İçeriğe geç

Bahçede Felsefe Kitap Alıntıları – Damon Young

Damon Young kitaplarından Bahçede Felsefe kitap alıntıları sizlerle…

Bahçede Felsefe Kitap Alıntıları

“Toplumun içindeki (zekâ, adale kuvveti ve güzellik gibi) doğal eşitsizlikler, (sınıf, statü gibi) siyasi eşitsizlikleri beraberinde getirdi. Bu da aldatmacaya yol açtı; çünkü belli özelliklere sahip olmayan kişi, onlara sahipmiş gibi davranmak zorundaydı. “Olmak ve görünmek iki ayrı şey oldu.”

J.J. Rousseau

“Doğada bulunmayı bu kadar sevmemizin nedeni onun bizimle ilgili bir kanıya sahip olmamasıdır.”
-Nietzsche-
“Yaşanan zaman kaybedilen zamandır.”
“Bir öküz, çiftçinin tarım planını ne kadar anlarsa biz de evreni o kadar anlıyorduk.”

Pope

“Normalde saklı kalan veya unutulan doğa-insan birlikteliği, bahçede çarpıcı bir şekilde görünür hale gelir; bir şova, bir sergiye, bir sunuma dönüşür.”
“Kendimi bir incir ağacının altına attım ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim.”
Umut, kanatları olan bir şeydir. Gelir ruhun üzerine tüner.
Düşüncelerimi toplamam için üstümde mavi gökyüzü olmalı. Nietzsche
Hepimiz sadece kendimizleyiz. Nietzsche
İnsan, bitmek bilmeyen bir sorudur, yanıt değil!
, Dünya hayran olunası bir makinedir, öyleyse dünya, hayran olunası bir aklın eseridir, diye yazmıştı. Dolayısıyla Voltaire, Ferney’ deki gündoğumlarını ve tarlaları derin bir tasarım harikası olarak görüyordu.
Voltaire, Tam bir toprak ağası oldum sonunda, diye yazmıştı, kilise karşıtı bir ironiyle.
Candide adlı eserinde bu cesur ifadeleri kullanmıştı. Kitap, metafizik iyimserliği hedef alarak, fılozof Gottfried Leibniz ve Voltaire’in daha genç çağdaşlarından Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürleri tiye alıyordu. Kitapta Leibniz’i temsil eden karakterin ismi Dr. Pangloss idi. Pangloss bu dünyanın olası tüm dünyaların en iyisi olduğuna inanır; ona göre, evrensel açıdan, her şeyin en iyisi bu dünyada mevcuttur. Tecavüz, işkence, yoksulluk ve açlık, zalim ve yetersiz bir tanrının işi olarak görülebilir ama aslında bunlar muhteşem bir bütünün parçalarıdır (bunları metafizik yan etkiler olarak düşünebiliriz). Bunlar eşitsizlik ve adaletsizlikle birleştiğinde, bu felsefe aslında muhafazakar bir mesajı yayıyordu: Dünyadaki gaddarlığı görmezden gelin çünkü bunların hepsi en iyiye ulaşmak içindir. Kitabın kahramanı Candide, bu beylik lafları safça kabul eder, sonra da bunların saçmalığıyla yüzleşmek zorunda kalır. Pek çok kötülüğe tanık olduktan ve kendisi de acılar çektikten sonra Candide, bu metafizik-teolojik-kozmolojik saçmalıkları reddeder ve huzurlu bir hayata çekilir. Pangloss’ a son sözü meşhurdur: Bahçemizi ekip biçelim.
Sartre cinsellikten pek zevk almıyordu, bunun sebebi de seksin fiziksellik içermesiydi. Varlık ve Hiçlik’teki vıcık vıcık yapışkan maddeyle ilgili açık yüreklilikle yazılmış tuhaf paragraflar, aynı zamanda, hem bitkilerin özsuyunu hem de meniyi ve seksi lanetler; yapışkan madde, kadınsı, tatlı bir intikam duygusunu temsil eder. Cinselliğin onu rahatsız ettiği açık; bir sevgilinin onun bedeninden hiç zevk alamayacağına inanıyordu. Tahrik olduğunda ortaya çıkan reflekslerden rahatsız oluyordu ve kendisini sevişmekten çok mastürbasyondan hoşlanan biri olarak tanımlıyordu. Bu ikisinden de fazla zevk aldığı şey ise, bu konu hakkında Beauvoir’a uzun uzun mektuplar yazmaktı.
bulantı kaybedilen özgürlüğün tadı tuzudur. Midemizi bulandıran her şey (kan, bağırsaklar ve çürümüş et gibi) içine hapsolduğumuz bu bedeni hatırlatır.
Sartre’a göre bilinçlilik, hiç durmadan var eden ve yok eden, sürekli olarak hem kendisini hem de dünyayı şekillendiren, sonra da her ikisine de hayır diyen ve sonra da onları baştan yaratan bir haldir.
Ağaç, Sartre’ın midesini bulandırıyordu çünkü ağacın varoluşunun bir amacı yoktu. O sadece vardı. Ve bu var olma durumu aptalcaydı. Sadece amaçsız ve plansız var olmakla kalmıyor, aynı zamanda büyüyerek, çiçekaçarak, meyve vererek, üreyerek var kalmaya devam ediyordu. Ağaç yaşamak istediği için değildi bu; yaşamamak kestane ağacının elinde değildi. Roquentin kitapta şöyle der, Her varlık sebepsiz doğar, zayıflıktan ötürü varlığını sürdürür ve tesadüfen ölür. Roquentin parkta baktığı
her yerde bu abes varoluşu görüyordu: durduk yere çoğalan hayatı
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Sartre’ın hikayesinde, Roquentin’ in park ziyareti, onda felsefi bir aydınlanmaya yol açmıştı. Keyifli değil ama aydınlatıcıydı. Roquentin haftalardır bulantı dediği şeyden şikayetçiydi; fincanlar, yiyecekler ve eller gibi sıradan şeylerin tetiklediği bir bulantı ve baş dönmesiydi bu. Başkalarına yabancılaşıyor ve onların normalliğin içinde bu denli rahat olmalarına içerliyordu. Fakat sonunda, Bouville’ deki parkta bu yaşadığı sorunun (gerçek ve mecazi) köklerini anladı: Varoluş mide bulandırıyordu. Şöyle ya da böyle varoluşu değil de olma halini, tüm şeylerin temel varoluşunu kastediyordu. Roquentin’in gözünde (burayı Sartre diye de okuyabilirsiniz), bu durumun en güçlü sembolü kestane ağacıydı. Bulantı’daki şu paragrafın üzerine düşünmek gerekir: Gözlerim, aşırı bir doluluktan başka bir şey görmüyordu. Dalların üstünde varl ık öbekleri vardı; hiç durmadan kendini yenileyen ve hiç doğmamış olan varl ıklar Bankın üzerine adeta yığıldım, sersemlemiştim, kök eni olmayan bu varl ık bolluğu karşısında afal lamıştım: her yer filiz vermiş dallar, tomurcuklar, çiçeklerle doluydu, kulaklarım varoluşla uğulduyor, bedenim zonkluyor; yırtılacak gibi oluyor, bu evrensel tomurcuklanmaya gark oluyordu; tiksinti vericiydi.
Orwell, İngiliz sosyalistlerin, Sovyetler Birliği’ni ve komünist politikaları, körü körüne benimsemesine karşı çıkıyordu. Karşı çıkmasının bir sebebi, özgürlüklerin korunması ilkesi adınaydı; diğer sebebi ise, İspanya’daki komünist güçlerin Troçkist ve anarşistlere gaddarlıkla saldırmalarına şahit olmasıydı. inside the Whale (Balinanın İçinde) adlı makalesinde, Öldürülen insanların cesetlerini gördüm; savaşta ölen insanlar gibi değillerdi, katledilmişlerdi, diye yazmıştı. Komünizme boş bir inançla bağlanmak yerine tanıklık ediyor ve kendi tanıklığına göre yazıyordu. Önemli olan gerçeklerdi ve Orwell gerçekleri bulmaya niyetliydi .
Orwell parayı da tıpkı bir keşiş gibi aşağı görürdü, bahçeyle uğraşmayı pahalı zevklerden kurtulmanın da bir yolu olarak görüyordu.
Orwell için iyi bir hayat, zahmetli ve sıkıcı işler yapmak demekti. Romanındaki Aspidistra bunun bir sembolüydü: alt gelir grubundaki işçi sınıfının, çok az ışık ve suyla yaşayabilen dayanıklı ev bitkisiydi. Roman kahramanı Gordon Comstock içinse tembelliği ve muhafazakarlığı simgeliyordu. Orwell bunlardan kaçınmak için ölesiye çalışmıştı. Orwell ateistti ama onun bu çileci hayat felsefesinin dinsel bir yanı da
yok değildi. Yazar VS Pritchett, Orwell’i bir tür aziz ilan etmiştir.
Orwell’in, mutlu bir yaşam şansını sabote etme ihtiyacı olarak açıklıyor. Kronik suçluluk duygusu taşıyan yazar normal, orta sınıf bir yaşam sürdüremiyordu. Hem kendi ayrıcalıkları hem ülkesinin emperyalizmi yüzünden hem de Birinci Dünya Savaşı’na yetişemediği için suçluluk duyuyordu. Elbette babasının Hindistan İmparatorluk teşkilatındaki kariyeri ya da büyükdedesinin Jamaikalı kölelerden elde ettiği kazancın sorumlusu o değildi.
Orwell’in yeteneği, iyi bir eğitimi vardı ve azimliydi fakat en kritik anlarda, biyografi yazarlarının dediği gibi bunları sonuç vermeyen işlere harcayarak kendi kendisini yok ediyordu. Oxford’da öğrenim görmek yerine, Burma’ya kaçıp Hindistan İmparatorluk Polis Teşkilatı’na katılmıştı. Burada iyi bir kariyer edinmek yerine serserilik edip bulaşık yıkadı. Hiç askerlik yapmamış olmasına rağmen, yeni evlendiği karısı Eileen’i terk edip İspanya İç Savaşı ‘na katıldı. 1937’de faşist bir asker tarafından atılan kurşunla gırtlağından vuruldu, Hertfordshire bölgesindeki Wallington’da yatak istirahatiyle değil, yazarak ve bahçeyle uğraşarak iyileşti .
1946 yılının bahar aylarında Orwell’ e sekiz yıldır sürmekte olan verem teşhisi kondu. Hastaneye ya da sanatoryuma yatmak yerine, İskoçya’nın Hebridler takımadasındaki Jura Adası’nda Barnhill, Çiftliği’ni kiraladı.
İşimin dışında en çok değer verdiğim şey bahçıvanlık, özellikle de sebze yetiştirmektir. George Orwell,

otobiyografik bir not,17 Nisan 1 940

Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Württemberg Prensi’nin küçük kızı, Rousseau’nun tavsiye ettiği gibi yalınayak karda gezdirildiğinden, ayakları şişmiş ve kızarmıştı). Rousseau, bir doğa peygamberi olarak, pratik bir kuramcıdan çok bir sembol ya da bir edebi figür olarak önemliydi; çünkü teşhisleri basit, reçeteleri kısa vadeliydi. Fakat kendi hayatında, botanik yoluyla fikirleri sağlam bir çıkış noktası bulmuştu.
[Asil vahşiler] sadece huzuru ve özgürlüğü yaşar, onların tek arzusu yaşamak ve iş güçten kurtulmaktır Uygar insan ise hep hareket halindedir, sürekli ter döker ve kendine daha çok iş çıkarmak için beynini patlatır: Hayatı nın son anına kadar kendini angaryadan kurtaramaz, hatta ölümsüzlüğe kavuşmak için hayatından bile vazgeçer.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Filozofa göre, ilk insanlar akılcılık ve bilinçten yoksun saf hayvanlardı. Fakat ahlaki yönden masumdular; Rousseau’nun modern Fransa’ya atfettiği suçları işlememişlerdi. Ona göre bu suçlar, açgözlülük, zulüm, arzular, tutkular ve kibir di. Eşitsizliğin Kökeni ‘nde doğal hal üzerine yazdığı bölümlerde, dünyanın üzerinde ilkel bir hevesle gezinen, kaslı ve kalın kafalı fakat asil vahşilerin portrelerini çizmiştir. Rousseau’nun makalesinin 1754’te yayımlanmasından yüz yıl önce, Thomas Hobbes, Leviathan ‘da doğal hal den söz etmişti. Ancak Hobbes’un çizdiği portre çok daha farklıydı: Herkesin herkesle savaşı nda hayatın, kirli, yabani ve kısa olduğunu belirtiyordu. Rousseau, Hobbes’ a haklılık payını vermekle birlikte, İngiliz filozofun, modern insanın özelliklerini ilkel insana yansıttığını savunuyordu. Rousseau, akıl çağından önce insanoğlunun iki temel ilkeye göre hareket ettiğini söylüyordu; bunlar kendini sevmek ve merhamet duygusuydu. Bunlardan birincisi, amour de soi, insanların
hayatta kalmasını ve üremesini sağlıyordu (yiyecek, barınak ve eş bularak). İkincisi ise, pitie, Rousseau’nun, başka bir varlığın, özellikle de kendi türümüzden birinin acı çekmesine ve ölmesine dayanamamak olarak tanımladığı şeydi.
Filozof lsaiah Berlin, Rousseau
tarihin en kavgacı ve kültürsüz adamıdır; entelektüel hayatın sokak çocuğudur, diye yazmıştı.
İskoçyalı filozof David Hume, Fransız yazara kraldan maaş bağlatmak için çok uğraşmıştı. Bu çabalarına karşılık, Hume’un ödülü zalimlik ve komploculukla suçlanmak oldu. Sözde korunma altında olmam
için beni İngiltere’ye getirdin ama aslında yaptığın benim şerefimi zedelemekti, diye yazmıştı Rousseau filozofu hayretler içinde bırakarak. Bu evrede Rousseau, onu hayatının sonuna kadar rahat bırakmayan delilik alametlerini göstermeye başlamıştı. Ne var ki, ruh sağlığı yerindeyken de huysuz ve kaba biriydi.
Rousseau’nun edebi eserlerinde; cesur, dürüst ve adil olan yeni bir on sekizinci yüzyıl Fransız erkeğinin çarpıcı izlerini bulabiliriz. Bu elbette ideal bir portreydi. İtiraflar’ında, İnsanlara karşı içten gelen iyi niyetim; nefret etmeyi, incitmeyi hatta bunu istemeyi bile başaramıyor oluşum, diye yazarak kendisiyle övünmüştü. Çağın duygusal ruhuna uygun
olarak ve biraz da fazla kibirli oluşuyla Rousseau kendi erdemlerini anlatırken aşırı sıfatlardan hiç kaçınmıyordu.
Sorrento’daki düşünce ağacından on yıl sonra, Nietzsche kırk dört yaşındayken delirdi; bu, belki de ender cinsel ilişkilerinden birinde kaptığı frengiden olmuştu
Nietzsche’nin Yunan şair Pindar’dan ödünç aldığı, Neysen o ol, sözü için bir derstir
Nihayetinde kapıldığı delilik, özgürlüğünü elinden aldı; çünkü kardeşinin bakımı altında ölecek ve modern sanat ile edebiyata yaptığı katkılardan ve kardeşinin bunu Nazilere göre çarpıtmasından haberdar olmayacaktı.
Nietzsche’nin üstün insanı tehlikeli bir hayat sürmeli, Şen Bilim’de olduğu gibi Vezüv Dağı’nın eteklerine evler kurmalıydı. Zerdüşt’te sarp kayalıklardaki bir ağaç gibi olmalı, diye yazmıştı: Sarp kayalıklardaki bir ağaç, dikkatlice ve sükunetle denize doğru eğilir (tek başınalık ve üstünlükle ilgili olarak kullandığı botanik eğretilemeye dikkat ediniz). Yani, Nietzsche’ye göre büyük adam olmak için, üniversite ve salonlardan çıkmalı ve yeryüzünün gücüne ve savurganlığına karışmalıydı. Kapalı kapılar ardında oturup düşünmek nihilistlerin işiydi (Fransız yazar Gustave Flaubert’i bununla suçluyordu).
Putların Alacakaranlığı’nda adlı eserinde buna, Çekiçle felsefe yapmak, demişti. Nietzsche’nin eli çekiçli Übermensch’i (üstün insan) yok eden biri değildi aslında. O disipline, kendini zaptetmeye, incelik ve zerafete inanıyordu. Doğa, Nietzsche’ye tininin ne kadarının organik, ne kadarının sezgisel olduğunu öğretiyordu ve o, Şen Bilim’de tarz diye adlandırdığı şeyle, tininin organik ve sezgisel yönlerini yönetiyordu. Kendisi üzerinde gücü olmayan zayıf karakterler tarzın kısıtlamalarından nefret eder, diye yazmıştı. Nietzsche gibi güçlü karakterler ise bu biçimde varolmayı amaçlardı; filozofun kendisi gibi yalnız ve hasta olsalar da.
Tanrı, ruh, ilahi lütuf, alın yazısı
gibi geleneksel fikirler kendinden menkul gerçekliklerini kaybetti. Bunun sonucu, pek çokları için nihilizm oldu.
Ebedi ve evrensel idealleri icat eden ve onlara inanan modern insan, bunlar olmayınca yönsüz kalmış ve düş kırıklığına uğramıştı. Dini veya kozmik bir değer kaynağı olmayınca, değer de kalmamıştı, ya da insanlara birden öyle gelmeye başladı. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde, Tanrı’nın ölümünü pervasızca ilan etmesi bu yüzdendir: herhangi bir zaman Tanrı olduğu için ya da filozof ilahları öldürdüğü için değil; Batı yavaş yavaş kendi hayali dayanaklarını ortadan kaldırdığı ve böyle yapınca da derin bir yükseklik sarhoşluğu yaşadığı için. Şen Bilim’de uluorta çekilen çılgın söylevin temel noktası buydu:

Yukarısı ya da aşağısı kaldı mı artık? Sonsuz bir hiçlikte başıboş gezinip durmuyor muyuz?

aydınlanmış Avrupa, nihilizmin pençesindeydi; Güç İstenci adlı eserinde nihilizmi en tekinsiz misafır olarak tanımlamıştı. Nietzsche, akıl ile bilimin, idealizm ve hissiyatçılıkla kol kola ilerlediğini savunuyordu.
Filozof doğanın içinde aynı zamanda kendisini de arıyordu: Kilise veya toplantı salonlarında bulunmaktansa, meyve bahçeleri veya dağlarda gezerek daha yüksek bir Nietzsche’yi keşfedeceğini düşünüyordu. Şen Bilim’de ideal binanın çıkışları olması gerektiğini söylemişti; böylece kayalara, çiçek ve ağaçlara, dolayısıyla da kendisine daha yakın olacaktı. Kendimizin taş ve toprağa dönüşmüş halini görmek isteriz, diye yazmıştı. Binaların çevresinde ve bahçelerde gezinirken kendi içimizde yürümek isteriz.
Köselitz’ e yazdığı mektupta, Kırk yaşıma geldiğimde yalnız kalabileceğime dair hayallerim olmamıştı hiç, diye yazmıştı. Nietzsche’nin kahramanı, ismiyle müsemma Zerdüşt için ormanlar, şehirlere yakıştırdığı semboller olan parazitlerden, bataklardan ve dumandan kaçıştı. Profesör Nietzsche herkesten biraz farklıydı. İnsanca, Pek İnsanca adlı eserinde, Doğada bulunmayı bu kadar sevmemizin nedeni onun bizimle ilgili bir kanıya sahip olmamasındandır, diye yazar. Filozof için İtalya’nın limon bahçeleri, rahatlatıcı bir biçimde insani özelliklerden yoksundu; bir parça Lebensraum, yaşam alanı sağlıyordu ya da İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde yazdığı gibi güzel bir yalnızlık .
Nietzsche’nin yaşadığı yere bunca itina göstermesinin bir nedeni de hastalığıydı. 1876’da İtalya’ya gitmeden önce körlük teşhisi konmuş ve göz damlası verilmişti. Okumalarını günde bir saatlik sürelerle azar azar yapmak zorundaydı; Nietzsche gibi bir akademisyen için bu çok acı bir durumdu. Sorrento’daki limon ağacının gölgesine böylesine ihtiyaç duyması biraz da bu yüzdendir: gözlerinin batmasını ve İtalyan güneşinin verdiği baş ağrılarını bir nebze azaltmak için.
Arkadaşı bestekar Henrich Köselitz’e, Masmavi bir gökyüzünün altında, çokça gölgesi bulunan ve denizden gelen rüzgarların sabahtan akşama estiği fakat hiç fırtınanın çıkmadığı yer neresidir? diye sormuştu. Nietzsche bu ütopyasına kavuşamadan öldü.
Nietzsche delirmeden önce on yıl, ölmeden önce yirmi yıl yaşamıştır.
Doğadaki her şey bendendir, benimle konuşur,
beni teşvik eder, beni rahatlatır; gerisini duymam ya da hemen
unuturum.
Hepimiz sadece kendimizleyiz.
Friedrich Nietzsche, Şen Bilim
Austen içli mektuplar yazmıyor olsa da avutulmaya ihtiyaç duyuyordu. Bırakalım diğer kalemler suç ve sefaleti yazsın, diye yazmıştı Mansfield Park’ta. Ben bu tiksinti verici konuları bırakıp herkese hoşgörülebilir bir avuntu sunmak için sabırsızlanıyorum.
Sen kendini bil, bırak Tanrı’yı incelemeyi;

Kendindir kendinin asıl bileceği.

Sen ki durursun çift yanı deniz bir karada,

Aklı karanlık, cüssesi kaba.

Pope, Mümkün olan tüm sistemler içinde/Sonsuz bilgelik yaratacaktır en iyisini diye yazar. Kısacası, mümkün olan en güzel evrene sahibiz. Bizim sınırlı ufkumuzdan bakınca, bazı şeyler çirkin, adaletsiz ve mantıksız görünebilir ama aslında bu dengeli ve uyumlu bir sistemdir ve Onun ilahi amacına hizmet eder. Toz zerresi de, kuşlar da, memeliler de bu senfonide birer enstrümandır; ancak maestro dışında kimse büyük sonun nasıl olacağını bilemez. Kendi payımızı değiştirmeyi istemek saçma ve tehlikelidir çünkü en ufak bir uyumsuzluk veya ritmi kaçırmak bütün kompozisyonu mahveder. Evreni sayısız dişli, çark ve yaylardan oluşan hassas, narin bir müzik kutusu gibi düşünün: en ufak bir hasar şarkıyı sonlandırır. Pope, Doğanın zincirinden hangi halkayı çıkarırsan çıkar, onuncu ya da on bininci, zincir kopar, diye yazar. Mükemmel bir biçimde bir araya gelmiş parçalardan oluşan rasyonel bir uyumdur söz konusu olan. Pope’un dünyasında, her şey olması gerektiği gibidir.
Bir öküz, çiftçinin tarım planını ne kadar anlarsa biz de evreni o kadar anlıyorduk.
Meleklerin adım atmaya korktukları yere aptallar koşa koşa gelir.
Yazar sözlerine şöyle devam
ediyor: Jane Austen okurları (kendisini de onların arasına dahil ediyor) ona hayranlık derecesinde bağlıdır: o bir tutku, din olmasa da bir mezheptir (belki de Richard Dawkins yakında, Austen Yanılgısı diye bir kitap yazar).
İnsan bitmek bilmeyen bir sorudur, bir yanıt değil.
Kral Oidipus tragedyasında, Sfenks’ in krala sorduğu bilmecede dile getirilmeyen noktalar bunlardı. Sfenks’in, Sabahlan dört ayağı, öğlen iki ayağı ve akşamları üç ayağıyla yürüyen ama sesi olan şey nedir? sorusunun cevabı, insan dı.
Filozof Heraklitos’un, Aristoteles’in doğumundan yüz yıl önce belirttiği gibi, physis saklanmayı sever . Physis, oluşum anlamındaki doğa için kullanılmış Yunanca bir kelimedir. Fizik ve fiziksel kelimeleri buradan türemiştir. Doğa saklanır ; insan anlam üreten bir varlıktır ama evrenin kendisi anlamsızdır. Evrenin yasaları ndan söz etmek yanıltıcıdır çünkü doğanın işleyişini yorumlayan evrensel bir yasa koyucu olduğunu ima eder.
Aristoteles’in belirttiği gibi, zanaatin tanımı budur: kendi kendine gerçekleşemeyecek doğal olasılıkları gerçekleştirmek
Ksenofon, Oeconomicus (Ekonomist) adlı eserinde, Sokrates’in şöyle söylediğini yazar: Üst sınıftan kudretli kişiler bile ziraatten uzak kalamaz çünkü güzel, bakımlı bir arazinin yaşattığı tatmin duygusuyla refah duygusu bu faaliyette bir aradadır; üstelik bu, özgür bir insanın fiziksel enerjisini kullanabileceği bir alandır.
Antik Yunan’da sempozyum kelimesi, Yunanca birlikte içki içme anlamına gelir, içki içilen partiler anlamında kullanılmıştır.
Aristophanes’ in yazdıklarına inanacak olursak, herkes yollara işer ya da lazımlıklarını boşaltırdı. Ne var ki, Atinalılar için evlerine kaçmak da, bu kaostan kurtulmak için bir çare değildi, zira evlerinde de eşek, keçi ve diğer çiftlik hayvanlarıyla birlikte yaşıyorlardı. Lyceum, Aristoteles
ve öğrencilerine şehir hayatının hayhuyundan kaçış sağlıyor, bu sayede mantık ve metafiziğin inceliklerine yoğunlaşabiliyorlardı.
Platoncu Tannbilimci Augustinus, yine bir bahçede Hıristiyanlığı seçmiş, İtiraflar adlı eserinde, Kendimi bir incir ağacının altına attım ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim, diye yazmıştır. Dolayısıyla felsefe çoğunlukla açık havada yapılan bir şeydi.
Peripatetik: Aktif felsefe. Yürüyerek, tartışarak yaptığı için Aristoteles’in felsefesini ve onun öğrencilerini tanımlamada kullanılan sıfat
“Umut kanatları olan bir şeydir Gelir ruhun üzerine tüner.”
“ acıya, yalnızlığa, alaya ve kedere dayanabilen bir irade.”
“Sonsuz bir hiçlikte başıboş gezinip durmuyor muyuz? Boşluğun nefesini hissetmiyor muyuz ”
“Vurulmuş bir av hayvanı gibiydim öylesine bitkin, içgüdüsel olarak sürüne sürüne inine girmeye çalışan bir hayvan.”
“Tutum ve tavırlar talihle; mizaç iklimle; inanç kitaplarla; ilkeler zamanla değişir.”
“Meleklerin adım atmaya korktukları yere aptallar koşa koşa gelir.”
“ acemi bir yazar olarak Austen’ın bilmediği şey, Gurur ve Önyargı’nın İngiliz dilindeki en popüler romanlardan biri olacağıydı.UNESCO’nun Dünya Kitap Günü’nde, ‘olmazsa yaşayamayacağınız kitaplar’ anketinde bir numaraydı ”
Colette’in dünyasında açlık hiç bitmiyordu; insan sadece açlığını çekeceği yeni şeyler buluyordu.
Doğanın ne olduğuyla ilgili söylenecek son bir söz yoktur. Tam da bu yüzden insan da bir bulmacadır. Varoluşumuz bir muammadır çünkü insan doğası evrensel ve ebedi değildir; kendimize karşı saydam değiliz. Sadece doğa yok, ikinci bir doğa daha var; birincisi var olan, ikincisi ise yaratılan doğadır. Bununla birlikte, insana atfettiğimiz anlam da belirsizlik içerir ve kesin değildir.
Doğanın aksine, insan her zaman bilinçli ya da bilinçsiz olarak neyin “ne” olduğuyla ilgili bir bakış açısı edinir. Örneğin Aristoteles doğayı büyüyen ve hareket eden bir organizma olarak görüyordu. Platon’un doğaya bakışı ise onun ilahî bir tasarım olduğu yönündeydi; Epiküros’a göre doğadaki her şey atomların rasgele hareketlerinden oluşmuştu. Dolayısıyla, doğa kendisi hakkındaki bütün yorumları emen felsefi bir süngerdir. Ama bunu eksiksiz bir biçimde yapamaz çünkü her yorum kısmi ve çıkarımsaldır; bizim kavramlaştırmamızın ötesinde daima daha fazlası vardır.
İnsan anlam üreten bir varlıktır ama evrenin kendisi anlamsızdır.
Soyut tartışmalarla yetinip gözlemden uzak kalanlar, birkaç gözleme dayanarak hemen dogmalar oluşturmaya meyillidir.
doğa kendisi hakkındaki bütün yorumları emen felsefi bir süngerdir.
bizim kavramlaştırmamızın ötesinde daima daha fazlası vardır.
Ama karanlık hep vardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir