.
Burnunuz akıyorsa, ilaca ihtiyacınız vardır. Hayatınız yolunda gitmiyorsa, ilaca ihtiyacınız vardır. Bu böyle sürer gider.
Kutsal su herkese verilir: yeni doğan bebeğin gözlerine gümüş nitrat damlatılır; doğum yapan annelere, hastanede yatan diğer hasta­lara damardan sıvı verilir; düzenli olarak herkese aşı yapılır ve su kaynakları flüor sayesinde kimyasal karışımla tanışır. Saydı­ğımız bu dörttür kutsal su otomatik olarak, hiç düşünülmeden insanlara zorla verilir; isteseler de istemeseler de, ihtiyaçları ol­sada olmasa da. Yine bu dört tür kutsal su, yüzde doksan do­kuz oranında gereksiz yere kullanılır. Dördünün de güvenilirli­ği tartışmalıdır.
Okulların öncelikli amacı, öğrenme yoluyla merak zekâsı­nı açığa çıkarmak değil, gereğince sosyalleştirilmiş, yönetilebi­len vatandaşlar yaratmak olduğundan, tıp ulemasıyla devlet, ulusal düzeni koruyup devam ettirmek için güçlerini birleştirmiş durumdadır.
ilaçlar sadece büyümeyi baskı­layıp yüksek tansiyona, sinirlilik haline ve uykusuzluğa neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda çocukları “cesur yeni dün­ yacın zombileri haline dönüştürüyor. Çocukların önemli dere­ cede yavaşladıklarından emin olabilirsiniz. Ayrıca daha az tep­ kili ve daha az ilgililer; daha az gülüyorlar, daha duygusuzlar ve uzun zaman aralıkları içinde tarafsız olarak değerlendirildikle­ rinde, kimse iyiye gittiklerini söyleyemiyor.
Deride döküntü, kurde­ şen, ışığa karşı hassasiyet, baş dönmesi, güçsüzlük, kas kramp­ ları, kan damarlarında yangı, deride ürperme hissi, eklem ağrıla­ rı, zihin karışıklığı, konsantrasyon güçlüğü, kas spazmları, mide bulantısı, cinsel aktivitede azalma ve iktidarsızlık. Bu sonucu yan etki hem kadınlarda hem de erkeklerde görülmektedir. Orta yaşlı nüfusun ne kadarının herhangi bir psikolojik nedenle değil de aldıkları tansiyon ilaçları sebebiyle iktidarsızlık yaşadıklarını bazen merak ediyorum. Dünyadaki hiçbir cinsel terapi, ilaç kay­ naklı iktidarsızlığı ve cinsel istek kaybını düzeltemez. Doktorlar bu ilaçların yan etkilerinden haberdar değillerse, işlerini gerek­ tiği gibi yapmıyorlar demektir çünkü ilaç üreticileri, bu yan et­ kileri listeler halinde yayımlıyor. Doktorlar bu yan etkilerden haberdar oldukları halde hâlâ bu ilaçları reçetelerine yazmaya devam ediyorlarsa, o zaman şunu merak etmeniz gerekir: Peki ya yüksek tansiyonu olan kişi bir doktor olsaydı, bu ilaçları ken­ disi kullanır mıydı?
Östrojen terapisi gençliği korumak için, kozmetik amaçlar için, depresyonu hafifletmek için ve kalp damar hasta­ lıklarını önlemek için kullanılıyor. Bütün bu kullanım alanların­ da faydalı olup olmadığıysa kanıtlanmış değil. Östrojenler daha yaşlı kadınlardaki kemik erimesini önlemek için de kullanılıyor.
Kemik erimesi, egzersiz ve diyetle de önlenebilir; hem bunlar kansere neden olmazlar. Orta yaşlı kadınların pek çoğu, depres­ yon belirtisini gördükleri anda doktorlarından östrojen talep edi­ yorlar. Doktorlarsa, depresyonun başka bir sebebi olup olmadı­ ğını ve östrojen ya da herhangi bir ilaç olmaksızın tedavi edilip edilemeyeceğini sorgulamaya pek vakit harcamıyorlar.
Pili kullanmakta olan kadınların hayret verici derecede büyük çoğunluğuysa kırk yaşın altında.
Riskler bu kadınlar için de çok büyük ve sadece kalp damar has­talıklarını değil, karaciğer tümörlerini, baş ağrılarını, depresyo­nu ve kanseri de içeriyor. Kırk yaş üzerinde Pili kullanmak, kalp krizinden ölme riskini beş katına çıkarıyor; otuz ila kırk yaş arasmda kullanmaksa bu riski üç katına çıkarıyor. Pili kullanan bü­tün kadınlar, kullanmayan kadınlara göre altı kat daha fazla yük­sek tansiyon riski taşıyorlar. Felç riskleri dört kat ve pıhtılaşma nedeniyle damar tıkanıklığı oluşma riski de beş kat daha fazla.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir