İçeriğe geç

İnsan Nasıl İnsan Oldu Kitap Alıntıları – M. İlin

M. İlin kitaplarından İnsan Nasıl İnsan Oldu kitap alıntıları sizlerle…

İnsan Nasıl İnsan Oldu Kitap Alıntıları

Yaratan, Adem’e şöyle dedi:
– Çevrene kolayca bakabilmen ve dünyada her şeyi görebilmen için seni dünyanın ortasına koydum. Sen ne ölümsüzsün, ne de ölümlü. Ne yer yaratığısın, ne de gök yaratığı. İstediğin şekil ve varlığa girebilmen, kendi kendini yoğurman için seni böyle yarattım. Hayvan haline düşüp soysuzlaşabileceğin gibi, bir tanrı derecesine de yükselebilirsin. Hayvanlar, nasıl olmaları gerekirse öyle doğarlar melekler daha başlangıçta ilelebet olacakları gibidirler . Bir sen özgür iradenle gelişiyor, büyüyorsun Sen kendi kaderini kendin yoğuracaksın .
Pazar günleri kilisede vaaz veren papaz, Sabredin, İsa da sabretmişti” derdi.
Sabır, sabır, hep sabır. İyi, ama sabrı hangi pazardan almalıydı? Ve niçin sabretmeliydi?
Herkesin umudu çocuklarındaydı. Belki onların kısmeti daha iyi olur, diyorlardı. Mezarlıkta mezarlar gittikçe artıyordu. Artık çocuklarının çocukları mezarda yatıyordu. Yaşamaksa hep ağırdı.
Bazı dünyalar, aysız ve güneşsizdi, karanlıktı. Öyleleri vardı ki, gökyüzünde iki güneş doğuyor, geceleyin de birçok ay parlıyordu. Bazı dünyalar, meyva ağaçları baharda çiçek açar gibi serpiliyordu. Bazıları da, sonbaharda kırağı vurmuş yapraklar gibi sararıp soluyordu.
Doğa bizi yenmek isteye dursun,
Biz onu sanatla yeniyoruz.
Ne var ki, her şeyin insan için olduğunu söyleyen Plinius, insanın kendisine pek yüksek bir değer vermezdi. Onun vahşi hayvandan kötü olduğunu söylerlerdi. Ne aslanlar, ne de deniz canavarları birbirine karşı kin ve düşmanlık beslerler. İnsanlarsa öteden beri birbirine düşmandır. Hiçbir yaratığın cesareti, korkudan insanınki kadar kırılmaz. Hiçbir yaratık, insan kadar öfkelenip gaddarlaşmaz. Şöhret ve menfaat düşkünlüğü, yalnız insana özgüdür.
Karanlık olmasa aydınlığın, eğrilik olmasa doğruluğun da olamayacağını anlamazlar. Hastalık olmasaydı sağlığın değerini nereden bileceklerdi? Çalışmak olmasaydı, dinlenmenin tadı olur muydu? Aydınlıkla karanlık, doğrulukla, eğrilik ölümle doğum, sonra başlangıç olduğu gibi, başlangıç da sondur. Buzun ölmesi, suyun doğmasıdır, suyun ölümü de buharın doğuşudur. Biz hem varız, hem yokuz, her an değişiriz.
Biri için ölüm olan, bir başkası için hayattır. Ocakta yanan odunun ölümü, ateşin doğmasıdır.
Çevrenize bakın. Her şey hareket ediyor, her şey akıyor. Bir ırmağa iki kere girilmez. Güneş bile her gün başka doğar. Hiçbir yerde durgunluk, hiçbir yerde huzur yok. Her yerde mücadele ve savaş. İnsanları köle yapan da, özgür yapan da savaştır.
Gözlerimiz ve kulaklarımız bizim öğretmenimizdir, derdi. Dinlemek, bakmak gerek. Bunlarsız bir şey öğrenilmez. Bütün doğa dumana dönmüş olsa bile, dünyayı koklayarak öğrenmemiz gerekirdi. Doğanın sesine kulak vermeli. Yalnız dinlemek yetmez, işittiğini de anlamalı insan. Eğer insanın ruhu anlayışsızsa, gözlerle kulaklar kötü araçlardır. Gözlere kulaklardan daha fazla güvenilir, onlara da her zaman güven olmaz. Doğa gizlenmeyi sever, sırlarına sokulabilmek gerek. Doğanın sesini dinleyin. Kendi kendinize sorular sorun. İnsan, sonsuz bir dünyadır, evrenin benzeridir.
Çok bilmek, akla hizmet etmez.
Vücut ritim bilmezse, ruhta da düzen olmazdı.
Sayı, mutluluğun da, mutsuzluğun da, şansın da, şanssızlığın da anahtarıdır.
Evrenin başlangıcı ve özü sayıydı.
Çok akçesi olanın, tanrılara fazla umut bağlamasına gerek yoktu. Parayla, dilediği her şeye kavuşabilirdi.
Koçbaşlarının darbeleri altında kale duvarları nasıl yıkılırsa, yeni düşüncelerin baskısı altında köhne inançlar da öyle yıkılıyordu.
İnsanların evleri, işleri, tutkuları, yukarıdan ne kadar küçük görülüyor. Ne küçük, dar bir dünyada yaşıyorlar!
Her şey değişir, evren kalır. Doğmayan ve yok olmayan ancak odur.
Tanrıları bilen kimse yok ve olmayacak. Çünkü insan gerçekten söz etse bile, bunu kendisi de bilmez.
Bazı dünyalar doğarken, bazıları yok oluyordu.
Dünyayı tanrılar yaratmamıştı. Dünyada her şey, aynı maddeden doğmuştu. Denizdeki dalgalar gibi, devlette de bütün yurttaşlar eşitti.
“Sen göktekileri bilmek isterken, ayaklarının altındakini görmüyorsun”
Yalnız görülmemiş olanı görmek değil, anlaşılmayanı anlamak da gerekiyordu. En güç olanı da buydu. Çünkü insan, çoğu hallerde, her şeyi baba ve dedelerinden miras kalan, alışılmış eski ölçülerle ölçerdi. Yeni bir şey görünce, onda eskiyi arar, bulamayınca da şaşırır, gördüğünü anlamazdı.
İlkel insan, gerçeği masaldan, bilgiyi kör inançlardan ayıramazdı. Kaymağın sütten ayrılıp sütün üstünde toplandığı gibi, bilginin de kör inançlardan ayrılıp başlı başına bir varlık olması için binlerce yıl gerekmişti.
Zaman olur günler birbirine benzer, hayat ırmağı öylesine ağır akar ki, durmuş gibi görünür. Derken bir fırtına çıkar, bir de bakarsınız her şey değişir, alışılmış bozuk düzenden eser bile kalmaz. Günler değil, saatler bile her şeyi değiştirir, taş taş üstünde bırakmaz geçmişten. Öyle zamanlar olur ki, yüz yılda dünya bin yılda değiştiğinden daha fazla değişir.
Zenginler iktidarı ele geçirerek daha yoksul olanlara boyun eğdiriyorlardı
insanların gittikçe daha çok öğrenmesi gerekiyor. İki yüz yıl önce on altı yaşında profesör olanlar vardı.
Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş Yine de bende, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar, ‘Ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından, herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı’ diyecekler.
Bir otoritenin fikrini, gerçeğin kendisinden üstün tutan ne kara cahiller vardı.
Fakat Perikles’in misafirleri, ileri görüşlü insanlardı. Atalarının inandıklarına inanmaz, her şeyi akıllarıyla bulurlardı.
Saate baktığımız zaman, akrep hareketsiz gibi gelir bize. Fakat bir iki saat sonra akrebin yerini değiştirdiğini görürüz. İnsanların hayatında da böyle olur.
Heredotos’un zamanında yaşamış olan birçok bilim adamı, ırmaktaki suyun güneş ışınlarının etkisiyle buharlaştığını bilirdi. Heredotos’sa güneşin bir tanrı olduğuna ve gökte gezinirken susayıp ırmaktan su içtiğine inanırdı.
Günler değil, saatler bile her şeyi değiştirir, taş taş üstünde bırakmaz geçmişten.
Bir gün gelecek, bir Yunan şairi Zeus’un adaleti nerededir? diye soracaktı. iyiler acı çekiyor, kötülerse mutluluk içinde. Çocuklar babalarının günahları için cezalandırılıyor. İnsanların arasında kalan tek tanrıya, Umut tanrısına yalvarmak kalıyor yalnız. Bütün tanrılar Olymposa çekildiler.”
Köle, emeğiyle hem kendisini, hem de sahibini geçindirebilirdi. Ancak kölenin çok çalışıp az yemesi için sahibinin ona göz kulak olması gerekti. Böylece bir insan başka birini kendine canlı alet yaptı.
İnsanın boynuna, öküz gibi boyunduruk vuruldu.insan özgürlüğe kavuşmaya ve doğaya hâkim olmaya uğraşırken başkasının kölesi oldu.
Eskiden toprak, onu işleyenlerin ortak malıyken artık köle, başkasının mülkü olan toprağı işlemeye başlamıştı.Toprağı süren öküzler başkasının malı, topladığı ürün başkasının ürünüydü.
Eski Mısır’da, öküzleri süren köle şöyle bir şarkı söylerdi:
Ezin başakları öküzler!
Ezin başakları ki,
Ağanın ürünü olsun.
Bu devre (taş devri ) ait kalıntılardan biri Neander ırmağı kıyısında bulunduğu için , bilim adamları devrin insanlarına Neandertel insanı derler .
İnsanların evleri, işleri, tutkuları, yukarıdan ne kadar küçük görünüyor. Ne küçük, dar bir dünyada yaşıyorlar!
Dünyada hiçbir şey doğmaz ve yok olmazdı. Madde hep değişir, ne yoktan var olur ne de varken kaybolurdu.
İnsanlar, Thales’in yıldızlara niçin baktığını pek anlayamazlardı, ama bir kere dalgınlıkla kuyuya düştüğünü ve Trakyalı köle bir kadının kendisine: “Sen göktekileri bilmek isterken, ayaklarının altındakini görmüyorsun” diyerek çıkıştığını gülerek anlatırlardı.
Tanrıların hayalleri silikleştikçe insanlar tabiatı daha aydınlık görüyorlardı.
Barbarlar birçok bakımdan Romalılardan geriydiler. Ama en önemli meselede ileriydiler. Barbar kabilelerinde çiftçi, emeğiyle kabile önderini ve maiyetindeki askerleri besleyip geçindirmek zorunda olduğu halde köle değildi. Ekmeğini kendi alın teriyle kazananlar için barbarlar arasında yaşamak daha kolaydı.
Piskoposlar vaazlarında kölelere kardeşler diyorlardı, ama kendi kölelerini serbest bırakmıyorlardı. Bunlar kölelere gökte cennet vaat ediyor, dünya cennetini de imparatora ve memurlara bırakıyorlardı.
Kölelik düzeninin ömrü tükenmiş ve bu düzen, imparatorluğu çürütüp onun ölümüne sebep olan hastalığa çevrilmişti. Hıristiyanlık Roma’yı bu hastalıktan kurtaramazdı, kurtarmak da istemiyordu; çok çok imparatorluğun can çekişme süresini uzatabilirdi.
Kafkasya’da, bazı Ermeni köylerinde devrime kadar kadınların yabancı erkeklerle, bildiğimiz ses dilinde konuşmaya hakları yoktu. Meramlarını ancak el işaretleri ile anlatabilirlerdi.
İşaret dili Suriye’de İran’da ve daha başka yerlerde de görülmüştür.
İran şahının sarayı’nda uşaklar hareketlerle dertlerini anlatabilir, sadece kendi seviyelerindeki kimselerle sözlü konuşabilirlerdi. Bu zavallılar, kelimenin gerçek anlamında konuşma haklarından yoksundular.
Vaktiyle insan, dünyada en çok bulunan şeyin kum, en büyük şeyin de dağ olduğunu sanırdı. Bugün bile çok büyük bir şeye “dağ gibi”, çok küçük bir şeye de “kum tanesi kadar” derler.
İnsan, aklını doğadan bir armağan olarak almamış, kendi emeğiyle kazanmıştır.
İnsanların gittikçe daha çok öğrenmesi gerekiyor.
İki yüz yıl önce on altı yaşında profesör olanlar vardı.
İlkel insan, daha olayları yasalara bağlayamadığı için, hayat ona hep istisnalarla dolu gibi gelirdi.
Bazen mezarlar, korkunç şeyler de anlatırlar. Örneğin sahipleriyle birlikte toprağa gömülmek için öldürülen kölelerin ve kocalarının arkasından mezara girmeye zorlanan kadınların kaderinden de bahsederler.

Zengin bir soyun başkanı olan babanın zalim egemenliğini mezarlar kitaptan daha iyi anlatır. Soyun reisi ölürken beraberinde karılarını ve kölelerini de mezara götürürdü. Çünkü bunlar da tunç ve altın eşyalar gibi başkanın malıydı.

Kültürü ve bilimi tek bir insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır.
İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı.
Toplumda hayvanı insana çeviren, emek olmuştur.
İnsanlar dünyanın sonunun geleceğini söyleyip dururlar.
Ortaçağda gökyüzünde bir kuyruklu yıldız ortaya çıkınca insanlar istavroz çıkardılar ve Dünyanın sonu geldi. diye fısıldaştılar.
Bir salgın, veba, köyleri boşaltıp mezarlıkları doldurunca insanlar dehşete kapılıp, Dünyanın sonu geldi. diye fısıldaştılar
Ama dünyanın sonu bir türlü gelmiyordu
Kızılderililerin de savaştıkları olurdu. Fakat komşu kabileyi yendikten sonra halkını köleye çevirmez, onlara kendi düzenlerini kabul ettirmez, şeflerini değiştirmezlerdi. Sadece haraç almakla yetinirlerdi.
İnsanlar mevsimlerin, ancak sıra izleyerek geldiklerini anladıktan sonradır ki, yılların hesabını tutabilmişlerdi.

Mısır’da bu buluş Nil’in belli zamanlarda taşması gözlenerek yapılmıştı. Orada yıl, Nil’in bir taşmasından diğerine kadar süren zamandı.

Önceleri bir topluluğun insanları, kendi aralarında kavga etmez, barış içinde yaşarlardı. Rusçada mir sözünün hem barış hem de topluluk anlamında kullanılması sebepsiz değildir.
Dilimizde (Rusçada) zengin anlamına gelen bogatiy kelimesi Tanrı demek olan bog sözünden gelir. Bu söz, insanların Tanrı’nın zenginlere yardım ettiğine, yoksullara da sefaletten başka bir şey vermediğine inandıkları zamanlar doğmuştur.
Leyell bu iddialara şu nükteli sözlerle karşılık verdi: Ne zaman önemli bir bilimsel keşif yapılsa, insanlar önce bunun dinle çeliştiğini, sonra da zaten herkesçe bilindiğini söyler.
Yeryuvarlağı büyük bir kitap gibi ayaklarımızın altında duruyor. Yerkabuğunu meydana getiren tabakalar, her tortul tabaka, bir kitap sayfası gibidir.
Önemli olan şey bir felaketin sebebini bilmektir. Eğer sebebini bilirseniz o felaketle daha iyi savaşırsınız.
Ortaçağda gökyüzünde bir kuyrukluyıldız ortaya çıkınca insanlar istavroz çıkardılar ve ‘ Dünyanın sonu geldi dediler.
Bir salgın hastalık, veba köyleri boşaltıp mezarlıkları doldurunca insanlar dehşete kapılıp Dünyanın sonu geldi diye fısıldaştılar. Ama dünyanın sonu bir türlü gelmiyordu.
Daha geçen yüzyılda Afrika’da Aşanti devleti vardı. Hükümdarına, erkek olduğu halde annelerin annesi anlamına gelen nine denirdi.
Orta Asya’da, Semerkant’ta erkek hükümdara eski zamanlarda sahibe , hanımefendi anlamına gelen afşin denirdi.
“İyiler acı çekiyor, kötülerse mutluluk içinde ”
Zenginler iktidarı ele geçirerek daha yoksul olanlara boyun eğdiriyorlardı.
Dilimizde (Rusça’da) zengin anlamına gelen “bogatiy” kelimesi Tanrı demek olan “bog” sözünden gelir. Bu söz insanların Tanrı”nın zenginlere yardım ettiğine, yoksullara da sefaletten başka bir şey vermediğine inandıkları zaman doğmuştur.
Her ihtiyar, canlı bir kitaptı.
İnsan özgürlüğe kavuşmaya ve doğaya hakim olmaya uğraşırken başkasının kölesi oldu.
Dans, bizim için bir eğlence ya da sanattır.
Platon, tanrılara ve öbür dünyaya eski inancı sarsan Demokritos’un öğretisine karşı ömrü boyunca savaşmıştır.
Bir zamanlar bilimle din bir bütündü. Sonraları bilim dinden ayrılarak kendi yolundan yürüdü. Platon, bunları yine birleştirip bilim şeklinde bir din yaratmak istedi. Aynı şeyi Pythagoras da yapmak istemişti. Ama Platon, ondan da ileri giderek, mevcut olan her şeyin temelinin idealar olduğunu, doğanın da idealar dünyasının sadece bir bölgesi olduğunu savunmakla, idealizmin temellerini atmıştı. Felsefede bugün de devam eden idealizm ve materyalizm kavgası, Platon zamanında başlamıştı.
Öğrencileri onu (Platon’u) dinlerlerken açık gözle düş görürler de, büyük hayat gerçeğini görmezlerdi. Öğrenciler, mevcut olmayanı hatırlıyor ve bu onlara mevcut olanı unutturuyordu. Platon’un anlattıklarında birçok Doğu ve Batı halkının eski inançları birbirine karışmıştır. Bu masalı, köleliği savunan bir aristokrat, bir hükümdar torunu uydurmuştu. Ve bu masal, kölelerin ve yoksulların tesellisi olmuştu. Yeryüzünde kurtuluş umudunu yitirenler, bunu gökte aramaya başladılar.
Aristoteles’in, birleştirilmesi imkansız olan şeyleri, yani Platon’la Demokritos’u, eski dinle yeni bilimi, idealizmle materyalizmi birleştirdiği de olur. Ama birçok şeyde yanılmakla beraber antik dünyanın en büyük düşünürü olarak kalmaktadır.
Yaratıcı insan yüceydi ve bunu kendisi de anlıyordu.
Yıkıp yakanların adları unutulacak, düşünenlerin, yaratanların ve kuranların adlarıysa belleklerde ebediyen kalacaktı.
İnsanların evleri, işleri, tutkuları yukarıdan ne kadar küçük görünüyor. Ne küçük, dar bir dünyada yaşıyorlar!
Harfler olmasaydı, insan düşüncesinin yüzyıllar boyunca yarattıklarını, hangi bellek saklayabilirdi? Yazıyı bilen bir kimse için belleğin sınırı yoktu. Çoktan kaybolmuş bir dünyayı yeniden canlandırmak, mevcut olmayanı görmek, susmuş olan bir kimsenin sözlerini işitmek için, harfleri yardıma çağırmak yeterdi.
Tanrıları bilen kimse yok ve olmayacak. Çünkü insan gerçekten söz etse bile, bunun özünü de kendisi bilemez. Burada bilgi bahis konusu olamaz, ancak görüş olabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir