Kolektif kitaplarından Güzel Yazılar – Gezi Hatıra kitap alıntıları sizlerle…
Güzel Yazılar – Gezi Hatıra Kitap Alıntıları
Üzülmeyiniz dedim. İnsanlar, çile çekmek için artık toprağın altına çekilmiyorlar. Şimdi çileyi, toprağın üstünde çekiyoruz. Çile, toprağın altına inince bitiyor.
Acı çekmeyen huzurun, yokluk çekmeyen varlığın kıymetini ne bilir? İnsan, gözünü biraz da kendi içine çevirmeli. İnsan gönül kulağıyla biraz da yaradanın sesini dinlemeli.
1966 yılında çok büyük bir deprem geçiren Taşkent’te, zaten bakımsızlıktan birer ikişer çökmeye başlayan veya yeni meydanlar, yeni yollar, yeni yerleşme merkezleri için beşer onar yıkılıp giden o güzelim eserleri, toprak ana büyük bir öfkeyle sanki kendi bağrına çekmek istemiş.
Biz orada düşmanla değil, yoklukla ve soğukla harp ettik.
Oğlum, Çanakkale’de savaşan askerler, bildiğimiz askerler, bildiğimiz insanlar değildi. Onlarda insan üstü bir iman gücü vardı. Bir gün önce savaşa giden birliklerin tamamıyla yok edildiklerini öğrendikleri, kendilerinin de aynı akıbete uğrayacaklarını bildikleri halde, düğüne, bayrama gider gibi gider.
Medeni dünyada kahvaltı etmek diye bir şey var, Söke palasları bunu hiç hesaba katmamışlar. indik baktık ki lokanta kapalı, otelin birkaç adım ötesinde harap bir kahve ocağı vardı, akşam kahvemizi oraya götürüp pişirtmiştik. Sabah orası da kapalı. Söke’de çay da bulunmuyormuş.
Bugün biliyordum ki Şükûfe Nihal ‘in en güzel şiirlerini ilham eden şahıs Cenap Şahabettin’ in kardeşi Osman Fahri ‘dir.
Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılış, aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim.
Amerikan mutfağı yemeğin lezzetinden ziyade manzarasın güzel, bilhassa renkli olmasına çalışmaktadır.
Pire’de öğle tatili dört saattir. Cenova’da üç saattir, Marsilya’da iki saattir. New York’ta öğle tatili yoktur. Sabahleyin dokuzda başlayan mesai akşam altıya kadar aralıksız devam eder. Öğle vakti yemek için ayrılan zaman 15-20 dakikadan fazla değildir.
On sekizinci yüzyılın yarısından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar süren ömrü boyunca çok gezmiş, görmüş ve yazmış olan bilgin ve gezgin Alexander von Humboldt :Napoli, Salzburg ve İstanbul şehirleri dünyanın en güzel köşeleridir. der.
Varlık’ta çıkmış bir konuşmada da işaret etmiş olduğu gibi, liseden itibaren riyaziye, fizik, kimya, tabiiye Cahit’i sıkmaya başlamıştı .
Türk tarihinin efsane ozanlarına benziyordu. Şair miydi? Hayır! Sanattan bu kadar uzak şiirler yazan bir insan şair olabilir mi? Fakat tarihe, ne uzun müddet yaptığı valilikleri, ne mebuslulukları ile geçiyor. Tarihte yerini şair, Milli Şair olarak aldı. Hem de unutulamaz, silinemez ihmal edilemez bir şekilde.
Iki katlı çapraz kemerler yalnız kubbeleri yükseltmemiş, ruhlarda da yükselmeler olmuş, İnsanın içi uyanmış.
Kurtuba Camiine dünyanın en büyük mabedi diyorlar. Belki en büyüğü değildir, ama en mucizelisi olduğuna şüphe etmiyorum.
Ama güzelliğin affettiremeyeceği hangi günah var? O zaman kan mı dökmüşler? Bugünkü neşelerine, feda olsun. O zaman kapkara zulme mi düşmüşler? Bugün bu mihraplarda unutulsun hepsi. İnsanın güzellik önünde unutmayacağı ne vardır?
Insan sanatta bütünü, sınırlı olanı sever; bir bakışta kavrayamadığını anlamaz, hiç olmazsa ürker ondan.
Acaba aşk, renklere, çizgilere sığar mı? Şu göğsünde alev alev portakallar tutan kadın, şu mor kadifelere uzanan duru beyaz, şu yalnız saçlardan ibaret güzel baş: Kumral, yumuşacık kadın saçları Bütün ömrünce kadınları sevmiş; acaba yalnız kadında mı kalmış? Hayır, aşk, bu pırıltılı renk oyunları olamaz. Bu alev alev portakallar o değil. Aşka düşen görmez, insanı bile unutur. Sevmek belki de unutmak demek.
Eski insanlar, namazlarını vaktinde ve bilhassa cemaatle kılmaya dikkat ve itina gösterirlerdi. Cami, kalabalıkların en kolay ve en samimi bağlarla sosyalleşebildikleri ve kendi aralarında bir aşinalık alışverişi edip manevi bir köprü kurdukları bir mahaldi.
Oldu olası mutfağı ile damağı arasında sıkı bir münasebet kurmuş olan bu ecdat mirası boğaz düşkünlüğü, bilhassa Ramazan aylarında alabildiğine at koşturur, mevsimine göre değişen oruç saatlerin açlığını, nakıl gibi donattığı sofralarla karşılardı.
İngiliz için gazete okumak ihtiyacı aşağı yukarı gıda kadar mühim Her sabah, her eve hiç olmazsa iki gazete geliyor. Herkes dünyada neler olmakta bulunduğunu, dünyadaki yeni gelişmeleri sabahın erken saatlerinden itibaren öğrenmek istiyor.
(Londra)
Burada sene başı, doğum günü gibi vesilelerle herkesin birbirine kitap hediye etmesi bir âdet halinde
Burada sene başı, doğum günü gibi vesilelerle herkesin birbirine kitap hediye etmesi bir âdet halinde
Harp içinde tiyatro hiç ihmal edilmemiş, bombardıman altında bile İngiliz halkı konsere ve tiyatroya gitmiş. Hatta sığınaklarda bile gramafon çalmışlar. sırf maneviyatı yükseltmek için
İngiliz halkı çekmiş olduğu ve çekmekte bulunduğu bütün sıkıntılara rağmen tiyatroya, konsere gitmeyi ihmal etmiyor. Tiyatroda yer bulmak için en aşağı on beş gün evvel müracaat etmek lazım. Londra içindeki yüzlerce tiyatronun hepsi dolu
Kerkük’te okuma devrine girmiştim. Fakat kitap bulamıyordum. Bu kitap yokluğu, bu erginlik çağlarımın hakiki azabıdır.
Gerçeği şu ki, bir eser bizde ömrümüz boyunca mevcuttur. Tıpkı hareketlerimiz gibi icraatının tesadüfleri ona muayyeniyetini verir.
Biz Kuva-yı Milliyeciler, bu alemin cefasını, kendimize safa etmiştik
Bu âlemde ölümün kokusu vardı. Her an bizi tehdit ediyordu.
Bizim mahalle sokaklarında yerlerde hiçbir yazılı kağıt parçası görülmezdi. Nereden gelmişse gelmiş, ister bir rüzgar uçurmuş olsun, sokağa düşen her yazılı kağıt parçasını gören büyük küçük herkes, onu hemen yerden kaldırırdı. Bir saçak arasına, bir duvar kovuğuna sokuştururdu. Ayak altından kurtarırdı. Çünkü üzerinde harfler, yazılar taşıyan bir kağıt parçası kutsal bir şeydi. Çünkü Kur’an kağıtlara yazılırdı. Ve o rüzgarların uçurduğu kağıt parçası bir Kur’an yaprağı da olabilirdi.
Kuaföre gittim; burada bir şey gözüme çarptı; saçlarını çok temiz, kıvrak düzelttiren Fin kadınları tırnaklarına koyu boyalar sürmüyorlar ;anladım ki, burada, süsleneceğiz diye yaradılışın dışında bir şeyler yapmaya özenmiyorlar. Onlar, kadına büyük bir değer vermeyen bu gibi süslerden çoktan uzaklaşmışlar. Daha değerli yükselişlerin anlamına ermişler
Sokaklar’da polis görmedim. Ulusal terbiye, belli ki en yüksek basamağa varmış.
Bu lokantalara, bahçelere bir genç kız kendi kendisine gelir; birasını içer; yemeğini yer; kitabını, gazetesini açar, okur; hiçbir saygısız bakış onu rahatsız etmez.
Ne dersiniz, elli yıl önceki eğitim ve öğretim sistemimizden kaç yıl gerideyiz şimdi?
Onu, bütün cepheleri, bütün hizmetleri ile birkaç sütuna sığdıramayız. Ama iki büyük sanatçımız, Süleyman Nazif ile Yahya Kemal, şu iki mısraya sığdırmışlardır.
Hezar gıpta o devr-i kadim efendisine,
Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine!
Heccavdı. Diline düşeni, sözle param parça eder, mısraların oklarından geçirirdi.
Eğer bir sahne artisti olsaydı, yine büyük bir şöhret olurdu: Yüzünde, bakışlarında, her konuya göre değişen emsalsiz bir ifade kuvveti vardı.
Ne güzel, ne zengin öfkesi vardı.
Ibnülemin Mahmut Kemal, tanıdığım en müthiş hafızadır: Sorduğunuz tarihi şahsiyetin bütün hayatını, doğum gününden ölüm gününe kadar, tek rakam ve tek hadise yanlışı olmadan öğrenirdiniz. O, yalnız Türk aydınlarının değil, Avrupa’nın tanıdığı ve saydığı sağlam salâhiyetti.
Kastamonu’ya ait bir iki kitapta, kasabadaki en büyük ve meşhur cami diye takdim edilen Nasrullah Camii’ne gittik. Bu Nasrullah, sadece bir kadı ismi.. Fakat bu büyük camii, camie vakıf olarak da arkasındaki büyük hanı yaptırmaya parası, bolluk zamanlarında olsa da, bilmem ki nasıl yetmiş?
Sinan’ın dediği haklı ve burası Süleymaniye’den daha yüksek bir sanat eseri mi? Süleymaniye’ye her girişimde daha derin bir huşua varmışımdır. Fakat mimarın kudreti kendini burada daha ziyade hissettiriyor, zâiri mebhut ve hayran bırakıyor. Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük olan kubbe ile aranızda hiçbir şey yok. Etraftaki dört duvar, başınızı kaldırıp bakınca görüyorsunuz ki, yukarıda kubbe haline inkılap ederek adeta göğe fışkırmakta
Birkaç asırlık İngiliz tarihinde, belki şimdi kırk yaşında bulunan bir Türkün hayatından daha az facia vardır.
O da Türkçülük akımına katılmıştı, hatta bir ara Turancılığa kadar gitmiş ve Turan adında bir de roman yazmıştı. Fakat gerçekte Halide Edip hiçbir zaman Turancı olmamıştır.
Baudelaire: Sanat uzun, hayat kısa! diye bağırmıştı. Aynı feryat, bugün, benim de içimden kopuyor. Ama hangi sanatkar, hangi şair bu elemi duymamıştır.
Sonra Hepsi bu kadar! Hayat bir çark gibi dönüyor dönüyor ve insan mukadderatını öğütüyor, çiğniyor. Ayakta durabilenler bir zaman için bahtiyardırlar. Arkası o sonsuz karanlıktır.
Her neyse, o gece böyle bir edebiyat gecesi yapmıştık işte! Bu gecenin en orijinal bir özelliği de, iki kanadı açık oda kapısının dışındaki sofanın dibinde, aşağıdan yukarıya çıkan merdivenin trabzanı önüne konulmuş olan kafeslerdi. Bu kafeslerin arkasında, sanki mevlit dinlemeye gelmişler gibi, mahalle hanımları merdiven basamaklarına kadar omuz omuza yığılmışlardı. Biz de işte o tarihte edebiyat gecesini Beşiktaş’ın Serencebey Yokuşu’ ndaki bir evinde böyle yaşamış ve yaşatmıştık! Halka inen sanatın bundan parladığını gösterebilir misiniz?
Sahafat ve onun arkasından yayınladığımız zavallı Kehkeşan birkaç sayı çıktıktan sonra battılar. Rübab zaten hakkın rahmetine çoktan kavuşmuştu. Fakat bizim o geceki müsameremiz, yahut yeni deyimle edebiyat gecemizde Rübab henüz en ateşli devrini yaşıyor ve bir gün telleri kopacağı hiçbirimizin aklına gelmiyordu.
Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı değiştirmekle kalmıyor ;duygularımıza, dünyayı görüş tarzımızda da tesir ediyor.
Güzel şiirin kudreti! İyi yazılmış bir manzum hikaye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine rağmen asıl sahibinin elinden alıyor, Faruk Nafiz’ e mal ediyordu.
Iki sandukanın üzerindeki haşhaş çiçekleri resimlerine bakarsanız Şah-ı Cihan’ınkindeki çiçeklerin yaprakları ve çiçekleri soluk ve düşük olarak resmedilmiş olduğunu görürsünüz. Bu elem alameti Mümtaz-ı Mahal in vefatından sonra yapılmış olan bütün bina tezyinatında göze çarpar.
Taç Mahal, yakın tarihe ait Hint efsanesinin başında gelen bir sevda destanının taştan oyulmuş zarif ve murassa bir abidesidir.
Hiçbir puta tapmamak ve hiçbir hurafeye inanmamak da öğünen bu devir insanlarının taptığı putların ve inandığı hurafelerin adedi, herhalde eski zamana nispetle yüz kere daha çoktur.
Kendi eliyle yaptığı şeyden yine kendisi korkmak hassası yalnız insana mahsus bir acayip divaneliktir.
Aradığım şey, hudutları nihayetsiz mesafeler içinde kaybolmuş büyük ve mahfuz bir vatanda, her tehditten uzak, emin bir payitahtta, hiçbir tehlike hissi duymayan bir evin içinde, cetlerim gibi sırtımı müsterih duvara dayayarak dalmak, düşünmek istiyormuşum. Köşe minderi, bende mahfuz bir vatan hasretinden başka bir şey değilmiş.
Süleymaniye yükseldiği zamanda, Abbasilerin Bağdat’ı sadece bir vilayetti. Emevilerin Şam’ı, Firavunların Mısır’ı, birer valinin sevk ve idare ettiği vilayetler, eyaletlerdi.
Garabete düşmeden iddia edilebilir ki, büyük bir action medeniyeti olan Avrupa medeniyeti çerçevesinde şeklin fikirden fazla ehemmiyeti vardır. Kafası ne olursa olsun, bir insanın Avrupalı unvanına hak kazanmak için muhakkak sırtında bir ceketi, ayağında bir pantolonu ve başında şu veya bu biçimde bir şapkası olmak lazım. Bu hazin ve renksiz kıyafet, medeniyetin üniformasıdır.
Hayatında büyük bir Avrupa şehri gören bir adam kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş addedebilir: Bu şehirler o kadar biri birinin eşidir.
Talat Paşa’ya ihtiyatlı bulunmasını ve bu kahveye gelmemesini tavsiye ettiğim vakit Paşa:
– İnsanı öldürecek kurşunu onu nerde olsa bulur demişti. Paşa’nın metanet ve cesaretine bir kere daha şahit oldum.
– İnsanı öldürecek kurşunu onu nerde olsa bulur demişti. Paşa’nın metanet ve cesaretine bir kere daha şahit oldum.
Hiçbirimiz yalnız kendini düşünmüyor, hepimiz kendimiz kadar arkadaşlarımızı müdafaa için sarf-ı hayat ediyorduk. Zaman o kadar nazik, bazen edebiyattan çıkarak, din ve siyaset sahalarına sevk edilen itirazlar, iftiraklar o kadar muzır, o kadar vahim idi ki bu samimiyet olmasaydı, hiç birimizi İstanbul’da bırakmazlar, kalemlerimizi kırarak hepimizi de Fizan çöllerine yollarlar idi.
Edebiyat-ı Cedide? Bu isim de nereden çıkmıştı? Bunu hiçbir zaman layıkıyla izah edemedim. Bu bir istihzadan çıkmıştı.
Babıâliden başlayarak bütün hükümet devairi mensupları alıştıkları edebiyattan başka bir yazı ile kalemlerde kullanılan resmi lisana hiç benzemeyen bir üslupla meydana çıkmaya çalışan bu genç, ve genç oldukları için içtinap edilmek lazım gelen zümreye muhalifti; saray basiret ve tecessüs gözünü dikmiş duruyordu; oradan mülhem olan bütün anasır fırsata müterakkıb, ne zaman buradan bir külah vesilesi zuhur edecek diye pusuda idi.
Sanat aleminde muvafıkların sesi muhaliflerin yaygarası arasında sarahatle duyulmaz
Bir kere denize düşüp çıktıktan sonra artık kendisinde denize atılmak cesaretini bulanlara mahsus bir alışkanlıkla yazmak vesilelerini arar oldum.
Dil denen mucizeyi nasıl anlatmalı,bilmiyorum.Insan zekasının bütün partilerin, insan ruhunun bütün duyuşları, titreyişleri,dalgalanışları orada.Mavi gökle kara yer arasında,ikinci bir alemde daha yaşıyor insan.Dil adı verilen ,sınırları olmayan so süz bir alemde. ÖNSÖZ
Ziya Gökalp,
Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir,Turan
Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir,Turan
Fakat aydın gençlerin en çok toplandığı yer Türk Ocakları idi.Türk Ocakları milliyetçilik hareketinin bir merkezi olarak kurulmuştu. O zaman İstanbul’un en zengin merkezi burasıydı.
-Zekeriya Sertel
-Zekeriya Sertel
Ziya Gökalp her gün burada, müritlerine ders veren şeyh gibi, etrafındakilere telkinler yapardı. Bu nedenle de Yeni Mecmua o günün en değerli fikir ve sanat dergisi olmuştu.
-Zekeriya Sertel
-Zekeriya Sertel
Hiç okumazlar efendim! diye başladı. Ellerinde bir kitap göremezsiniz. Nasıl edebiyat öğretmeni olurmuş bunlar okumadan! Ne şiirden anlarlar, ne şairden Postadan bir dergi, bir kitap beklemezler, boyuna aybaşını beklerler. Memurdur bunlar efendim, edebiyat memuru!..
Ne dersiniz, elli yıl önceki eğitim ve öğretim sistemimizden kaç yıl gerideyiz şimdi?
Kendi eliyle yaptığı şeyden yine kendisi korkmak hassası yalnız insana mahsus bir acayip divaneliktir.
Gerçek despotlar, siyasi olsun olmasın her vakit her çeşit ünden korkarlar.
Sakarya Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Paşanın hususiyeti bambaşkaydı. Zaferden emin, aksi takdirde bütün arkadaşlarıyla beraber ölmeye hazır görünüyordu.
Artık İstanbul idadisine nehari(gündüzlü, yatısız) olarak devam ediyordum. Mektebimiz, Sultan Mahmut türbesinde sonradan Maarif Nezareti ittihaz edilen binada idi. Aksaray’da oturuyorduk. Perşembe günleri sabahleyin mektebe giderken ayaklarım Beyazıt yokuşunu her zamankinden daha hızla ve arzu ile tırmanırdı.
O zamanlar çıkan romanlar on altışar sayfalık cüzler halinde haftada bir kere, perşembe günleri neşrolunurdu. Artin isminde bir gözü kör bir müvezzi(dağıtıcı) bellemiştim. Beyazıt’taki köşede dururdu. Orası adeta müvezzilerin karargahı gibiydi. Perşembe günleri epeyce roman müşterisi görülürdü.
Ben bunların en sadıklarından biriydim. Artin bana emniyet getirmiş, küçük bir hesab-ı cari açmıştı. (Alacak ve borç takibinin yapıldığı hesap) Tramvayla gittiğim yağmurlu havalarda bile tramvayın penceresinden benim romanlarımı verirdi. Bunlar Xavier de Montepin’in Emile Gaboriau ve daha bu kabil muharrirlerin(yazarların) hep cinayetlerden bahseden romanları idi.
Sayfalarını yırtmamaya gayret ederek dikkatle keser, mektepte ders arasında hocanın, teneffüs zamanında mubassırın gözünden kaçmaya çalışarak merak ile okurdum. (mekteplerde talebenin durumu ile yakından ilgilenen, düzenliği sağlayan kimse) Bilhassa bazı dersler roman ve gazete mütaalası(okuması) için çok müsait idi. Bu müsaadeyi süistimal ettiğimiz olurdu. Cebir hocamız, Boyacıyan Efendi vardı. Ders takririnin(anlatma, sunma) muttarit(değişmeksizin, düzenli) ahengi arasında bazan Boyacıyan Efendi’nin kendi kendisine söylenir gibi bir mütaalası sınıf içinde çınlardı.
– 640 Hüseyin Cahit Efendi gene siyasiyat ile meşgul!
Ön sıradaki arkadaşlar arkaya doğru bakışırlar, gülüşürlerdi. Ben bozulur, fakat hiç işitmemiş gibi davranarak, gözlerim duvardaki kara tahtada, ellerim sıranın altından gazeteyi yavaşça toplar, hemen gözün içine tıkardım. Boyacıyan Efendi de takririne devam ederdi.
O zamanlar çıkan romanlar on altışar sayfalık cüzler halinde haftada bir kere, perşembe günleri neşrolunurdu. Artin isminde bir gözü kör bir müvezzi(dağıtıcı) bellemiştim. Beyazıt’taki köşede dururdu. Orası adeta müvezzilerin karargahı gibiydi. Perşembe günleri epeyce roman müşterisi görülürdü.
Ben bunların en sadıklarından biriydim. Artin bana emniyet getirmiş, küçük bir hesab-ı cari açmıştı. (Alacak ve borç takibinin yapıldığı hesap) Tramvayla gittiğim yağmurlu havalarda bile tramvayın penceresinden benim romanlarımı verirdi. Bunlar Xavier de Montepin’in Emile Gaboriau ve daha bu kabil muharrirlerin(yazarların) hep cinayetlerden bahseden romanları idi.
Sayfalarını yırtmamaya gayret ederek dikkatle keser, mektepte ders arasında hocanın, teneffüs zamanında mubassırın gözünden kaçmaya çalışarak merak ile okurdum. (mekteplerde talebenin durumu ile yakından ilgilenen, düzenliği sağlayan kimse) Bilhassa bazı dersler roman ve gazete mütaalası(okuması) için çok müsait idi. Bu müsaadeyi süistimal ettiğimiz olurdu. Cebir hocamız, Boyacıyan Efendi vardı. Ders takririnin(anlatma, sunma) muttarit(değişmeksizin, düzenli) ahengi arasında bazan Boyacıyan Efendi’nin kendi kendisine söylenir gibi bir mütaalası sınıf içinde çınlardı.
– 640 Hüseyin Cahit Efendi gene siyasiyat ile meşgul!
Ön sıradaki arkadaşlar arkaya doğru bakışırlar, gülüşürlerdi. Ben bozulur, fakat hiç işitmemiş gibi davranarak, gözlerim duvardaki kara tahtada, ellerim sıranın altından gazeteyi yavaşça toplar, hemen gözün içine tıkardım. Boyacıyan Efendi de takririne devam ederdi.