Tuhaf Dergi kitaplarından Tuhaf Dergi – Sayı 17 kitap alıntıları sizlerle…
Tuhaf Dergi – Sayı 17 Kitap Alıntıları
Nefes nefese yaşanan bir toplumda şairlerin işi hem kolay hem zordur. Çünkü iyi bir şair bütün hayatımızın tutanağını yazmakla yükümlüdür.
Öyle parçalandım ki ömrümde
Sevgiyle öfke arasında,
Sevgimi öfke vurdu
Öfkemi sevgi kaçırdı
içim parçalandı arada
Aslında bir kültabağıdır dünya
içine bir güneş bastırılmış
Amma da bir izmarit ha!..
Yaşamak istiyorum.
Yaşamayı bu soğumuş cehennemde
Ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil sade,
Yaşamayı yaşamak istiyorum.
Sevgili Can Baba şu sıralar şiir yazıyor musun bilemem ama bir kır çiçekleri kokusuyla, ağzından çıkan küfürlerle ülkemin ve dünyanın bu hâlini selamlıyor olmalısın.
Can Yücel, Anadolu’da genç kızların çeyiz sandığına küçük keselerde konulan tohumlardır; o denli bereketlidir ve bu toprakların doğurgan, bağımsız ve özgür geleceğidir.
Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer;
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim kız
Rengi başka, tadı başka
Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer;
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim kız
Rengi başka, tadı başka.
Fransız Devrimi’nin arifesinde ekmek fiyatlarının artmasına öfkelenen işçiler ayaklanmış, buna öfkelenen Kraliçe, Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler dediği öne sürülmüştü. Aslında bu durum yanlış çeviriden kaynaklanmıştı. Kraliçe yağlı çörek anlamına gelen brioche yesinler demiş, bu kelime pasta olarak çevrilmişti.
İnsanlar akıllı makineler yaratıyor ya da düşlüyorlarsa gizliden gizliye kendi akıllarından umut kestiklerinden ya da dehşet verici ve gereksiz bir aklın ağırlığı altında ezildiklerindendir. O zaman bu akılla oynayabilmek ve eğlenebilmek için aklı makinelere hapsederler.
Sovyetler Birliği’yle ABD arasındaki soğuk savaşın sıcak savaşa dönüşmemesini, iki tarafın nükleer silahlara sahip olmasının caydırıcılığıyla açıklıyorlar. Ne kadar çok silahın varsa o kadar çok barış.
“Her edebiyatçının bir kenti olmalı, o kenti yüceltmeli. Datça böyle bir sevdalanmanın yeridir artık.”
“Yüz sene sonra tek mısram okunsun bana yeter,” derdi. O yüzden herhangi bir şey yarım kalacak diye korkmuyordu.
“Bir gün Can vapuru kaçırınca Bebek’te Edip’in evinde kalmış. Edip de o dönem Yerçekimli Karanfil ile uğraşıyor. İlk kopyayı gösterince Can, “Burası fazla, şurayı at,” diye diye bütün kitabın üzerini çizmiş. Edip kızıp Can’ı evden kovmuş.”
Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer;
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerde gördüklerim,nerde o beklediğim kız
Rengi başka, tadı başka
“ İçi bir ‘dar ev’ olanlar vardır. Bu darlık, onların hemen içlerinden kurtulmak istemelerine yol açar. O dar evde, o insanın ‘benleri’ oturur. Çokturlar. Geçmişteki yaşantılardan değişe değişe gelen ama yenileri oluştukça eskileri yitip gitmeyen benler Çocukluğundaki huysuz, mutsuz ben; dünyayı merak edip ülkeler yaşamak isteyen ben; tiyatrocu olmak isteyen, söylediği yalanlardan utanan ben; hepsi bir arada bu dar eve sıkışmışlardır.
Sıkıntılı, kavgalı, gürültülü bunaltıcı bir iç dünya
İçi ‘müze’ olan bir diğeri, biriktirir, saklar, gösterir, sunar. Yaşadıklarını kurutur, elinde tutar. Yaşamış olduklarına takılmıştır. Anı yüklüdür. Dışındakilerine yaşamış olduklarını dayatmaya kalkarsa içini dışta yaşayan biri olur. Hamlaşır. İnsan yaşadıklarını saklamak için yaşamaz. İç, yenilenmek, tazelenmek ister. Coşku ister. Yaşama sevinci, kuşku, kaygı, acı ister. Gürül gürül, gümbür gümbür yaşamak ister. İçi ölüden dışı canlı olmaz. İçi geçmişten gelecek yolcusu olmaz.
İçi ‘kışla’ olanlara sözüm yok. Sürekli savaş halindedirler. Silahlar yapıp kırılgan, kırılmış dünyalarına yer açmaya çalışırlar. İçiniz kışlaysa savaşa hazırlanıyorsunuzdur ya da bir savaşı sürdürmektesinizdir. İçe kışla yaraşmaz. Kışla içle, içinizi yitirirsiniz. İçinize giren başkası kışlanıza girmiş olur. Onu savaşçınız yaparsınız ya da tutsak alırsınız.
Ben içinde ‘çarşı’sı olanı severim. İçinde söyleşen, yaşama sevinci duyan, bilişen, etkileşen insanları; yaşayanları Çarşı, bir anlamda eski Yunan kentlerinin agorası, meydanı, tartışma, söyleşme, birlikte keşfetme alanıdır. İçimizdeki meydanları istimlak ediyorlar. İçimizdeki sesler, meydansızlıktan kendilerini duyuramıyor. İçimizdeki benler birbirleriyle söyleşemiyor. Alışveriş edemiyor. Tartışamıyor. Dans edemiyor. Şarkı söyleyemiyor. İçimiz Özgür değil ki dışımız özgür olsun. İçimiz çok sesli değil ki dışımız olsun.”
Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi ama bir başkasına devredilerek genel olarak ilga edildiler.
Jean BAUDRILLARD
Ama bir şair öldüğü gün kıyamet kopardı. Ben evde duramazdım, çok ağlardı.
Can Yücel’in eşi Güler Yücel’le bir röportajdan:
Edip cansever ile ilginç bir anıları vardır. Edip sık sık gelip giderdi evimize. Çok güzel yemek yapardı. Bir gün Can vapuru kaçırınca Bebek’te Edip’in evinde kalmış. Edip de o dönem Yerçekimli Karanfil ile uğraşıyor. İlk kopyayı gösterince Can, “Burası fazla, şurayı at,” diye diye bütün kitabın üzerini çizmiş. Edip kızıp Can’ı evden kovmuş. Bir sürede bize uğramadı. Günlerden bir gün Beyoğlu’nda bir yerde rastlaştık. Masaya çağırınca, “Ben o herifin yanına oturmam,” dedi. Ben de, “Sen kimseye kızamazsın, senin soyadın Cansever ,” deyince güldü, barıştılar. Can bir Nâzım ölünce sabaha kadar ağladı, bir de Edip ölünce
Içimizdeki meydanları istimlak ediyolar içimizdeki sesler meydansızlıktan kendilerini durduramıyor .
Kelimeler aynı notalar aynı sen değiştin kurak bir topraksın artık beklediğin yağmurlar gelmeyecek
Bulutlar çok uzakta .
Şimdi o masumiyetini yitirdiğinin farkındasın .Aynı türkülerden aynı surelerden medet umuyorsun olmuyor .
Eminim ki dünya sonraki nesiller için daha karanlık bir yer olacak.
Batı da aforizma düşünceden, Doğu da duygudan türer.
“Tanrılardan daha merhametli olmak, insan olmanın ayrıcalığıdır.” Alberto Manguel
“Bugün artık sadece şu duyguların çekim gücü kaldı: nefret, tiksinti, alerji, iğrenme, hayal kırıklığı, bulantı, antipati, bıkkınlık. Artık insanlar neyi istediklerini bilmiyor. Neyi istemediklerinden daha eminler. Günümüzün süreçleri ret, soğukluk, sevgisizlik, alerji duygusu. Nefret de bu tepkisel boşalmaya, içindekini dışa atmaya yönelik paradigmanın bir parçası: reddediyorum, istemiyorum, uzlaşmıyorum.”
“Dönüş Niçin dönüş? İnsan sadece gider. Biletler sadece götürür.”
“Herkesin korktuğu bir şey vardır. Belki en çok karanlıktan korkmaya hakkımız var.”
“Herkes kaybettiği sevdiğini gözlerinden başlıyor aramaya. Özlemini giderebilmek için gözlerinden başlıyor hayal etmeye.”
Ne kadar çok silahın varsa o kadar çok barış.
İşte silah tüccarı ülkelere aradıkları destek.
Bir bileti kaldı. Oda dönüş için. Dönüş Niçin dönüş? İnsan sadece gider. Biletler sadece götürür.
Bugün artık sadece şu duyguların çekim gücü kaldı: nefret, tiksinti, alerji, iğrenme, hayal kırıklığı, bulantı, antipati, bıkkınlık. Artık insanlar ne istediklerini bilmiyor ne istemediklerinden daha eminler. Günümüzün süreçlerin ret, soğukluk, sevgisizlik, alerji duygusu. Nefret de bu tepkisel boşalmaya içindekini dışarı atmaya yönelik paradigmanın bir parçası. Rddediyorum, istemiyorum, uzlaşmıuorum.
Mukaddes Cansu:
Hayat ellerinizin arasından siz fark etmeden kayıp gidiyor. Gezmek için, yeni kültürler tanımak için, yeni coğrafyaları görmek için ne benzine ne otele ne de lokantaya ihtiyacınız var. Bir bisiklet bir heybe, birkaç kıyafet Tabiat Ana seni beslemek için son derece merhametli. Yolda karnını doyuracak her şey var. Bilmek istiyorsan durma yola çık. Gençliğinizi bir şey biriktireceğim diye ıskalamayın. Bir gün geriye dönüp baktığınızda, hırslarınızdan biriktirdiğiniz çöplerden başka bir şey olmadığını anlayacaksınız
**Mukaddes Cansu, Türkiye’nin uluslararası lisans sahibi ilk kadın bisikletçilerinden biridir.
Fransız Devrimi’nin arifesinde ekmek fıyatlarının artmasına öfkelenen işçiler ayaklanmış, buna öfkelenen Kraliçe Marie-Antoinette’in, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” dediği öne sürülmüştü.
Aslında bu durum yanlış çeviriden kaynaklanmıştı. Kraliçe “yağlı çörek” anlamına gelen “brioche” yesinler demiş, bu kelime pasta olarak çevrilmişti.
Umberto Eco’ya göre köfte 10. yüzyılda en sevilen et yemeğiydi. Köfte kalitesinin ve standardizasyonunun bozulmaması için yönetim birtakım kurallar koymuş
ve köfteci dükkânlarının yalnızca karakolların yanında açılmasına izin vermişti.
Gitmek gibisi var mı?
Dil, bir silah kadar güçlü.
Kültür bizim işletim sistemimiz ve onu programlamak için dilimizi kullanıyoruz.
İçimiz özgür değil ki dışımız özgür olsun. İçimiz çok sesli değil ki dışımız olsun.
İnsan bir ilişkiler varlığıdır.
Yaratıcılık kontrolünüz dışında işleyen sihirli bir mekanizmadır.
Daha iyi demek en iyi demek değildir.
Ben küçükken annemin tek korkusu vardı — büyüyünce sıradan biri olmam.
Tony Gatlif;
Ben bir sürgünüm. Sürgüne gittiğinizde yanınıza anılarınız ve kültürünüz dışında hiçbir şey alamazsınız. Tüm dünya gerinizde kalır. Ve günün sonunda kökleriniz hakkında konuşma ihtiyacı duymaya başlarsınız.
Herkesin korktuğu bir şey vardır. Belki en çok karanlıktan korkmaya hakkımız var.
Kendi hayatında da böyle yapıyorsun; hızlıca geçmek istiyorsun kimi sahneleri, geçmiyor.
Herkes kaybettiği sevdiğini, gözlerinden başlıyor aramaya. Özlemini giderebilmek için gözlerinden başlıyor hayal etmeye.
Gerçekliğin tutsaklığa dönüştüğü bir hayatı yaşamak zorunda kaldığın için sürekli huzursuzsun.
Charlie Chaplin ve Adolf Hitler, 20. yüzyılın iki önemli Fıgürüydü. Her ikisi de yüzyılımıza damgasını vurdu. İkisi de aynı yıl, aynı anda, dört gün farkla doğdular. Renkleri, ufak tefek oluşları, badem bıyıklarıyla birbirlerine benziyorlardı.
“Baktım seyyarelerinize, taksilerinize, cep defterlerinize,
Sizde beş paralık aşk yokmuş,
Sıçmışım ortalık yerinize,
Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz,
Hoşçakalın boş çakallar.”
Kimbilir belki de ölüm
Hatırlamaktır önce öldüğümüz bir ölümü
Eflatun’un dediğince insanlar dünyaya gelirken
Bütün dilleri bilirlermiş de unuturlarmış sonradan
Ölüm de bu emsal bilip de unuttuğumuz bir dil olmasın Hatırlanmaya muhtaç
~https://1000kitap.com/yazar/Can-Yucel (Bütün Şiirleri 8, sy. 106)
Yaşamak istiyorum.
Yaşamayı bu soğumuş cehennemde
Ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil sade, Yaşamayı yaşamak istiyorum.
~https://1000kitap.com/yazar/Can-Yucel (Bir Siyasinin Şiirleri, sy.20)
Güler Yücel;
Shakespeare’i elinden düşürmezdi. Entrika içeren romanları severdi. Ajanları konu alan romanları ve ajanların anılarını çok okurdu.
Güler Yücel;
Yüz sene sonra tek mısram okunsun bana yeter, derdi. Çevirilerinden bazıları yarım kaldı. Ama çok sert ettiğini sanmıyorum.
Güler Yücel;
Can, bir Nazım (Hikmet) ölünce sabaha kadar ağladı, bir de Edip (Cansever) ölünce )
Güler Yücel;
Aileme Can ile evlenmek istediğimi söyleyince babam, “Dikkat et bir macera olmasın,” demişti. Ben de, “Her şey bir maceradır,” diye cevap vermiştim.
“Batı’da aforizma düşünceden, Doğu’da duygudan türer.”
Can bir Nâzım ölünce sabaha kadar ağladı, bir de Edip ölünce
İşte size iki insanın öyküsü Birbirine çok benzeyen iki insanın. Biri gücünün doruğunda ülkeler zapteden, fatih bir ordu komutanı; öteki ise dünya halkalarını güldüren bir palyaçoydu. Bugün Şarlo’nun olağanüstü gücü ile Hitler’in zavallılığını yan yana getirebilir misiniz hiç?
Bu mucizeyi sağlayan şey insanoğlunun vicdanı. İmparatorlukları, zulüm krallıklarını deviren mekanizma, insanın daha iyiye, daha güzele ve daha doğruya olan inancı.
Kadın birkaç dakika çinli ressamın ilanını seyretti. Ancak hiçbir şey anlamadı ve yürüyüp gitti. Bir bileti kaldı. O da dönüş için. Dönüş Niçin dönüş? İnsan sadece gider. Biletler sadece götürür
Içine ferahlık verecek bir muskan yok artık. Kelimeler aynı, notalar aynı; sen değiştin. Kurak bir topraksın artık. Beklediğin yağmurlar gelmeyecek. Bulutlar çok uzakta.
Kokusu uzerindeyken bile uzakta olmanin lanetine mahkûm oldun.
Herkes kaybettiği sevdiğini gözlerinden başlıyor aramaya. Özlemini giderebilmek için gözlerinden başlıyor hayal etmeye.
Gerçekliğin tutsaklığa dönüştüğü bir hayatı yaşamak zorunda kaldığın için sürekli huzursuzun. Arkadaşların buna karamsarlık diyor ve usandılar zaman içinde. Fark ediyorsun; artık senin yanında daha az vakit geçiriyorlar. Ağızlarının tadını kaçıran uyumsuz bir adam olup çıkıverdin. Henüz yeni oturmuşken bir işleri çıkıyor, ayrılacakları saatin hesabını yapmaya başlıyorlar sezdirmemeye gayret ederek. Seziyorsun. Ezbere kalıplar, sıralaması bile değişmeden aranızda gidip geliyor. Içten içe üzülsen de sesini çıkarmıyorsun. Oysa en başından beri istediğin buydu: yalnız kalmak. Şimdi neden bu hayal kırıklığı? Kendi isteğinle değil de yanından kaçar gibi uzaklaştıkları için ağırına gidiyor. Yalnız kalmaktan değil, tahammülü zor bir insan olarak anılmaktan mutsuzsun.
Düşünceler iyi anlatılmazsa yapılması gereken işler yapılmaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.
Konfüçyüs
Ya ben geldiğim yolu unuttum ya da benim geldiğim yollar silindi.
BELKİ DE DELİRİYORUM!
Bisiklet üzerinde geçirdiğiniz bu uzun zaman size ne öğretti?
Hayat ellerinizin arasından siz fark etmeden kayıp gidiyor. Gezmek için, yeni kültürler tanımak için, yeni coğrafyalar görmek için ne benzine ne otele ne de lokantaya ihtiyacınız var. Bir bisiklet bir heybe, birkaç kıyafet Tabiat Ana seni beslemek için son derece merhametli. Yolda karnını doyuracak her şey var. Bilmek istiyorsan durma yola çık. Gençliğinizi bir şey biriktireceğim diye ıskalamayın. Bir gün geriye dönüp baktığınızda, hırslarınızdan biriktirdiğiniz çöplerden başka bir şey olmadığını anlayacaksınız
-Mukaddes Cansu
“Edip Cansever sık sık gelip giderdi evimize. Çok güzel yemek yapardı.
Bir gün Can vapuru kaçırınca Bebek’te Edip’in evinde kalmış.
Edip de o dönem Yerçekimli Karanfil ile uğraşıyor. İlk kopyayı gösterince Can, “Burası fazla, şurayı at,” diye diye
bütün kitabın üzerini çizmiş.
Edip kızıp Can’ı evden kovmuş.
Bir süre de bize uğramadı.
Günlerden bir gün Beyoğlu’nda
bir yerde rastlaştık. Masaya çağırınca, “Ben o herifin yanına oturmam,” dedi.
Ben de, “Sen kimseye kızamazsın,
senin soyadın Cansever,”
deyince güldü, barıştılar.”