Erich Maria Remarque kitaplarından Qərb Cəbhəsində Təbəddülat Yoxdur kitap alıntıları sizlerle…
Qərb Cəbhəsində Təbəddülat Yoxdur Kitap Alıntıları
Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz. Hayatımızdan.
Biz genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz.
Yaralar hep sonradan sızlamaya başlar.
Kalkıp kaçmak geliyor içimizden; bu iniltilerin erişemeyeceği bir yer olsun da neresi olursa olsun ! Halbuki bunlar insanlar da değil , atlar sadece. Besbelli paniğe uğradılar; yoksa atlar hemen her zaman sessizce ölürler.
İnsanın kıçı çok etli bile olsa bir mermi saplandı mı, acısı müthiştir. Hastanelerde aylarca yüzükoyun yatmak, daha sonra da topal kalmak vardır kaderde.
Hayvanları harbe sokmak, alçaklığın daniskası.
Sivilken borusu ne kadar az ötmüşse, asker oldu mu o kadar azıtıyor insan.
Bir emir, bu sessiz sakin hayalleri bizim düşmanlarımız yaptı; bir emir onları bizim dostlarımız yapabilir. Herhangi bir masa başında, hiçbirimizin tanımadığı birkaç kişi tarafından, bir yazı iınzalanır. Başka vakit, dünyanın nefret edip en büyük cezalara çarptırdığı şey, insan öldürmek, yıllarca baş gayemiz olur.
Onlar hakkında bildiğim tek şey, esir oldukları; bana dokunan da işte bu esirlikleri onların. Hayatları meçhul ve suçsuz ! Haklarında daha çok şey bilseydim; isimlerini, hayatlarını, ne umduklarını, kahırlarını bilseydim irkilişimin bir gayesi olur, duygum merhamete çevrilirdi. Ama şimdi onların berisinde, sadece yaratığın ıstırabını, hayatın korkunç hüznünü, insanoğlunun merhametsizliğini hissediyorum.
Başımı kucağına koyup da niçin ağlıyamıyorum? Niçin hep ben kuvvetli, hep ben metin olmak zorundayım. Ne kadar isterdim, bir defa da ben ağlasam, ben teselli edilsem.
Ruhumun bir yerinde çökmüş kalmış o ağır ve ölü kurşun kitlesini eritsin; içimde yine o gelecek günlerin sabırsızlığını, hayaller aleminden aldığım o kanatlı hazzı uyandırsın istiyorum : Gençliğimin o kayıp canlılığını geri getirsin istiyorum.
Buralarını neden almamız icab ettiği hakkında inceden inceye sebepler gösteriyor, düşmanlarımız razı olana kadar diretmemizi istiyor. Sonra Fransayı nerden yapıp girmek lazım, onu açıklamıya girişiyor; arada bana dönüyor : Ne bitmez, mevzi muharebesidir bu sizinki diyor. Biraz davranın yahu, temizleyin herifleri, ondan sonra gelsin barış!
ama bunları söz haline sokmak tehlikeli benim için. Anlatmaya kalkışırsam devleşmelerinden, başa çıkılamaz hale gelmelerinden korkuyorum.
Sessizce bir yerde oturmak ne güzel şey..
Ağır taşıma, bir yerin incinir.
Kemmerich öldü. Haie Westhus can çekişiyor; Hans Kramer’in vücudunu tam isabet kaydeden merminin saçıldığı yerlerden toplayıp bir araya getirmek için kıyamet gününde çok zahmet çekecekler; Martens’in ayakları yok artık; Mayer öldü, Marx öldü. Beyer öldü, Haemmerling öldü; yüzyirmi kişi vücutlarında mermi yaraları orda burda yatıyor; pek mel’un bir iş bu; ama artık bize ne bundan, biz yaşıyoruz. Onları kurtarabilecek durumda olsaydık, biz ölecekmişiz, aldırmaz, kurtarırdık; çünkü gık bile demeyiz, iş ona kalırsa! Biz ürkme nedir bilmeyiz pek .. Ölümden korkarız belki ama, bu başka şey, maddi birşey
İnsan sinip kaldıkça dehşete tahammül eder, fakat düşünmeye kalkıştı mı, onu öldürür bu dehşet
Herşey alışmıya bakıyor, siperler bile.
Geçenler; hafta mı, ay mı, yıl mı? Günler sadece.
Biz vaktin, can çekişenlerin renksiz yüzlerinde yanımızdan geçip gittiğini görüyoruz; biz içimize kaşık kaşık yiyecek tıkıyor, biz koşuyor, biz atıyor, biz vuruyor, biz öldürüyor, biz orda burda yere seriliyoruz. Biz halsiziz, körelmişiz; bizi ayakta tutan sadece, bizden daha perişanların bulunuşu; bize faltaşı gibi açılmış gözlerle Tannlara bakar gibi bakanların, bazan ölümden yakasım sıyıranların bulunuşu.
Biz vaktin, can çekişenlerin renksiz yüzlerinde yanımızdan geçip gittiğini görüyoruz; biz içimize kaşık kaşık yiyecek tıkıyor, biz koşuyor, biz atıyor, biz vuruyor, biz öldürüyor, biz orda burda yere seriliyoruz. Biz halsiziz, körelmişiz; bizi ayakta tutan sadece, bizden daha perişanların bulunuşu; bize faltaşı gibi açılmış gözlerle Tannlara bakar gibi bakanların, bazan ölümden yakasım sıyıranların bulunuşu.
Gri ceket, pantalon ve çizme giymişler; ama çoğunun üniforması öyle bol ki, üzerlerinden dökülüyor: Omuzları daracık, vücutları küçücük. Bu çocuk bedenlerine göre dikilmiş üniforma yok ki!
Onların o ölü, ayva tüylü uzun yüzleri; ölmüş çocukların korkunç ifadesizliğini taşıyordu.
Taarruz, karşı taarruz, darbe, mukabil darbe.
Kelimeler bunlar, ama ya içlerine aldıkları manalar?
Kelimeler bunlar, ama ya içlerine aldıkları manalar?
Müharibə zamanı yaşadıqları dünyanın, təbiətin nə qədər zərər gördüyünü kaş ki səbəbkarları da görsə .
Bütün bir öğle üstü, siperlerimizin üstünde iki kelebek oynaşıyor. Sarı kanadları kırmızı benekli. Bunları buralara çeken ne? Sağda solda geniş bir saha içinde ne bir bitki, ne bir çiçek. Bir kafatasının dişleri üzerinde eğleşiyorlar. Kuşlar da onlar gibi kaygısız, kuşlar da harbe alıştılar çoktan. Her sabah iki cephe arasında tarla kuşları havalanıyor. Bir yıl önce kuluçkaya yattıklarını, yavrularını uçurduklarını da görmüştük.
Bütün bir öğle üstü, siperlerimizin üstünde iki kelebek oynaşıyor. Sarı kanadları kırmızı benekli. Bunları buralara çeken ne? Sağda solda geniş bir saha içinde ne bir bitki, ne bir çiçek. Bir kafatasının dişleri üzerinde eğleşiyorlar. Kuşlar da onlar gibi kaygısız, kuşlar da harbe alıştılar çoktan. Her sabah iki cephe arasında tarla kuşları havalanıyor. Bir yıl önce kuluçkaya yattıklarını, yavrularını uçurduklarını da görmüştük.
Kat, Tjaden’i, patlamamış bir mermiden kılını bile kıpardatmaksızın çember çıkarmıya çalışırken görüyor. Bu işi bir başkası yapsa patlardı mermi; fakat Tjaden’in şansı vardır daima.
Gökyüzü mavi ve bulutsuz. Akşamlar bağucu oluyor, toprakta buram buram sıcaklık tütüyor. Rüzgar bizden yana estikçe kan kokusu geliyor, ağır ve iğrenç derecede baygın bir koku. Mermi çukurlarındaki ölülerin kloroform ve çürümeyle karışıksı cak buharları, bize öğürtü ve fenalık veriyor.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Yaralının ne diye bağırdığı açıkça anlaşılıyordu. Önce hep, imdat! diye bağırmıştı. İkinci gece, biraz ateşi vardı herhalde; karısıyla, çocuklarıyla konuştu; ikide bir: «Elise» dediği duyuluyordu. Bugün ise yalnız ağladı. Akşam üstü ses söndü, bir hıç kırık oldu. Bütün gece hafifçe inledi. Rüzgar siperIerimize doğru estiği için, olduğu gibi duyuldu inilti. Sabahleyin, artık ölmüştür, diye düşünüyorduk; tıkanık bir hırıltı dala aksetti.
Bu hayat, bizi, düşünen hayvanlar haline getirdi, elimize içgüdü silahını vermek için.
Bizi vurdumduymazlıkla teçhiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye
Bizi vurdumduymazlıkla teçhiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye
Evet, işte böyle düşünüyorlar, yüz binlerce Kantorek böyle düşünüyor! Demir gibi gençler! Gençler!
Bizler yirmiden yukarı değiliz. Ama genç miyiz?
Genç ha? Gençlik gerilerde kalalı hanidir. Bizler, yaşlanmış kimseleriz.
Bizler yirmiden yukarı değiliz. Ama genç miyiz?
Genç ha? Gençlik gerilerde kalalı hanidir. Bizler, yaşlanmış kimseleriz.
Bir emir, bu sessiz sakin hayalleri bizim düşmanlarımız yaptı; bir emir onları bizim dostlarımız yapabilir. Herhangi bir masa başında, hiç birimizin tanımadığı birkaç kişi tarafından, bir yazı imzalanır. Başka vakit, dünyanın nefret edip en büyük cezalara çarptırdığı şey, insan öldürmek, yıllarca baş gayemiz olur.
Ne yapalım ki, insanlar farkında değillerdi işin. Akılları erenler fakir, basit kimselerdi aslında. Bu gibiler savaşa bir felaket gözüyle bakarlarken, tuzu kuru olanlar sevinçten uçuyorlar, harbin herkeslerden önce asıl kendilerine zarar getireceğini hiç düşünmüyorlardı
Dünyanın başına felaketlerin, çokluk böyle bücür adamlar yüzünden gelmesi, ne garip! Bu gibiler boylu poslulardan daha enerjik, daha sinir olurlar Böyleleri
çok kere dehşetli zalimdirler.
çok kere dehşetli zalimdirler.
Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece.
E. M. Remarque
Öyle mahzun da olduğumuz yok ama,tuhaf ve melânkolik bir şekilde kabalaştık.
Kimsesiz çocuklar gibi bırakılmış, yaşlı insanlar gibi görmüş geçirmişiz; kabayız, üzgünüz, satıhtayız .. galiba mahvolmuşuz.
Biz henüz hiçbir hudut tanımıyor, hiçbir tarafta son diye birşey kabul etmiyorduk; kanımızda ümidi taşıyorduk, günler geçtikçe bizi tek varlık haline getiren ümidi.
En küçük şeyler bizi günün birinde hep sonsuzluk yollarına bırakıvermiştir..
Bu gençliğimizin ülkesi, bize tekrar verilse bile, ne yapabiliriz biz onu? O alemden bize geçmiş o narin, gizli kuvvetleri daha diriltemeyiz ki! Biz onlarda olabiliriz, onlarla kaynaşabiliriz, onları hatırlıyabiliriz, onları sevebiliriz, onlar gözümüzün önüne geldikçe heyecanlanabiliriz. Ama bunun ölmüş bir arkadaşımızın fotoğrafı önünde düşüncelere dalmaktan bir farkı yok ki; yüz hatları onun hatlarıdır, bu onun yüzüdür; birlikte geçmiş günlerimiz hatıramızda aldatıcı bir canlılık kazanır; fakat yine de o değildir bu resim.
Kuvvetlidir, bizim arzumuz da kuvvetlidir. Ama ona erişilemez ki; biz bunu biliriz. Bir general olmak ümidi kadar boşunadır ona erişmek arzusu.
Şafak pembelikleriyle ormanın siyah siluetleri arasında kırlara talime giderken söylediğimiz asker türkülerinde yükselirlerdi; içimizde olan, içimizden taşan kuvvetli bir hatıraydı onlar.
Ama burda bu siperlerde kaybettik bu hatırayı. Onun artık yükseldiği, belirdiği yok içimizde Biz ölüyüz o uzakta, ufukta; o artık bir hayal, esradı bir gölgedir;
Ama burda bu siperlerde kaybettik bu hatırayı. Onun artık yükseldiği, belirdiği yok içimizde Biz ölüyüz o uzakta, ufukta; o artık bir hayal, esradı bir gölgedir;
Geçmiş zaman hayallerinin hüzünden daha büyük bir arzu uyandırmayışının sebebi, onlardaki bu sessizliktir. Muazzam, şaşırtıcı bir hüzün. Onlar, geçmişte kaldılar, geri gelmezler bir daha, geçti gitti hepsi; kaybettiğimiz bir başka dünya
Sessizlik bizim kavrıyamıyacağımız birşey olduğu içindir ki, bunlar sessiz bu kadar. Cephede sessizlik ne gezer; cephenin tesir sahası o kadar uzaklara gider ki, ne yapsak dışında kalamayız. En uzak depolarda, dinlenme yerlerinde bile merrnilerin uğultusu, boğuk gürültüleri kulaklarımızdadır daima. Bizim hiç, bu sesleri duyamıyacak kadar uzaklara gittiğimiz olmuyor. Hele şu son günlerde bu gürültü, büsbütün çekilmez oldu.
Ne tuhaf, dönüp gelen bu hatıraların iki niteliği var: Birincisi sessizlikle dolu oluşları; bu, onların en kuvvetli tarafı. Sonra gerçek olmadıklan halde gerçek etkisi bırakmaları. Sessiz görüntüler bunlar; kelimesiz, hiç konuşmadan, bakışlarla, tavırlarla bana bir şeyler söyliyen görüntüler.
halsizim;
bu yüzden düşüncelerimle başbaşa kalmak yoruyor beni. Doğru dürüst düşünce de değil bunlar; hatıralar, beni şu dermansız anımda bastırmış, içimi garip hüzünlerle dolduran hatıralar.
bu yüzden düşüncelerimle başbaşa kalmak yoruyor beni. Doğru dürüst düşünce de değil bunlar; hatıralar, beni şu dermansız anımda bastırmış, içimi garip hüzünlerle dolduran hatıralar.
Tok karın, iyi bir barınak kadar önemlidir; bizim yiyeceğe düşkünlüğümüz işte bu yüzden hayatımızı tokluk kurtarabilir.
Öylesine bitkiniz ki, dehşetli aç olduğumuz halde konserveler aklımıza bile gelmiyor.
Toprak yerinden oynuyor, çatırdıyor, tozuyor, inliyor. Kaygan et parçaları, yumuşak vücutlar üzerinde sendeliyoruz.
Birbirimize karşı bütün duygularımızı kaybettik; birimizin hayali, ötekimizin hızdan bitkin bakışlarına çarptıkça birbirimizi tanımıyoruz adeta. Hiç birşey hissetmiyen ölüleriz;
#savaş
Kalbura dönmüş delik deşik ruhlarımıza işkenceli bir ısrarla burgu burgu işliyor güneşte parıldıyan esmer toprağın; can çekişen, ölmüş erlerin hayali. Ölen erler, ne çare kader, der gibi uzanmış yatıyorlar; biz üzerlerinden atlayıp geçerken, hacaklanınıza sarılıp haykırmak ister gibi yatıyorlar.
Biz onları mahvetmezsek onlar bizi mahvedecekler!
Bizi alıp götüren dalgaya gömülü, bizi vahşileştiren; eşkiya, kâtil, iblis yapan; korkuyla, azapla, yaşamak hır sıyla kuvvetimizi kat-kat çoğaltan, bize bir kurtuluş yolu arayan, boğuşan bu dalgaya kendimizi kaptırmış kaçıyoruz. Karşıdan gelenlerin içinde baban bile olsa, hiç duraklamadan onun da göğsüne bir bomba yapıştırırsın!
Doktor muayene esnasında isimleri okur, karşısına gelenin yüzüne bakmadan: « Sağlam! Cephede asker lazım bize!» dermiş. Sıra tahta bacaklı birisine gelmiş, adam, doktorun önüne doğru yürümüş, doktor ona da, silahlı asker, demiş, çıkmış işin içinden. (Kat sesini yükseltiyor): Adam da doktora şöyle demiş: «Bir ayağım tahta! Ama cepheye gider de kellemi de kaybedersem bir tahta kafa yaptırtacağım kendime, ben de doktor olacağım.»
Düşüncelerimiz balçıklara benziyor; değişik günlerin yoğurduğu. -Günler sakin geçiyorsa iyiler, kurşun yağmurunda isek, ölüler Mermi çukurlan hem dışımızda, hem içimizde.
Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten, ölümden, korkudan, bomboş bir sathiliği ıstırap uçurumlarına zincirlernekten başka bir şey bildiğim yok. Milletierin birbirlerine karşı itildiklerini; susarak, cahilce, delice, uysal ve masum, birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki kafalarının, silahlrı ve sözleri, bu işleri daha ustaca yapmak, daha devamlı kılahilrnek için icadetmiş olduklarını görüyorum. Bunu burda, karşı tarafta yaşının bütün insanları, bütün dünya da benimle birlikte görüyor; benim neslim bunu benimle birlikte yaşıyor. Günün birinde karşılarına dikilsek de hesap sorsak, ne derler babalarımız? Bir gün gelir de harb biterse, bizden ne beklerler? Yıllar yılı bizim işimiz öldürmek oldu.. hayatta ilk mesleğimiz bu oldu. Hayat namıma bildiğimiz şey ölümden ibaret. Bundan sonra artık ne olabilir? Bizim halimiz nice olacak?
Bu derece delik deşik vücutların üzerinde, hayatın hergünkü seyrine devam eden insan çehreleri bulunabileceğini akıl almıyor. Hem sonra, bu yalnız bir hastane, yalnız bir kısım. Almanya’da yüz binlerce, Fransa’da yüz binlerce, Rusya’da yüz binlerce. Bu böyle olunca, şimdiye kadar yazılmış, yapılmış, düşünülmüş şeyler ne kadar saçma! Binlerce senenin medeniyeti, bu kan sellerinin akmasına bile mani olamadıktan, bu yüz binlerce işkence zindanını kapatamadıktan sonra, bütün o yazılanlar, hepsi boş, hepsi yalan olsa gerek. Harbin ne olduğunu önce hastane gösterir.
Bazan hastaların akrabaları, yatakların yanına oturuyor, ağlıyor, yahut hafif ve üzgün bir sesle konuşuyorlar. İhtiyar bir kadın bırakıp gitmek istemiyor, ama geceleyin burada kalamaz ki! Gidiyor, ertesi sabah erkenden geliyor. Fakat pek de erken denemez, çünkü geldiği zaman yatakta başkasını buluyor. Cenaze holüne gitmesi lazım. Getirdiği elmaları bize veriyor.
Askerde boy atmışım
Akşamleyin bizi kasap tezgahına götürüyorlar.
İrkiliyor, ne yapacağım diye düşünüyorum hemen.
Çünkü seyyar hastanelerdeki doktorların, işi uzatmaktansa bacağı kesiverdiklerini hep biliyoruz. Bu kadar sıkışık durumda karışık yama ve örgülerden daha kolay, kesip atmak.
İrkiliyor, ne yapacağım diye düşünüyorum hemen.
Çünkü seyyar hastanelerdeki doktorların, işi uzatmaktansa bacağı kesiverdiklerini hep biliyoruz. Bu kadar sıkışık durumda karışık yama ve örgülerden daha kolay, kesip atmak.
Daha bir iki sene önce ayıplardık, kendimizi. Ama şimdi mumnunuz âdeta. Her şey alışmaya bakıyor, siperler bile.
Her şeyi görünüşte bu kadar çabuk unutmamızın sebebi, bu alışkanlıktır. Daha evvelsi gün ateş dünyasında idik; bugün aptalca şeyler yapıyor, dilenciliğe çıkıyoruz, yarın yine siperlere gideriz. Aslında, hiçbir şeyi unuttuğumuz yok. Hatırlamaya kalksak ezerler bizi; zira şu kadarını olsun anlamış bulunuyorum: İnsan sinip kaldıkça dehşete tahammül eder, fakat düşünmeye kalkıştı mı, onu öldürür bu dehşet.
Her şeyi görünüşte bu kadar çabuk unutmamızın sebebi, bu alışkanlıktır. Daha evvelsi gün ateş dünyasında idik; bugün aptalca şeyler yapıyor, dilenciliğe çıkıyoruz, yarın yine siperlere gideriz. Aslında, hiçbir şeyi unuttuğumuz yok. Hatırlamaya kalksak ezerler bizi; zira şu kadarını olsun anlamış bulunuyorum: İnsan sinip kaldıkça dehşete tahammül eder, fakat düşünmeye kalkıştı mı, onu öldürür bu dehşet.
Birbirimize karşı bütün duygularımızı kaybettik; birimizin hayali, ötekimizin hızdan bitkin bakışlarına çarptıkça birbirimizi tanımıyoruz âdeta. Hiçbir şey hissetmeyen ölüleriz; bir sihirbaz hüneri, tehlikeli bir büyü neticesi henüz koşabilen, henüz öldürebilen ölüleriz.
Ötekiler, bizden yaşlılar için savaş bir duraklayıştır, onlar ileriyi düşünebilirler. Ama bizi dört yandan sardı harp; sonunun neye varacağını bilmiyoruz. Bildiğimiz, şimdilik, yalnız şu: Öyle mahzun da olduğumuz yok ama, tuhaf ve melânkolik bir şekilde kabalaştık.
On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatındakinden daha kesin bir biçime sokulduk. Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer’dan daha önemli olduğunu öğrendik. Önce şaşkınlık, sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekânın değil, ayakkabı fırçasının, düşüncenin sistemin, hürriyetin değil talimin sözü geçtiğini anladık.
Savaşın acımasız gerçekliğiyle her yüzleşme, barış için bir umuttur yine de
Hiçbirimizin yaşı yirmiden fazla değil. Fakat gençlik mı? Gençlik? Çok gerilerde kaldı o. Biz kocamış adamlar olduk.
Müharibənin nədən ibarət olduğunu yalnız xəstəxana açıq-aydın göstərə bilər.
İnsan sinip kaldıkça dehşete tahammül eder, fakat düşünmiye kalkıştı mı, onu öldürür bu dehşet.
Geçmiş zaman hayallerinin hüzünden daha büyük bir arzu uyandırmayışının sebebi, onlardaki bu sessizliktir. Muazzam, şaşırtıcı bir hüzün. Onlar, geçmişte kaldılar, geri gelmezler bir daha, geçti gitti hepsi; kaybettiğimiz bir başka dünya. Onlar kışla meydanlarında isyancı, vahşi bir arzu uyandırdılar içimizde; o zaman bize bağlıydılar henüz, birbirimizden ayrı bile düşmüş olsak, biz onlarındık, onlar bizim. Şafak pembelikleriyle ormanın siyah siluetleri arasında kırlara talime giderken söylediğimiz asker türkülerinde yükselirlerdi; içimizde olan, içimizden taşan kuvvetli bir hatıraydı onlar.
Üstün bir kuvvetle beni çeken, bekleyen şeyler: Duygular.
Savaşın acımasız gerçekliğiyle her yüzleşme, barış için bir umuttur yine de
Her asker, sadece, binlerce tesadüf sayesinde sağ kalır hayatta. Her asker tesadüfe inanır, tesadüfe bel bağlar.
Söz dinlediği yok, sağa sola debeleniyor, ağzı köpürüyor, mânasız birtakım laflar geveliyor. Barınak korkusuna tutulmuş, burda boğulacağını sanıyor, tek gayesi kendisini dışarıya atmak. Bıraktık mı korunmadan, gizlenmeden deli gibi koşar gider. Böyle çoklarını gördük, bu ilki değil.
Mezarlarımızdayız sanki; sadece üzerilerimizin toprakla örtülmesini bekliyoruz.
İnsan özü də, özü-özlüyündə heyvandır. Yalnız zahirən o,
tərbiyəli görünür, sanki üzərinə donuz piyi yaxılmış çörək parça
sıdır. Hərbi sistem də belə qurulub. Biri digərinə tabedir. Pis olan
budur ki, biri rütbəsinə görə digərindən daha çox səlahiyyətə malik
dir. Kiçik zabit əsgərə, leytnant kiçik zabitə, kapitan leytnanta
əziyyət verir. Beləliklə, adam dəli ola bilər. Yəni, hər kəs bilir ki,
suç onun hüququdur və onda belə vərdişlər yaranır.
tərbiyəli görünür, sanki üzərinə donuz piyi yaxılmış çörək parça
sıdır. Hərbi sistem də belə qurulub. Biri digərinə tabedir. Pis olan
budur ki, biri rütbəsinə görə digərindən daha çox səlahiyyətə malik
dir. Kiçik zabit əsgərə, leytnant kiçik zabitə, kapitan leytnanta
əziyyət verir. Beləliklə, adam dəli ola bilər. Yəni, hər kəs bilir ki,
suç onun hüququdur və onda belə vərdişlər yaranır.
Öyleye de benziyor hani. Peşpeşe günler geçiyor. Geceleyin dinleme postasıyım çukurda. Üzerimde raketler, paraşütlü ışıtma bombaları yükseliyor, alçalıyor. Siniderim gergin, tetikteyim, kalbim çarpıyor. Gözüm ikide bir fosforlu saate gidiyor, yelkovan ilerlemek bilmiyor. Gözlerimden uyku akıyor, uyumamak için çizmelerimin içinde ayak parmaklarımı kımıldatıyorum. Ben nöbeti devredene kadar bir hadise olmuyor; karşıda hep o tekerlek sesleri. Gitgide yatışıyor, boyuna kağıt oynuyoruz. Belki şansımız yardım eder.
Yüzlerimizde yorgunluk, öylece bakışıyoruz .