İçeriğe geç

Efrasiyab’ın Hikayeleri Kitap Alıntıları – İhsan Oktay Anar

İhsan Oktay Anar kitaplarından Efrasiyab’ın Hikayeleri kitap alıntıları sizlerle…

Efrasiyab’ın Hikayeleri Kitap Alıntıları

Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir.
Birinin huzurunu kaçırmak için, onu bilmediği bir şeyin var olduğuna inandırmak yeterliydi.
“Bana kalırsa cenneti, ancak orayı görenler anlatabilir, dedi, İstersen deneyelim ama, başarılı olacağımız oldukça şüpheli. Çünkü fikrime göre, cennete sadece çocuklar gider.”
ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir”
“Arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter.”
“Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir?”
“Başkalarının mahrem hayatlarını gözetleme, dedikodu ve tecessüs, ayıplanma korkusunu yaşayanların kendi çektiklerini, belki de başka herkese yaşatma ve böylece kaderlerini paylaşıp sıkıntılarını hafifletme eğilimlerinin bir sonucu olmalıydı”
“…derin iç dünyası yoktu. Bu yüzden, hakiki bir erkekte olması gerektiği gibi hayata gerçekçi, yani boş boş bakardı”
“…kasabalı, gerek dağ başında tek başına yaşayan bir çoban, gerekse yalısında inzivaya çekilmiş bir beyzadeden çok farklı olarak, dünya ve insanlar hakkındaki bütün hükümleri önceden verip bunları geleneklerinde yaşatan bir cemaat içinde ömür sürerdi. Kesin, sarsılmaz ve sağlam oldukları için, bu hükümleri onun değil çiğnemek, kabul etmemesi, yahut kendisiyle hesaplaşıp onların yerine yenilerini koymak gibi hem gereksiz hem de tehlikeli bir maceraya atılması mümkün değildi. Kasaba cemaatinden olanların çoğu, vicdan denilen baş belasından kurtulmuş oluyordu. Çünkü doğruyu örf ve âdetler nasıl olsa gösterdiğine göre, onu bulmak için kafa patlatmak artık şart değildi”
“Fiskos ve dedikodu her iki cins eşit rağbet gösterse de, teferruatı erkeklerden daha iyi sezecek kadar ince düşünceli oldukları için, kadınlar tarafından daha büyük bir başarıyla yürütülürdü”
“Örf ve âdetlerin fertleri yönettiği, hiç de zengin olmayan, muhafazakâr kasaba hayatının insana bahşettiği en büyük nimet, şüphesiz, derin bir iç dünyası ve yüce duygular gibi sıkıntılardan onu kurtarmasıydı”
Her insan ancak bilmediği şeyden korkar.
Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar.
Eh! Bu da aşktır işte!”
“Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, Tanrı’yı görmüş olurlardı”
“Benim dünyada tattığım en büyük lezzet, hayat değil, insanlık! Her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum”
çocukluk, cennetin tâ kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi.
Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir.
Ebedî bir uykuda, ebedî düşler vardır. Cennet, düşlerin olduğu yerde değil midir? Sadece, bir düş bitip diğeri başlayacak işte.
Geçmişte ve gelecekte, yerlerde ve göklerde, meydana gelmiş ya da henüz vâki olmamış olayların ve görüngülerin tekmilini; bu esrarengiz âlemde cereyan eden her şeyin gidişatına yön ve anlam veren tabiat kanunlarını; kâinatın iç yüzünü; gökgürültüsü, şimşek ve fırtınaların esrarını; seyyareler ve kuyruklu yıldızların yörüngelerini; öterek birbirlerine durmadan Süleyman ve Saba Melikesi’ne ait hazinelerin yerini söyleyen kuşların konuştuğu dili ve grameri; elmas, yakut, zümrüt veya değerli ve değersiz bütün kristallerin muammasını; Hazreti Yusuf’un zürriyetine eziyet eden Firavun Kavmi zamanından kalma akıl almaz papirüs rulolarındaki kördüğümlerin çözümünü; kurşunu uygun miktarda kükürtle karıştırarak altın elde etmenin püf noktasını; Doğu’nun tapınaklarında yüzlerce silahlı muhafız tarafından korunan batını kitaplardaki bit yeniklerini; kâinatın, teleskopla bile zor görülebilecek sapa yerlerinde gizli kapaklı dönüp duran birtakım tabiat hadiselerini; kısacası, ölçüye hesaba gelmeyen, akim havsalanın almayacağı, teraziye vurulması neredeyse imkânsız bir nice meseleyi oldum olası merak eden, kurcalayan, üzerinde fikir yürüten Feyyuz ..
Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Birinin huzurunu kaçırmak için onu bilmediği bir şeyin var olduğuna inandırmak yeterliydi.
Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu söylerler. Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. Bu nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünürüm. Dünyaya bakınca gülümsememek elde değil. Ben de bakarken, hem dünyayı hem de onun içindekileri seviyor ve gülümsüyorum.
“Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir,”
Yatılı okulun bahçesindeki yaprakları dökülmüş ağaçların çıplak dalları, mezarlarında rahat edemeyen ölülerin kemikli elleri gibi kara bulutlarla kaplı kasvetli gökyüzüne yükseliyordu.
Aksi gibi putperestler ağızlarına et koymuyorlar, sabah akşam pirinç lapası yiyorlardı. Bir ara boşboğazlık edip İlimdâr’a, İmam efendi, bu pilav boğazımdan geçmiyor; adam başı üç beş kuruş para toplasak da bir kurban kessek, ya da civar kasabadan tandır kelle getirtsek! dediğinde…
Yetmiş yaşından sonra çocuklaşmaya, açıkça söylemek gerekirse bunama belirtileri göstermeye başlayan Zekeriya Dede, kendisinde yaşının saygınlığıyla bağdaşmayacak birtakım haller olduğu için, çoluk çocuk, torun tosun, evlat gelin nezdinde kaybettiği itibarını kısmen de olsa yeniden kazanmak amacıyla mukaddes topraklara gitmek istiyordu.
“Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!”
Çocukluk, cennetin tâ kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi.
Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir.
“Birinin huzurunu kaçırmak için onu bilmediği bir şeyin var olduğuna inandırmak yeterliydi.”
Fikrime göre, cennete sadece çocuklar gider.
Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!
Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre.
Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir.
Güzelliği ancak, hayran olduğu dâhi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu.
Cezzar Dede karanlık sokaklarda Ölüm’ün peşi sıra yürürken, o saatte yataklarında hiçbir şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan torunlarını düşündü. Kim bilir, belki de hepsi rüyalarında Efrâsiyâb’ın hazinesini görüyordu.
Yükselmek çok zordu ama diğerleri karalanabilir, yerin dibine batırılabilirlerdi.
Sadece iç dünyası olanlara özgü olan vicdanın mukaddes azabının lezzeti, kasaba hayatında pek tadılmadığından, insanlar daha çok, cemaat tarafından ayıplanıp cezalandırılmaktan korkarlardı.
Eğer lezzeti varsa, bir yemeğin muhakkak bir püf noktası, bir sırrının da olması gerektiğine inanılırdı. Bu sır elâleme duyurulmaz, yemeğin tarifini isteyenlere malzeme eksik söylenir, böylece esrar, tıpkı zülfikârın sırrı gibi nineden anaya, nihayet kız torununa intikal eder, bu sayede de yediden yetmişe bütün aile kadınlarının kıvanç ve iftihar vesilesi olarak sürer giderdi.
Güzelliğe âşıktı ama vâsıl olamamıştı..
Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor.
Doğrusu sen ahreti bırakıp dünya nimetlerine dalmakla yanlış bir iş yaptın.
Hakikat ona erişmek için ödediğimiz bedel olmalıydı
– Sana güneşi ve ışığı vaat etmiştim. Üzgünüm, kanı ışığa tercih eden sen oldun. Böylece hayat senin için ışık değil, kanın ta kendisi oldu. Şüphe yok, ölümün de ışık olacak. Al bu resmi! Ölümün ufkun ardında olduğu için dua et.
Geçmişime bakıyorum da, hayat bugüne kadar bana hep güzel şeyler göstermiş: Bu dünyada her şey güzel. Çirkinlik diye bir şey yok; kim bilir, sadece aldanarak ve büyük budalalıkla, onda çirkinliği görenler çirkindir belki, ben dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıdım. Benim ona baktığım gibi, dünya da bana bakıyor ve gülümsüyor, ben ona neden gülümsemeyeyim?
Benim dünyada tattığım en büyük lezzet, hayat değil, insanlık! Her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum.
Güneşin açtığı her gün, dünyada gerçeği değil güzelliği arayanların bayramıydı.
Geçmişime bakıyorum da, hayat bugüne kadar bana hep güzel şeyler göstermiş: Bu dünyada her şey güzel. Çirkinlik diye bir şey yok; kim bilir, sadece aldanarak ve büyük budalalıkla, onda çirkinliği görenler çirkindir belki, hen dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıdım. Benim ona baktığım gibi, dünya da bana bakıyor ve gülümsüyor, ben ona neden gülümsemeyeyim?
müdürler ve muavinlerin suratlarından pek farklı olmayan duvarlar da yüksek ve yüce, çirkin, kirli bir renkteydi. Çirkinliğe büyüklük eklendiğinde tiksinme duygusunun korkuya dönüşeceğini bilen devlet, okulların böyle bir renge boşanmasını uygun görmüştü.
Onu görür görmez gönlünden vurulup kalbi aşkla atmaya başlayan adam, sevdiğine erişip onu kiraz
dudaklarından bir öpmek için, Yâ Ali! Yâ Hasan! Yâ Hüseyin! diye nida ederek kıza doğru koştu. Eli asalı, çarıkları demirli bir dervişin şehvetle
kendisine doğru seğirttiğini gören kız da kaçmaya başladı. Adam kovalayıp kız kaçarken, nihayet ebem kuşağının altına geldiler. Kız ebem kuşağından geçince, kader icabı ansızın babayiğit bir delikanlı oldu. Aptülzeyyat ise hayal kırıklığı ile olduğu yerde kalakaldı. Sevdiğine erişememiş, işin kötüsü, aklını başından alan canı cananı, palabıyıklı, müzekker bir yiğit olup çıkmıştı. Aksi gibi ebemkuşağı da söndü gitti. Hâl böyle olunca, bu kez yiğidin kendisi Aptülzeyyat’ı fena niyetle kovalamaya başladı.
Yalnızlıktan bunalan felekzede, hiç olmazsa bir ses işitmek için yine, Ah ü vah! diye feryadı bastığında, vadinin diğer ucundan Hoy de lo! diye bir nida geldi.
bir kadının en etkili süsünün bilinmezlik olduğunu ispatlıyordu. Öyle ki hemen her erkek, bilip görmediği, bu yüzden hayal etmek zorunda kaldığı kadınları kendi pembe hülyalarıyla bir kez süsleyince, onlarla karşılaştıktan sonra bile gerçeği değil, bu süsleri görmeye devam ederdi.
“Geçmişime bakıyorum da, hayat bugüne kadar bana hep güzel şeyler göstermiş: Bu dünyada her şey güzel. Çirkinlik diye bir şey yok; kim bilir, sadece aldanarak ve büyük budalalıkla, onda çirkinliği görenler çirkindir belki, hen dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıdım. Benim ona baktığım gibi, Dünya da bana bakıyor ve gülümsüyor, ben ona neden gülümsemeyeyim”
“…belki de sultan, milleti üzerinde büyüklük duygusu uyandırmak, onlara bu şekilde boyun eğdirmek için bilerek altın olmayı tercih etmişti”
“Burada ne sığır boğazlanır ne de et yenir. İlle et istiyorsan, kendi canın olduğu gibi, kendi etin de sana yeter. Unutma! Ne yiyorsan, sen osun, cevabını almıştı. Elbette bu sözler aklına pek yatmadığı için, Ya kurtlar beni yerse! O zaman kurt, insan mı olur? diye sorduğunda, İlimdâr afallamış ve ona şu cevabı vermişti: Hayır. Onda yaşarsın. Sen kurt olursun”
“Fakat yaralar iyileşse de onların izi kalmış gibiydi”
– Sana güneşi ve ışığı vaat etmiştim. Üzgünüm, kanı ışığa tercih eden sen oldun. Böylece hayat senin için ışık değil, kanın ta kendisi oldu. Şüphe yok, ölümün de ışık olacak. Al bu resmi! Ölümün ufkun ardında olduğu için dua et.
Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir.’
Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı Ve ölüm korkuları onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, Tan-rı’yı görmüş olurlardı.
Hakikaten, oğlanların en çok korktukları dersler, matematik, fizik ve kimyaydı. Bu dersleri veren hocaların kibirden burunları harman yeli savurur, afur tanırlarından yanlarına varılmazdı. Bu yüzden attıkları tokatlar bile talebeler için bir anlam taşırdı. Matematik ve fizik gibi dersler, ayakları yere sağlam basan, oturaklı, gerçekçi, yani hesabını kitabını bilen insanların işiydi. Oysa resim, fuzulî bir meşgale, gergefle nakış işlemek gibi kadın harcı beyhude bir çaba, hayalperest bir serseri mesleğiydi. İşin doğrusu, Sağır’m o güne dek gördüğü ve tanıdığı insanların neredeyse tümü, hesap kitap işlerini erkeğe, güzelliği ve onu üretmeyi de kadına yakıştırır, ikincisini aşağılamak bir yana, üstelik onu kirletmeyi ve lekelemeyi de marifet sayarlardı. Belki de güç tutkusunun insanı vardıracağı yegâne yer, erkeklik ve onu kullanmanın en kaba yolu olan şiddetti. Gel gör ki şiddetin en yalın biçimi, güzel olan, belki de dişil bir şeyi parçalamak ya da kirletmekti; bu da elbette insanda güçlü olduğu duygusu uyandırırdı.
ancak zirveler yaşamak için değil, erişmek için olmalıydı.
arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter.
..
işte o zaman meşk başlar..
Gerçekten de kasabalı, gerek dağ başında tek başına yaşayan bir çoban, gerekse yalısında inzivaya çekilmiş bir beyzadeden çok farklı olarak, dünya ve insanlar hakkındaki bütün hükümleri önceden verip bunları geleneklerinde yaşatan bir cemaat içinde ömür sürerdi
Kasaba cemaatinden olanların çoğu, vicdan denilen baş belasından kurtulmuş oluyordu. Çünkü doğruyu örf ve adetler nasıl olsa gösterdiğine göre, onu bulmak için kafa patlatmak şart değildi.
Hava kararıp ortalıktan el ayak çekilirken, indirilen son kepenkler gıcırtıları kesildiği an bir sessizlik başlar, her dünyevi sesin aslında fani olduğu bir kez daha anlaşılır. işte belki de bu anda hoş bir seda duyulur.
Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, Tanrı’yı görmüş olurlardı.
Benim dünyada tattığım en büyük lezzet, hayat değil, insanlık! Her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum.
Tahmin ettiğin gibi, ben Ölüm’üm. Vaden dolduğu için seni almaya geldim. Hazır mısın?
Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu söylerler. Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. Bu nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünürüm. Dünyaya bakınca gülümsememek elde değil. Ben de bakarken, hem dünyayı hem de onun içindekileri seviyor ve gülümsüyorum. İşte, Dünya hakkındaki bir hikâyeyi de, aşkla değil, meşkle anlatıyorum.
Geçmişime bakıyorum da, hayat bugüne kadar bana hep güzel şeyler göstermiş: Bu dünyada her şey güzel. Çirkinlik diye bir şey yok; kimbilir, sadece aldanarak ve büyük bir budalalıkla, onda çirkinliği görenler çirkindir belki. Ama ben, dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıyorum. Benim ona baktığım gibi, Dünya da bana bakıyor ve gülümsüyor, ben ona neden gülümsemeyeyim?
“…hayatı her gece şah damarından emildikten sonra, kim bilir, gözünden yaş akıtarak, doğruca kıra, belki de doğan güneşi, yani hayatı karşılamaya gitmişti. Ama resimde de görüldüğü gibi, güneş doğmamıştı”
“Yeni müdürün odasının duvarlarında, hepsi de Sağır tarafından yapılmış yağlıboya tablolar vardı. Neredeyse tümü, kulağını kesip bir aşifteye hediye eden şu ünlü ressamınkiler gibi güneşli kır manzaralarıydı”
“Bu sanat ciddiyet isterdi: Çünkü kitaplarda gördüğü bütün dâhi ressamlar, onların portrelerini her ne kadar daha az yetenekli olanlar yaptılarsa da, asık suratlı ve nemrut görünüşlülerdi”
“…o güne dek gördüğü ve tanıdığı insanların neredeyse tümü, hesap kitap işlerini erkeğe, güzelliği ve onu üretmeyi de kadına yakıştırır, ikincisini aşağılamak bir yana, üstelik onu kirletmeyi ve lekelemeyi de marifet sayarlardı. Belki de güç tutkusunun insanı vardıracağı yegâne yer, erkeklik ve onu kullanmanın en kaba yolu olan şiddetti. Gel gör ki şiddetin en yalın biçimi, güzel olan, belki de dişil bir şeyi parçalamak ya da kirletmekti; bu da elbette insanda güçlü olduğu duygusu uyandırırdı”
“Artistik ve ahlâkî değerlere asırlar boyu bir türlü erişemedikleri için bunlar uğruna bir ömür harcamayı enayilik olarak gören ve güzelliği üretmek yerine onu para, şiddet ya da kurnazlıkla elde etmeyi fazilet sayan insanların ülkesindeki okullarda, en az rağbet gören ve pek ciddîye alınmayan bir ders de resimdi”
“Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, Güzelliği ancak, hayran olduğu dâhi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu. Bu haliyle o, Tanrı’nın insanlara öğrettiği iyiyi tanıyan, fakat iyiliğin tadını çıkarmak yerine başkalarını kötülükle itham eden bir ahlâkçı gibiydi”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir